Geçen pazardan, “Linç partileri: Olduğun gibi gel…” yazımdan devamla… Vakanüvis “geleneksel linç”leri sınıflayıp bir grubun/dönemin başlığını “Adam Asmaca” koysaydı, münasebetsiz durmayacaktı sanki. Çizilen darağacını, nihayetinde infazı kaybedenin cezası-kazananın zaferi yapan o eski “çoluk çocuk” oyununun adı gibi… Baktım, bugün dijital ortamda da oynuyorsun.
Ağaçta sallandırılan “adalet”e çocukluktan aşinayız. Kovboy filmleri bir yana, tarihimizde de yeri ayrı. Sene 1656. Tahtta Padişah IV. Mehmed var. Henüz girmiş 14-15 yaşına… Osmanlı ekonomik krizin pençesinde. Asker ulufelerini zamanında alamıyor, alabilenin de maaşı değeri düşük akçelerle.
Sipahiler, Yeniçeriler ayaklanıp krizin sorumlusu gördükleri bazı devlet yetkililerinin, saray ağalarının kendilerine verilmesini istiyorlar. Tarihi filmlerimizdeki vurgusuyla “Kelle isterük…”. Saray çaresiz; 4 Mart 1656’da infazların çoğu sorgusuz sualsiz tamam.
“Vakvak şimdi meyvesini verdi”
İsyancılar da onların cesetlerini At Meydanı’ndaki çınar ağacına asıyor. Sarayın teşhir ettiği infazlar âleme, Yeniçeri’ninki herhalde saraya ibret. Olay tarihte Vaka-i Vakvakiye olarak anılıyor. Bilmeyen Disney Dünyası’ndan bir macera sanabilir.
O yakıştırma meyveleri insana benzediği rivayet edilen Vakvak Ağacı’ndan mülhem. Ahmet Cevdet Paşa’nın yıllar sonra “Tarih-i Cevdet”de kurduğu cümlesi de o baptan: “Şecere-i vakvak şimdi meyvesini verdi…”
“Tarihi bahisler”in cazibesi
Mitolojilerde de yer alan Vakvak Ağacı’na dair rivayetler öyle yaygın, inandırıcı ki… 25 Şubat 1939 tarihli Son Posta Gazetesi’nde o vakayı anlatan haberin başlığı “İnsan cesetlerinden meyve veren ağaç”. Kaynağı da sağlam… Haberi “tarihi bahisler muharriri” yazmış.
Tarihten keyfince, işine geldiği gibi bahsetmek gerçekten zevkli! Onun üzerinden “bahse girmek” de öyle. Tarihi dalları kullanıp iktidar ağacına tırmanan -o bahisten- meyvesini de topluyor vakvak. Bir kelâm, iki efsane, üç atasözü yetiyor. “Şiirsel” hamaseti de verdi mi tadından yenmez.
Okur değil yazarım…
“Yazma”sı da öyle olmalı ki durmadan tarih yazıyorlar. Suya yazıldığı için okunamıyor, o ayrı. O da n’apsın ekranlarda, sokakta dolaşıyor. Daha yeni uzayda tarih yazdık mesela… İlk astronotumuzla ilgili iki yazımda (“Mehtaplı gecelerde…”, “Serbest dalış: Pekiyi, çok iyi…”) değinmiştim birkaç ay önce: “Ayda yürüyemese de, yerel seçimde bir yerlerde yürür, ‘mehtâba çıkar’ tahminimce.” Öyle de oldu nitekim.
Hele kulaktan dolma efsaneler… “Efsane” demeye dilim varmasa da pek seviliyor. Lâkin “dörtnala gelip (de) Uzak Asya’dan” kaftanını, zırhını, üniformanı, sonradan takım elbiseni giydirdiğin “efsane”ni ezberinle Resmi Tarih yaptığında, her kanaldan yay(ınla)dığında fena halde can sıkıcı.
Tartışma da, iddialaşma da o “bahis”ten yürüyor maalesef. Oysa tarihin “resmi”si bunaltır, mitolojinin, mitolojik anlatının aykırılığı, “hafifmeşrepliği”, gökkuşağına nispet renkleri sohbete, ufkuna can getirir. O da ehlinden, kaynağından olursa tabii.
“Üstâd-ı kâmil” Kara Ali
Tarihe geçen cellâtlar da efsane. Sadece infaz türlerinin değil o sürecin, eziyetin, işkencenin de ustaları. Dönemin yaratıcılığına göre işlerinin araç-gereçleriyle idamların, “kurumsal linç”lerin gösterişli yelpazesinde zanaattan “sanat”a konuşturuyorlar maharetlerini. Bu konuda Batı’dan, Engizisyon’dan filan pek de geri olmadığımızı söyleyebiliriz sanıyorum.
Kara Ali mesela… Evliya Çelebi bile yazmış onu. “Üstâd-ı kâmil” olduğundan ama tüm cellâtlar gibi çehresinde nur kalmadığından söz etmiş: “Amma ne’ûzü billâh her birinin çehresinde nur kalmayup zehir damlar.” Okkalı bir tasvir… Günümüzün Türkçesine layıkıyla çeviremezsin. O nedenle de belki bize sıradan geliyor bazı şeyler!
Şöyle devam ediyor: “Kara Ali geçiyordu. Pazularını sıvamış, kılıcını beline bağlamıştı. Ucu aşıklı ve yağlı kementle kemerinde asılıydı. İşkence aletlerinden kelpeten, burgu, çivi, buhur-ı fitil, kanları temizleyen semin sünger, deri yüzen sıntıraş, bedene vurmak, kemikleri kırmak için ortasından ip geçirilmiş polad taş, çeşitli -bazen zehirli- göz milleri, kazıklar, malafa, çimşir işkence, el-ayak kırma baltası, demirkıl…”
Şairin katli dil belasından…
Yanlarında yardımcıları, “cellât yamakları” da var. Onlar da donanımlı… Kara Ali’nin ünlü yamaklarından birisi adaşı “Hamal Ali”ymiş. Onlarca mı desem, yüzlerce mi… Öldürdükleri arasında hiciv deyince akla gelen şair Nef’î de var. Sarayın odunluğunda öldürüldükten sonra cesedi Sarayburnu’ndan denize atılmış.
Katli dil belasından… Hicvi incelikli de olsa batıyor. Mesela ileri gelenlerden Tahir Efendi ona “kelp (köpek)” diyor. Yanıtı şiirsel: “Tahir Efendi bana kelp demiş, /İltifatı bu sözde zâhirdir, /Malikî mezhebim benim zira, /İtikadımca kelp tahirdir.”
Bugünün Türkçesiyle “Tahir Efendi bana köpek demiş, /belli ki bana iltifat ediyor, /çünkü benim mezhebimce /inancımca köpek temizdir”. Tabii “kelp tahirdir” derken, hem “köpek temizdir” diyor, hem de “köpek Tahir Efendi’dir” demiş oluyor.
Eğlenceli ibret-i âlem
Devlette infazların asıl sarayın girişindeki Babüsselam yakınında “cellatların infaz aletlerindeki kanları yıkadığı” Cellat Çeşmesi önünde veya Divan Meydanı’nda uygulandığını yazıyor bakabildiğim kaynaklar. Sürç-i lisanım oluyorsa, “efsane”lerden başım dönüyorsa tarihi “bahis”lerle ilgili uçarı hevesime verin.
İdam edilenlerin kesik başları da yine avludaki İbret Taşı’nda sergileniyor, bazen de mızrağa takılarak şehirde gezdiriliyor. Vaka-i Vakvakiye’deki gibi cesedin bir ağaca asılarak sergilenmesi de sık karşılaşılan bir durum. Ceset parçalara ayrıldıysa parça parça teşhiri de mümkünmüş.
İstanbul’daki Atmeydanı da infaz ve teşhirin popüler mekânlarından. “Eğlencelerin, yabancı konuklar için yapılan gösterilerin, şehzade, sultan düğünlerinin, sergilerin ve spor faaliyetlerinin düzenlendiği, hokkabazlar, kılıççılar, güreşçiler ve okçuların gösteriler yaptığı” bir mekân! İnfazlar, teşhirler dâhil bütün bu “geleneksel etkinlik”lerin merkezi “ibret-i âlem”e de fazlasıyla uygun tabii.
“Teşhir sanatı”nın incelikleri
İnfazın yanı sıra bazı kaynaklarda “Teşhir sanatı”nın da inceliklerine rastladım. İnfazdan sonra cesede belli bir şekil veriliyor. Sadece cellâdın performansı değil cesedin pozisyonu, duruşu da önemli… Seri katillerle ilgili filmlerden de biliyoruz bunu.
Öldürülen Müslüman ise sırtüstü yatırılıyor, kesik başı kolunun altına konuyormuş. Değilse “yüzüstü ve başı mabadının üstünde”… (¹) Genellikle ceset ve üzerindekiler cellâda ait. Öldürülenin yakınları cesedi ondan parayla alıyormuş. Bazı durumlarda ise doğru denize…
Bin parça Ahmet Paşa
Artık gerçek midir, rivayet mi -ben- bilmem… Devlet adamı Ahmet Paşa iri yapılı birisiymiş. Kara Ali ve yamağı Hamal Ali iki ucundan tuttukları “kemend”le boğarak öldürmüşler. Birkaç Yeniçeri de “İnsan yağı eklem ağrılarına iyi geliyor” diyerek Ahmet Paşa’nın etlerini lokma lokma doğrayıp beşer onar akçeye satmış.
Öyle ki bu nedenle ölümünden sonra ona Hezarpare (bin parça) Ahmet Paşa demişler. Eh infazda süreç, araçlar “zengin”, cellâtlar usta, yaratıcı olunca hikâyesi de öyle oluyor, hikâye yaratıcısı/anlatıcısı da şevke geliyor.
“Hükm-i Sultan olmasa…”
Evliya Çelebi’nin “Hükm-i Sultan olmasa hatâ gelmez cellâddan” sözü bir kıyıda dursun… Teşhir devletin gücünü göstermek ki, bunun yasal ayarı bugün değişse de bazen ayar tutmuyor. Nesilden nesle eski kelimeler kullanımdan kalkarken, “ibret-i âlem”in yeri bâkî.
Mümtaz Arıkan’ın derlediği, resimlediği “Tarihte Bugün” sayfalarında Vaka-i Vakvakiye ile aynı gün manşeti paylaşan ikinci olay da aradan 254 yıl geçmesine rağmen benzer. İlki zorbaların talebiyle yargısız infaz, “kurumsal linç”le adam asmaca… İkincisi zorbalıkla, sorgusuz sualsiz, döve parçalaya ağaca asma. “İbret-i âlem” için linç.
Linç edip “hatıra eşyası” aldılar
Dallas’ta evlerde tamircilikle geçinen 65 yaşındaki Allen Brooks üç yaşındaki bir kız çocuğuna tecavüze teşebbüsle suçlanıyor. Çocuk beyaz, Brooks siyah… Sadece bir iddia ama “çok makul şüphe” tabii! Beyazla siyahı toplumsal palete koyunca “gri” tonlar elde edilmiyor asırlar süren dönemde. Beyaz beyaz, siyah “zenci”…
4 Mart 1910’da toplanan beş bin kişilik kalabalık Brooks’u şerifin, polislerin elinden alıyor ve boynuna bir ip geçirerek döve döve sürüklüyor. Ardından da bazı kaynaklarda bir ağaca, bazısında bir direğe asılıyor. Linçe katılanlar Brooks’un giysilerini parçalayıp, “hatıra eşyası” da almışlar.
Tuskegee Enstitüsü’nün kayıtlarına göre 1877-1950 yılları arasında 4 bin 084 siyah erkek, kadın ve çocuk ırkçı linç kurbanı. (Dallas Tarih Derneği’nin arşivinden alınan ve olaydan bir-iki saat sonra çekilen yukarıdaki fotoğraf Brooks’u linç eden, “şenliği” seyre gelen kalabalıktan bir kesiti gösteriyor.) Böyle olaylara bakınca 1939’daki muharririn “İnsan cesetlerinden meyve veren ağaç” haberi farklı derinlik kazanıyor. Bazı meyveler her mevsimde zehirli. Ama yeniyor, yediriliyor. Hazmı da bünyeye göre.
ZAFER LİNÇİ: “MAĞLUBUN KANI”
Askeri darbeler her mânâda linçini, işkencesini, infazını-idamını da yanında getiriyor. Bir bakıma linçi, linç girişimini güncelleyen önceki yazıma da, meramıma da tercüman olan bir hikâyeyi aktarmak istiyorum. Oya Baydar’ın “Mağlubun Kanı”, aklı, izanı, vicdanı, duyguları, “insan”ı, kitleleri zehirleyen bir “zafer”in de hikâyesi. Başlangıçtaki -güdül(en)meye açık- duygudaşlıktan, ezberden öte linç bir tür zaferin de ifadesi:
“Zafer bizimdi ya da öyle sanıyorduk. Postallar, tanklar, cüppeler yürümüştü iktidarın üstüne. Kır At gemlenmiş, “Yeter! Söz milletindir” diyenler alaşağı edilmiş, dünün muktedirleri, neden düşman olduğumuzu bilmediğimiz düşmanlarımız, yenilmişti.
Dün, göstericileri dağıtmaya çalışan atlı polislerin ayaklarının altından kaçışırken bugün marşlarımızla, hürriyet türkülerimizle, bayraklarımızla tankların üstünde, sokaklarda, meydanlarda, anfilerde, sınıflarda zaferimizi kutluyorduk. Devrimciydik; devrimin sloganı “Ordu-gençlik el ele”ydi çoğumuz için. Demokrat Parti iktidarı karşıdevrimdi. Yıllardan 1960, mevsimlerden bahardı.
“Kuyruğu” yola getirmek
Sesleri, bağırışları, küfürleri koridorun öteki ucundaki anfiden, dersten çıkarken duyduk. “Halk mahkemeleri iş başında. Bizimkiler bir ‘kuyruğu’ yola getiriyorlar,” dedi arkadaşım. Merak, heyecan, huzursuzluk; ve intikam duygusunun tatlı sert buruk tadı… Seslerin geldiği tarafa seyirttik. Onu; ellerinde sopalar, kaim ipler olan beş-altı kişilik gruba yaklaşınca tanıdım. Yüzü gözü kan içindeydi, ağzından kan sızıyordu, bir gözü yediği yumruklardan şişmiş, kapanmıştı. Elleriyle yüzünü, kafasını korumaya; tekmelere, sopalara karşı direnmeye çalışıyor, başaramıyordu.
Anadolu çocuğuydu. (…) Yoksuldu, bir yarıyıl boyunca üstünde aynı pantolon, soğukta aynı kazak, karakışta belli ki birinin verdiği kolları kısa gelen eprimiş ekose bir ceket… İktidar partisinin gençlik örgütündendi. Ajan olduğunu, öğrencileri polise ihbar ettiğini söylerlerdi. Belki de doğruydu. Tacizlere, hakaretlere, ajan suçlamalarına aldırmaz, inanılmaz bir dirençle partisini savunur, propaganda broşürleri dağıtır, gençlik kollarına üye yazmak için çırpınırdı.
“Yanlış zaman, yanlış yer” linçi
Yanlış zamanda yanlış yerdeydi; tek güvencesi aynı siyasal çizgiyi, aynı inancı paylaşan birkaç öğretim üyesi, bir de iktidarın havada dolanan ruhuydu ki şimdi hepsi buhar olmuş, şiddetin ortasında yapayalnız kalmıştı. Tekme tokat yiyerek yere düştüğünü, beş-altı kişinin birden yerde kıvranan çocuğun üstüne çullandıklarını gördüm.
Sonra göğsüme kapkara bir yumru tıkandı, başım döndü. Sonra…“Durun! Durun! Durun!” Kendi çığlığımın dehşetine kapılmış avaz avaz bağırarak etten, kemikten, kandan kocaman bir top olmuş azgın grubun ortasına atılıyorum. “Durun! Durun! Durun!”Şaşkınlıkla açılıyorlar, susuyorlar, duruyorlar.
“Birlikte ders dinliyorduk”
Kendimi büyük bir sessizliğin ortasında, kurbanla karşı karşıya buluyorum. İki büklüm diz çökmüş, elleriyle karnını bastırıyor. Yüzü, belki de kafası kanıyor. Gözlerinden akan yaşlar kanların arasından süzülüyor. Bir an bana bakıyor, beni tanıyor, gülümsemeye çalışıyor. Açık kalmış tek gözündeki derin acı yırtılmış dudağının kenarında belli belirsiz bir gülümsemeye, bir teşekkür çizgisine dönüşüyor.
Aynı anda biri kolumdan tuttuğu gibi kenara fırlatıyor beni. “İşimize karışma!.. Devrim mahkemesinin kararma karışma!” Yerde sürükleyerek götürdüklerini görüyorum. Kurbanla cellatları, daha birkaç gün önce aynı sıralarda oturmuş ders dinliyorlardı, birlikte ders dinliyorduk.
Başım dönüyor, yere çöküyorum. Parmaklarımda kan. Midem bulanıyor, kusmak üzereyim. İster zalim, ister mazlum olsun tarihin bütün mağluplarının acısı, kederi bir daha sökülmemecesine içime oturuyor. “Hak etmişti,” diyor biri. Parmaklarımda kan, yüreğimde acı; utanıyorum. Zulüm üzerine kurulu bir zaferin parçası olmak istemiyorum.
Kalabalığa karışmak…
Yıllar sonra rastlaştık: Bir barış yürüyüşünde… Onca insan arasında o beni tanıdı, ben hatırlamakta güçlük çektim. Saçları ağarmıştı. Giyimi kuşamı da düzgündü. Gözünde, bir camı dumanlı tuhaf bir gözlük vardı. “O gün oldu,” dedi, ‘Durun, diye bağırıp yanıma gelmeseydiniz daha da beter olurdu.’ ‘Siz’ demesini garipsedim, ‘sen’ demesini isterdim.
Yanağındaki derin kesik izini gördüm. Topallıyordu. ‘Bacağım fena kırılmış, bir daha iflah olmadı,’ dedi. Bir süre yan yana sessizce yürüdük. ‘İnanmayacaksınız ama yıllardır sizinle aynı cephedeyiz, aynı harekette,’ dedi mahçup, kırık bir sesle. ‘Korkmayın muhbir değilim, ajan değilim, o zaman da değildim zaten,’ diye ekledi. Cevap vermedim, bir fırsatını bulup kalabalığa karıştım.”
(¹) Burcu Baş, “Osmanlı Devleti’nde Cellatlar ve Cellat Ocağı”, OTAM, 2021.