Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIUzlaşı kültürü ve biz

Uzlaşı kültürü ve biz

40 yıl süren meslek hayatımda ve sonrasında temel dış politika sorunlarımızın hiçbirinde çözüme ulaşamamızın nedeni taviz kavramının bizde bir zaaf alameti olarak görülmesidir diyebilirim. Oysa hiçbir müzakere bir tarafın bütün istediklerini aldığı, diğer tarafın da istediği hiçbir şeyi alamadığı bir sonuçla bitmez. Bu tür durumlar kaybedilen savaşlar sonrasında kazananın kaybedene zorla kabul ettirdiği mütareke koşullarında görülür ancak.

40 yılı aşkın süren meslek hayatımda ve sonradan geçen 8 sene içinde ülkemizin gerek dış ilişkilerinde gerek içeride uzlaşı kültüründen ne kadar yoksun olduğunu defalarca gözlemledim.  Geçtiğimiz günlerde uzlaşının dış ilişkilerde netice almak için ne kadar önemli olduğunu Birleşik Krallık ile Avrupa Birliği arasında Brexit sonrası ticaret koşullarına açıklık getiren ve imzalandığı mahalden dolayı Windsor mutabakatı olarak anılan metinde gördük.  Ticaret koşulları deyip geçmemek lazım.  Zira izah etmeye çalışacağım üzere Windsor mutabakatı çok ciddi siyasi yansımaları olan bir konuyu karşılıklı tavizlerle çözmüşe benziyor.

Güney İrlanda 1922 yılında Birleşik Krallıktan ayrılıp sonradan İrlanda Cumhuriyetine dönüşen Serbest İrlanda Devletini kurduğunda bugün nüfusu takriben 1,2 milyon olan Kuzey Birleşik Krallıkta kalmıştı.  Kuzeyin çoğunlukla Protestan olan nüfusu nerede ise tamamen Katolik olan Güneyin bir parçası olmak istemeyip Birleşik Krallıkta kalmayı tercih etmişti. 1960’lı yıllara kadar Kuzey İrlanda’da iki toplum arasında sorunsuz bir hayat sürmüştü.  Ancak Kuzey’deki nüfus dengesi zaman içinde Katolikler lehine değişmeye başlayınca, Kuzeyde İrlanda Cumhuriyeti ile birleşme akımı güç kazanmış ve kısa zamanda kanlı çatışmalara ve terör hareketlerine yol açmıştı.  30 yıl kadar süren bu şiddet döneminde İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) adıyla anılan tedhiş örgütü gerek Kuzey İrlanda’da gerek İngiltere’de sayısız eylemlere imza atmış, bakanlar, milletvekilleri, hatta kraliyet ailesi mensupları IRA’nın kurbanı olmuştur.  Bu kurbanların belki de en meşhuru Kraliçe Elizabeth’in eşi Prens Philip’in öz dayısı ve manevi babası Lord Mountbatten ve onun 14 yaşındaki torunu olmuştur.  Zamanın Başbakanı Thatcher de bir suikast girişimine hedef olmuş ancak şans eseriyle kurtulmuştu.

İngiltere’yi de içine alabilecek ölçüde devam eden ve Kuzey İrlanda’yı iç savaş meydanına çeviren bu amansız terör 1990’lı yıllara kadar devam etmiş ve 1998 Paskalya bayramı sırasında imzalandığı için Kutsal Cuma (Good Friday) anlaşması olarak anılan uzlaşı ile son bulmuştur.  Bu anlaşmaya göre, Kuzey İrlanda’daki bazı kraliyet sembolleri ortadan kalkmış, iki toplum arasında daha dengeli bir yönetim modeli geliştirilmiş, en önemlisi de iki İrlanda arasındaki kara hududu fiilen ortadan kalkmıştır.  Nitekim Şengen Anlaşması 2001 yılında yürürlüğe girdiğinde ve Birleşik Krallık buna katılmayınca, hududun yeniden tesisini istemeyen İrlanda Cumhuriyeti Şengen’e katılmaktan imtina etmiştir. Onun yerine Birleşik Krallık ile İrlanda Cumhuriyeti arasında bir ortak seyahat bölgesi (Common Travel Area) oluşturulmuştu. Oysa İrlanda parasal birliğe katılmak suretiyle AB bütünleşme hedeflerini paylaştığını da ilan etmiş konumdaydı.  

Birleşik Krallığın 2016 yılında yapılan referandum neticesinde 2020 yılında AB’den ayrılmasında karşılaşılan belki de en büyük sorun İrlanda meselesi olmuştur.  İç Pazardan ayrılınca ve kendi üretim standartlarını zaman içinde AB standartlarıyla ikame edince bu ürünlerin serbest dolaşımdan çıkartılması ve gümrük kontrollerine tabi tutulması gerekiyordu.  Ancak bu malların İrlanda üzerinden AB ülkelerine gitmesini önlemenin en basit yöntemi iki İrlanda arasında 1998’den beri fiilen kalkmış olan kara hududunun yeniden kurulması olurdu.  Oysa bu siyasi bakımdan kabule şayan değildi, zira iki İrlanda arasında hududun tekrar kurulması iç barışı tehdit edecek bir gelişme olarak görünüyordu.

Bunun üzerine AB Komisyonunun telkini üzerine Birleşik Krallık hükümeti Kuzey İrlanda’nın AB iç pazarı içinde kalmasını ve Birleşik Krallığın kalan bölümü ile onun arasında bir deniz hududu oluşmasını öngören bir Protokolu kabul etti.  Bu sefer bu hududa Birleşik Krallıktan ayrılmalarına kapıyı açtığını düşündükleri için Kuzey İrlanda Protestanları karşı çıktılar ve Katoliklerle paylaştıkları yönetimden ayrıldılar.  Basit bir gümrük kontrolü sorunu olarak görülebilen bu meselenin siyasi boyutları AB ile Birleşik Krallık arasındaki ilişkileri zehirlemiş, karşılıklı suçlamalara, Birleşik Krallığın AB’nin yönettiği önemli araştırma programlarından dışlanmasına yol açmış ve genelde Ukrayna Savaşının başlamışından sonra elzem olan diyalogun gelişmesini engellemişti.

İşte Windsor mutabakatı bu sorunu gerçek bir uzlaşıyla çözmüş oldu. Kuzey İrlanda ile Birleşik Krallığın kalan kısmı arasında malların serbest dolaşımını sağlayacak, ancak bu malların İrlanda Cumhuriyeti üzerinden AB’ye sızdırılmasını engelleyecek kontrol mekanizmaları elektronik ortamda tesis edilecek, hudut kontrolleri olmayacak, karşılığında da Birleşik Krallık dışlandığı AB programlarına tekrar girecek ve Avrupa’nın içinde bulunduğu savaş ortamında iki taraf arasında diyalog tekrar kurulacak.  Yeni Kral III. Charles’ın prestijinden yararlanmak istediği açık olan Hint kökenli Başbakan Sunak, mutabakatı Kralın ikamet ettiği Windsor şatosuna yakın bir mahalde AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen ile imzalamış, Komisyon Başkanı da bilahare Kral tarafından kabul edilmiştir.  Her ne kadar Kralın günlük siyaset konularına bulaştırılmasına itiraz edenler olmuşsa da bu kabul varılan mutabakata Birleşik Krallık hükümeti tarafından verilen önemin bir göstergesidir. Muhalefetteki İşçi Partisinin mutabakatı desteklemesi sayesinde onaylanmasının sorun yaratmayacağı beklenmektedir.  Kuzey İrlanda Protestanları her ne kadar kısmen Birleşik Krallığın kalan kısmında geçerli sistemden farklı bir ticari yapıya tabi tutuluyorlarsa da mutabakatın yürürlüğe girmesine karşı çıkmayacakları umulmaktadır.

Bu olayı ayrıntılarıyla anlatma ihtiyacını duymamın nedeni bu şekilde yürütülen ve karşılıklı tavizlerle sonuçlandığı için taraflarla bir denge kuran Windsor mutabakatının bizde geçerli müzakere anlayışına ne kadar ters olduğuna dikkat çekmektir.

Gerçekten de yukarıda hatırlattığım gibi 40 yıl süren meslek hayatımda ve sonrasında temel dış politika sorunlarımızın hiç birinde çözüme ulaşamamızın nedeni taviz kavramının bizde bir zaaf alameti olarak görülmesidir diyebilirim.  Oysa hiçbir müzakere bir tarafın bütün istediklerini aldığı, diğer tarafın da hiçbir istediğini alamadığı bir sonuçla bitmez. Bu tür durumlar kaybedilen savaşlar sonrasında kazananın kaybedene zorla kabul ettirdiği mütareke koşullarında görülür ancak.  1918 yılında Birinci Dünya Savaşının sonunda Osmanlı İmparatorluğu ile Birleşik Krallık ve müttefikleri arasında imzalanan ve tarihe Mondros mütarekesi olarak geçen belge bunun nadir örneklerinden biridir. Yoksa tüm müzakereler al-ver şeklinde yürür.  Önemli olan kurulacak dengenin her iki tarafı tamamen tatmin etmiyorsa da anlaşmasız masadan ayrılmaktan daha fazla tercih edilebilecek bir sonuç getirmesidir.

Bu nedenledir ki, ülkemiz komşularıyla sorunlarının hiçbirini çözecek konuma gelememiştir.  Çözüme çok yaklaştığımız durumlar nadir olmakla beraber yok değildir.  Örneğin Kıbrıs sorununa bir çözüm getirecek Annan Planı böyle bir örnektir.  Türkiye Kıbrıs’taki iki toplum arasında bir denge kuracak ve daha önemlisi Kıbrıs Türk toplumunun güvenliğini tehditten koruyacak bu anlaşmayı kabul etmiş, ancak burada da geç kalmıştı.  Şöyle ki Türkiye ve KKTC Annan Planına şüphe ile bakarken ve kazanımlarından ziyade verilmesi gerekecek tavizler üzerinde yoğunlaşırken bütün Kıbrıs’ı AB’ye dahil edecek, Rumlar tarafından müzakere edilmiş Katılma Antlaşması geriye dönüşü olmayan bir şekilde yürürlüğe girmekteydi. Rumlar bu güvenceye dayanarak Adanın yönetimini Türklerle paylaşmalarını mecburi hale getirecek Planı gönül huzuru içinde reddedebilmiştir.  Neticede onlar AB üyeliğinin bütün nimetlerinden yararlanabilmekte, Türkler ise yalnızlıklarından çıkamamakta, bütün iddialara rağmen devletlerini dünyaya tanıtmaya başaramamaktadırlar.  Bu durum bile müzakerelerin uzlaşı içinde ve iki tarafı asgari düzeyde de olsa tatmin edecek şekilde sonuçlanabilmesi için zamanlamanın da çok önemli olduğunu, sonuç için optimum noktasının aşılmamasının gerektiğini göstermektedir.

Uzlaşı kültüründen sadece dış politikada değil, içeride de yoksun olduğumuzun bir örneği Altılı Masa olarak adlandırılan muhalefet ittifakının dağılma noktasından son salisede geri dönmüş olmasıdır.  Millet İttifakının ikinci en önemli üyesi masayı devirerek ayrılmış, karşılaştığı toplumsal baskı karşısında masaya geri dönmek mecburiyetinde kalmıştır.  Bu geri dönüşün zamana dayanıp dayanmayacağını ilerideki dönemde göreceğiz. Buna karşılık aynı günlerde Birleşik Krallık ile AB’nin izah etmeye çalıştığım şekilde çok çetrefil bir sorunu tatminkar bir şekilde çözebilmiş olmalarına tesadüf etmesi oldukça düşündürücüdür.   

İçeride uzlaşı kültüründen ne kadar yoksun olduğumuzun başka bir örneği de Türkiye’deki siyasi parti bolluğunda görülmektedir.  Son rakamlara göre ülkemizde 119 siyasi parti varmış.  Bu belki de bir dünya rekoru teşkil etmektedir. Bu partilerin yaklaşık 110 tanesinin aldığı toplam halk desteği kamuoyu yoklamalarına bakılırsa %1 civarındadır.  Ona rağmen havluyu atmamış olmaları ve başkalarıyla uzlaşıya vararak daha geniş bir halk kitlesine hitap etmeye çalışmamaları da ilginç ve düşündürücüdür. Gerçi son günlerde küçük partiler arasında bir ortak cephe oluşturma gayretleri hız kazanmaya başladı.  Bu da şüphesiz olumlu bir gelişmedir.  Yine de bu gayretlerin dışında kalan particik sayısı, dahil olanların sayısından çok fazladır.   

Son günlerde meydana gelen ve uzlaşı tanımına değilse de esneklik kavramına uyan ancak sessizlik için bırakıldığı için pek duyulmamış olan bir olaya değinerek bitirmek istiyorum.  Hatırlanacağı üzere Rusya’nın geçen yıl Ukrayna’ya açtığı savaştan sonra Batı dünyası Rusya’ya yüksek teknoloji ürünlerinin ihracatını yasaklamıştı.  Bir müddet sonra ülkemizin Rusya’ya ihracatının süratle artması üzerine dikkatler iki ülke arasındaki ticarete dönmüş ve gerek AB, gerek ABD ülkemizi Rusya’ya uygulanan yaptırımları delmek ve özellikle AB ülkelerinden ithal ettiğimiz yaptırıma tabi yüksek teknoloji ürünlerini Rusya’ya ihraç etmekle suçlamaya başlamıştı.  Başta Dışişleri Bakanı olmak üzere resmi makamlar bunu yapmadığımız cevabını vermiş, ancak bu cevap inandırıcı gelmemiş, ülkemize ikincil yaptırım uygulanabileceği tehditi gelmeye başlamıştı..  Birkaç gün önce Rus “Kommersant” gazetesinde çıkan ancak Türk medyasına pek yansımayan bir habere göre gümrük makamlarımız başta AB olmak üzere üçüncü ülkelerden gelen malların transit geçerek Rusya’ya ihracatını sessiz sedasız durdurmuş.  Bu haber yalanlanmadığına göre doğru olduğunu farz etmek gerekir. İktidarın bunu duyurmamayı tercih ettiği anlaşılıyor. Gönül isterdi ki böyle bir karar dış baskı ve tehditler gelmeden konunun ilk defa gündeme geldiği savaşın ilk aylarında çözülmüş olsun.  Ne yazık ki ülkemizde işler öyle yürümüyor. 

- Advertisment -