Vize

Schengen ülkeleri için vize müracaatında bulunanlara ret oranının dört kat arttığı; ABD vizesi için bir yıl beklemek gerektiği; iş insanları, öğrenciler, gazetecilerin, vs aşılması güç engellemelerle karşılaştıkları basında sık sık dile getirilir oldu. Kimisine göre, bu durum Batı ülkelerinin Türklere ayırımcı muamelesinin bir göstergesi, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’ne göre ise, iktidarı vatandaşının gözünde zor durumda bırakmak için yapılan kasıtlı bir hareket… Öyle mi acaba?

Türk vatandaşlarının yıllardan beri başta Schengen ülkelerinde ama onların dışında birçok başka ülkede muhatap oldukları vize ve seyahat kısıtlamaları son zamanlarda artarak tekrar gündeme geldi. Covid-19 salgınının ilk dönemlerindeki panik havası yayıldığında seyahat imkanları tüm dünyada büyük ölçüde sınırlanmışken, Türklerin karşılaştıkları engeller o kadar dikkat çekmemişti. Gerçi “Economist” dergisine bakılırsa bu engeller sadece Türkiye’ye değil birçok başka gelişme yolundaki Asya ülkelerine de uygulanmaktadır.

Ancak son haftalarda zaman içinde bu engellerin arttığı, Schengen ülkeleri için vize müracaatında bulunanlara ret oranının dört kat arttığı; ABD vizesi için bir yıl beklemek gerektiği; iş insanları, öğrenciler, gazetecilerin, vs aşılması güç engellemelerle karşılaştıkları basında sık sık dile getirilir oldu. Kimisine göre, bu durum Batı ülkelerinin Türklere ayırımcı muamelesinin bir göstergesi, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’ne göre ise, iktidarı vatandaşının gözünde zor durumda bırakmak için yapılan kasıtlı bir hareket…  Çözüm olarak ise, medya ile muhalefetin tek önerebileceği yol, Türk vatandaşlarına vize uygulayan ülkelerin vatandaşlarının Türkiye’ye ziyaretlerinde aynı güçlüklerin çıkartılması olmuştur. İktidarın sorunun köküne bakmaması şaşırtıcı değil, ancak muhalefetin de bunu yapmak istememesi üzücüdür. Dış politika söz konusu olduğunda muhalefet partilerinin sürekli sınıfta kaldıklarını bu örnekte bir kez daha görüyoruz.

Oysa eskiden bu durum böyle değildi.  Öğrencilik yıllarımın geçtiği İngiltere’de yaşarken “umuma mahsus” pasaportla ve vizesiz olarak Avrupa’yı boydan boya karayoluyla birkaç defa kat ettiğimi hatırlıyorum. O tarihlerde kıtanın yarısı Doğu Blokunda, diğer yarısı ise Schengen’den çok önce Batı Blokunda olduğu için ayrı ayrı hudut rejimleri altında yaşıyordu. Ona rağmen hiçbir engelle karşılaştığımı hatırlamıyorum. Hatta, İtalya-Fransa hududunda esrar kaçakçılığı yaparken yakalanan diplomatik pasaport hamili bir MHP senatöründen birkaç gün sonra aynı noktaya geldiğimde bile ancak üstün körü bir kontrolden geçmiştim.

Demek oluyor ki, o tarihlerde Türk vatandaşları Avrupa’da serbest bir şekilde dolaşabiliyorlardı. O dönemde ayırımcılığa muhatap olmayıp da sonradan güçlüklerle karşılaşmalarının nedenlerine belki bakmakta fayda var.

1960 ve 1970’li yıllar Türk işçilerinin birçok Batı Avrupa ülkesinde çiçeklerle karşılandıkları, İkinci Dünya Savaşı sonrasındaki hızlı kalkınma ve yaraları sarma döneminde bu sürece önemli katkıları olduğu malum. Kısa zamanda milyonlarca Türk vatandaşı Avrupa’da iş buldular, gittikleri her yerde el üstünde tutuldular.  İsteyen herkese bu ülkelerde iş bulunduğu için herhangi bir seyahat engeli ile karşılaşmaları söz konusu olmadı.

Bu durum 1973 yılında meydana gelen “petrol şokunun” yarattığı ekonomik buhranın neticesinde yavaş yavaş değişmeye başladı. Artık bu ülkelerde yabancı işçiye ihtiyaç kalmamıştı. İlk önce İsveç 1976 yılında Türk vatandaşlarına vize mecburiyeti koydu. Almanya zamanın Başbakanı Süleyman Demirel’e Türkiye’den çıkışlarda bir denetim mekanizması kurulmasını önermiş, Demirel bunun seyahat özgürlüğünü kısıtlamak anlamına geleceğini ve kendisi için şayanı kabul olmadığını söyleyince, Almanya vizeyi yapıştırmıştır. 1980 askeri darbesinden sonra yüz binlerce Türk vatandaşı Avrupa ülkelerine sığınıp, oralarda siyasi mülteci statüsü kazanınca artık tüm Avrupa ülkeleri hızla vatandaşlarımıza vize uygulamaya başladı.

Yıllar içinde birbirini takip eden hükümetler, sorunun kökenine gitmektense, üstün körü bir şekilde vatandaşlarımıza vize uygulayan ülkelerin vatandaşlarına hudut kapısında “ayak bastı parası” anlamına gelen ancak vize olarak adlandırılan bir bandrol sistemini uygulamaya başladı. Bu tabii göz boyama ve kamuoyunu bir şeyler yapıldığı yönünde ikna etmeye yönelik boş bir hareketten ibaretti.

Zaman içinde durumda herhangi bir düzelme olmadı. Ancak özellikle kara nakliyesi sektöründe çalışan ve AB ile Ortaklık Anlaşmamızın “hizmet sunucuları” için öngördüğü kolaylıklardan yararlanan bazı vatandaşlarımız konuyu ilgili ülkelerin mahkemelerine götürdü, onlar da bu kişilerin durumunu Avrupa Birliği Adalet Divanına taşıdı, Divandan da vatandaşlarımızın lehine kararlar çıkmaya başladı. Gerçi başta Almanya olmak üzere ilgili ülkeler bu kararları içtihat olarak görmeyip, sadece dava konusu kişilere uygulayarak, kötü niyet göstermişlerdi.

Konuyu çıkmaza sokan sebeplerden biri de ülkemizdeki ekonomik ve siyasi istikrarsızlık ve onun neticesinde artan kaçak göç olmuştur. 1999 yılında ülkemiz AB Helsinki zirvesinde üye adayı olarak ilan edilip, üyelik perspektifi gözükmeye başlayınca serbest dolaşım konusu da gündeme gelmiş, ancak o zamanki hükümet bence haklı olarak konuyu ön plana çekmeye çalışmamıştır. Aksine bir davranış, adaylık sürecini o anda bitirecekti.

Neden mi? Özellikle Almanya’da o tarihlerde bile Türk vatandaşlarına vize kalktığı takdirde muazzam bir göç hareketinin gerçekleşeceği yönünde bir inanç vardı. O tarihlerde Dışişleri Bakanlığında AB ile ilişkilerden sorumlu Genel Müdürdüm.  Almanya Büyükelçisinin bana vize kalktığı takdirde 7 milyon Türk vatandaşının Almanya’ya göç edeceğini hesap ettiklerini söylediğini hatırlarım. Ben bu rakama tepki gösterip, hesabı nasıl yaptıklarını sorguladığımda tabii somut bir cevap verememişti. Ancak, bu bile Batı Avrupa’da Türklere kapıları ardına kadar açmanın sonuçları konusundaki isteksizliğin bir göstergesidir.

Nitekim, Gümrük Birliğinin tamamlanması ve adaylık statüsünün verilmesinden sonra hizmet alımları konusunda yeni bir anlaşma müzakere etme teşebbüslerimiz, sınırlı bir anlaşmanın bile hizmet sunucusu vatandaşların AB ülkelerinde dolaşımına yol açabileceği endişesiyle Almanya ile Avusturya’nın isteksizliği ile karşılaşmıştır.  Bu tür bir anlaşma zaman zaman gündeme getirilse dahi aradan geçen seneler içinde yapılamamıştır.

Ancak bu arada AB’nin birçok yakın ve uzak komşu ile yaptığı vize muafiyeti anlaşmaları ve Divanın Türk vatandaşları lehine aldığı kararların yarattığı baskı AB Komisyonunu harekete zorlamıştır. Vizelerin tamamen kalkmasının kontrol edilemeyecek bir göç dalgasına yol açacağı endişesini zaman içinde bertaraf itmek için, AB nezdinde Büyükelçi olduğum dönemde Komisyon bir yol haritası hazırlamıştı. Bu yol haritasına göre, adım adım vize kolaylığına gidilecek, ilk önce iş insanlarına kolaylıklar sağlanacak, bu kolaylıkların bir göçe yol açmayacağı sonucuna varıldıktan sonra, diğer öncelikli grup olan öğrencilere kolaylıklar sağlanacak, yine bu kolaylıkların büyük bir göçe yol açmadığı ortaya çıkarsa, müteakip kategorilere geçilecekti. Amaç, göç endişesinin varit olmadığı konusunda başta Almanya ve Avusturya’yı ikna etmekti.  Bu tür bir anlaşmayı AB, o zamanlar Rusya ile de akdetmişti. Bu anlaşma Rus vatandaşlarının AB ülkelerine girişlerini çok kolaylaştırdığı gerekçesiyle Ukrayna savaşının bir sonucu olarak geçtiğimiz günlerde askıya alındı.

Ne yazık ki zamanın Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, benim telkinlerime rağmen öneriyi elinin tersiyle reddetti ve her zaman yaptığı gibi maksimalist bir yaklaşımla vizelerin tamamen kalkması yönünde ısrar etti. Tabii bu gerçekleşmedi. Oysa kolaylaştırma yolunu kabul etmiş olsaydık, belki bugüne kadar vize sorunu çözülmüş olabilir, en azından bugünkü durumdan daha iyi bir konumda olurduk.

Aradan birkaç yıl geçip de Suriye mülteci krizi patladığında bu sefer Başbakan olan Ahmet Davutoğlu, mülteci anlaşmasına vize muafiyeti konusunu yapıştırmak istedi. AB ile yapılan müzakerelerde 72 kriter üzerinde anlaşmaya varıldı. Bunların önemli bir bölümü gerçekleşmesi kolay olan teknik konulardı. Ancak beş tanesi ciddi hukuki değişiklikler gerektiriyordu. En önemlisi terör kanununun üyesi olduğumuz Avrupa Konseyi standartlarına uyarlanmasıydı.  Buna göre, sadece bilfiil terör eylemleri suç sayılacak, örneğin flama sallamak suç olmayacaktı. Bu konuda Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği Komisyonunun yetkilileriyle bazı çalışmalar da yapıldı. Ancak 15 Temmuz 2016 darbe girişimi bu çalışmalara son verdi.

Gerçekten de darbe girişimi sonrası iş iyice çıkmaza girdi. 2015 yılında Türkiye’den Avrupa ülkelerine iltica eden insan sayısı birkaç bine kadar inmişken, darbe girişimden sonraki yıllarda bu rakam patladı ve yılda birkaç yüz bini buldu. Türkiye tarihinde ilk defa resmi pasaport sahibi asker ve sivil memurlar görevli oldukları ülkelerde siyasi iltica talebinde bulundu ve bu talepler genelde kabul edildi. Tabii bu insanların kimler tarafından ve hangi nedenlerle yurt dışına atandıkları Türkiye’de sorgulanmadı.

Dolayısıyla bu ilticacı akını AB ve ABD’yi ürkütmüş, Türkiye’den gelecek vize taleplerini ince eleyip sık dokumaya mecbur etmiştir. Hatta basın haberleri doğruysa, Meksika üzerinden ABD’ye gayrı meşru yollardan girmeye çalışan Türk vatandaşı sayısı birdenbire artınca, Meksika hükümeti artık Türk vatandaşlarına vize vermeyi durdurmuş. Aynı şekilde Erasmus programı ile yurt dışına giden öğrencilerde geri dönmeme oranının yükselmesi de hayra alamet değil. Bazı Belediyelerin ücret karşılığında sportif ve folklorik faaliyetler iddiasıyla vize gerektirmeyen resmi (gri) pasaport çıkarttıkları ve bu pasaportları alanların nerede ise tamamının ülkeye geri dönmediği ortaya çıkınca, resmi pasaportlara da vize uygulamasının yaklaştığı söylenebilir. Gidip de geri dönmeyenlerin hepsinin siyasi sebeplerle kaçmak istediği söylenemez. Önemli bir bölümünün ekonomik durumun vahametinin zorlamasıyla kendilerine daha iyi bir hayat bulmak için yurt dışına gitmeyi hedefledikleri şüphesizdir.

Dolayısıyla bu sorunun çözümü, Avrupa ülkeleri vatandaşlarına vize uygulamak suretiyle turizm sektörümüze kurşun sıkmak değil, değerli meslektaşım Büyükelçi Namık Tan’ın T24 sütunlarında belirttiği gibi Türkiye’nin demokratik hukuk devleti haline gelmesiyle iltica sorununun ortadan kalkmasında olabilir. Ve tabii ekonomik durumun düzelmesi de sağlanabilseydi, vatandaşlarımız, refahı Avrupa’da aramak mecburiyetinde kalmazlardı. Nitekim, Türkiye ile birlikte 1960’lı ve 1970’lı yıllarda Avrupa’ya işçi gönderen İtalya, İspanya, Yunanistan ve Portekiz gibi ülkelerin vatandaşları ülkeleri Avrupa Birliğine üye olduklarında büyük ölçüde yuvalarına geri döndüler.

Ancak ne yazık ki içinde bulunduğumuz ortamda siyasi ve ekonomik durumun göçü gereksiz hale getirecek düzeyde düzelebileceğini söylemek mümkün değil. Bu itibarla vize çilesi daha uzun bir süre boyunca vatandaşlarımızın onurunu kırmaya devam edecektir.              

Tabii, Türk pasaportlarının değerinin nerede ise sıfırlandığı, yurt dışına çıkmak isteyen vatandaşlara potansiyel kaçak göçmen veya ilticacı gözüyle bakıldığı dönemde, pasaportların üzerindeki İngilizce “Republic of Turkey”in “Republic of Türkiye” olarak değiştirilmesi muhakkak ki iktidar tarafından ülkenin itibarını yükseltecek bir adım olarak takdim edilecektir. Belki inanan çıkar ama vize kuyruklarında perişan olanların bunların arasında olacağını sanmıyorum.   

- Advertisment -