Dış politika tercihlerinin seçmeni çok fazla etkilemediği sık sık dile getirilen bir sözdür. Son olarak Prof. Dr. Mustafa Aydın’ın koordinatörlüğünde yayınlanan çok değerli “Türkiye Eğilimleri-2022” adlı raporda ekonomide yaşanan sorunlar (%28,9), terörle mücadele (%15,4), mülteciler (%9,4), hak ve özgürlüklerin kısıtlanması (%7,8) sırayla en önemli sorunlar olarak yer alırken dış politika sorunları %4,6 oranının altında kaldığı için sıralamada yer almamaktadır.
Gerçi terörle mücadele ile mülteciler sorunlarının dış bağlantıları mevcut veya en azından öyle olduğuna inanılması istenmektedir. Nitekim iktidarın dış politikasının temel unsurlarından biri terörün kaynağının yurt dışı desteklerde olduğu, bu destek kesilmeden terörle baş edilemeyeceği, diğer taraftan da mülteci sorununun ancak başta Suriyeliler olmak üzere ülkemizde birikmiş düzensiz göçmenlerin tercihan kendi iradeleriyle, bu mümkün değilse de Esat rejimi ile bir anlaşmaya varmak suretiyle bunları her hal ve karda ülkelerine iade etmek yoluyla çözülebileceği yolundadır.
Ayrıca, iktidar son yıllarda ABD ve AB başta olmak üzere Batı dünyasıyla ilişkileri iyice gevşetmiş, hatta bir karşılıklı güvensizlik atmosferi yaratılmıştır. İktidarın bu ilişkiyi düzeltmek için çok fazla bir gayret harcamadığı, tersine Batı ülkeleriyle mevcut gerginliğin kendisine kamuoyu gözü önünde puan kazandırdığı görüşüne sahip olduğu izlenimi yayılmaktadır. Nitekim, İsveç ve Danimarka’da bir meczup tarafından Kuran yakma eyleminin Rusya’nın provokasyonu ile manipülasyonunun eseri olduğu iyice anlaşıldıktan sonra dahi iktidar bu olaylardan dolayı İsveç’i “cezalandırma” hedefinden ayrılmamıştır. Bunun neticesinde ve onunla birlikte Finlandiya’nın NATO’ya tam üye olarak girmelerini geciktirmek suretiyle Rusya diktatörü Putin’in işini gördüğü intibaı Batıda iyice yerleşmeye başlamıştır. Gerçi son günlerde Finlandiya’nın adaylığının İsveç’inkinden ayrılarak seçimlerden önce onaylanabileceği rivayeti dolaşmaya başlamışsa da bunun iki ülke arasına nifak sokmayı amaçlayan bir manevra olarak görenlerin sayısı az değildir. Buna paralel olarak Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yıllardır herhangi bir Batı başkentine ikili bir ziyaret çerçevesinde gidememiş olması, Batı ile ilişkileri geliştirmek konusundaki iradesizliğinin kanıtı sayılmalıdır. Son olarak Ocak sonunda Almanya’ya yapacağı ziyaretin esas amacının Alman karşıtları ile görüşmek değil, AKP’nin oy deposu olarak gördüğü Almanya’daki Türk vatandaşlarına hitap etme fırsatı aramak olduğu, buna izin çıkmayınca da seyahatten tamamen vazgeçmiş olduğu Alman kaynaklarında yer almıştır. Ziyaretin yapılmamış olmasının gerçek nedeni bu ise üzücüdür. Nerede ise hiçbir Batılı lider ile ikili bir toplantı veya ziyaret vasıtasıyla görüşme yapılamazken Putin ile takriben her ay yüz yüze görüşmeler yapılması ve ayrıca düzenli bir şekilde telefonda görüşülmesi Batıda Türkiye’nin ekseninin kaymakta olduğunun göstergesi olarak görülmektedir.
“Türkiye Eğilimleri-2022” raporu bu politikanın ne ölçüde akis uyandırdığı sorusuna cevap teşkil etmek bakımından çok faydalıdır. Tabii verilen bazı cevaplar arasındaki tutarsızlıklar soruların muhataplarının en azından bazı konularda kafa karışıklığı içinde olduklarını düşündürmektedir. Örneğin Türkiye için tehdit oluşturulduğu düşünülen ülkeler sıralamasında birkaç Avrupa Birliği (AB) ülkesi varken, AB üyeliğine destek son yıllarda düzenli bir şekilde artmakta ve 2022 yılında %61,2’ye kadar ulaşmaktadır. Oysa 2016 yılında üyeliği destekleyenlerin oranı %45,7, karşı çıkanların oranı ise %54,3 idi. Bir tek 2016 yılında, belki 15 Temmuz darbe girişiminin ve Batı ülkelerinin bunu desteklediği veya en azından karşı çıkmadığı algısının etkisiyle, AB üyeliğine taraftar olanların sayısı karşı olanlarınkinden daha az olmuştur.
Araştırma, NATO üyeliğinin önemli/çok önemli olduğunu düşünenlerin oranının %44,2 olduğunu ve bir yılda %58’den bu orana düştüğünü göstermektedir. Bu durum medyada ulusalcı/Avrasyacı akım ve özellikle son zamanlarda da iktidarda NATO aleyhinde yaratılan algıyı yansıtmaktadır muhakkak.
İktidarın Suriye politikasını destekleyenlerin oranının (%34,8) desteklemeyenlerin (%28,3) oranından daha fazla olması da dikkat çekmektedir. Sınır ötesi operasyonlara desteğin de yıllar içinde arttığı ve desteklemeyenlerin oranından biraz fazla olduğu görülmektedir. Esad rejimi ile görüşmeyi destekleyenlerin oranının (%33,9) karşı çıkanların oranından (%41,4) bir miktar daha düşük olduğu, ancak bir önceki yıla göre arttığı anlaşılmaktadır. Bekleneceği üzere halkın önemli bir çoğunluğu sığınmacıların mevcudiyetinden gayrı memnun gözükmektedir.
Ancak genelde bu araştırma iktidarın dış politikasına halkın çok karşı olduğu izlenimini vermemektedir. Genelde ülkemizin dış politika sorunlarına seçmenin bakış açısının desteklediği partinin görüşleri tarafından etkilendiği görülmektedir. Halkın %40,3’ünün kendisini siyasal İslamcı veya muhafazakar olarak tanımlaması kalan kısmın ise birbirleriyle pek uyuşmayan farklı kategorilerde görmesi bu durumu belki izah edebilir.
Bu durumda yaklaşan seçimlerin neticesinde iktidar değişmezse dış politikanın ne içeriğinde ne de üslubunda bir değişikliğin meydana gelmesi için seçmenden bir baskı geleceğini söylemek zor. Belki tek farklılık halkın önemli bir çoğunluğun iktidarın artık pek önemsemediği AB üyeliğine taraftar olmasında görülebilir. Ancak hangi iktidar gelirse gelsin AB üyeliğinin gözle görülebilecek bir zaman perspektifinde gerçekleşmeyeceği açık olduğuna göre AB üyeliğine taraftar olmanın iktidarlar üzerinde çok büyük baskı unsuru yaratacağını söylemek mümkün değil. Kaldı ki mevcut iktidarın AB ile ilişkilerin normalleşmesi için içeride ve dışarıda atılması şart olan adımları atmaya niyetli olmadığı artık gayet açıktır.
Bu ortamda geçtiğimiz hafta yayınlanan Millet İttifakının Mutabakat Metnindeki dış politika bölümündeki hedeflerin seçmen baskısıyla belirlendiği de iddia edilemez. Yine de mevcut politikalardan çok büyük farklılıklar arz etmesi açısından üzerinde durulmasında yarar vardır şüphesiz.
Bu yazının kapsamı metindeki bütün noktaları ayrıntılı bir şekilde incelemeye el vermiyor. Zaten yayınlandığından bu yana Mutabakat Metninin dış politika, güvenlik ve göç ile ilgili bölümleri çeşitli açılardan oldukça kapsamlı değerlendirmelere tabii tutuldu. Sadece en önemli gördüğüm noktalar üzerinde duracağım. Haliyle başka birisinin gözünde farklı içerikler farklı önem derecelerine sahip olabilir.
İlk önce metnin dış politika bölümündeki üslup ve yaklaşımın bugünkü iktidarınkilerden son derece farklı olduğunu vurgulamak gerekmektedir. Dış politikada karşılaşılan tüm sorunların çözümü için saldırgan bir tavır değil de diyalog, uzlaşı, hatta gerektiğinde uluslararası hukuk yollarına müracaat edilmesinin kapısının aralanması son yıllarda takip edilen çizgiye nazaran inanılmaz ölçüde büyük farklılık göstermektedir.
Benim gözümde AB ile yeni bir başlangıç imkanını gündeme getirebilecek reform ve politika değişikliklerinin metinde açıkça belirtilmiş olması en fazla dikkat çeken noktalar arasındadır diyebilirim. Şöyle ki yıllardan beri buzdolabında olan ilişkilerin yeniden canlandırılmasının AB gözündeki şartlarına metnin değişik yerlerinde yer verilmesi kanaatimce çok önemlidir.
Örneğin, yıllardır yerinde sayan vize serbestleşmesi müzakerelerin takılmasının iki başlıca nedeninin biri olan kişisel verilerin korunması kurulunun bağımsız ve tam yetkin olacağı belirtilmektedir. Bu AB tarafının yıllardır dile getirdiği taleplerden biridir. Diğer ve hatta daha da önemli bir talep ise terörle mücadele kanununun ülkemizin de kurucu üyesi bulunduğu Avrupa Konseyi standartlarına uygun bir hale getirilmesiydi. Bu konu açıkça dile getirilmemekle beraber, metinde terörle mücadelede Avrupa Konseyi, Birleşmiş Milletler ve Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı gibi örgütler bünyesinde kabul edilen belge ve kararların dikkate alan bir yaklaşım sergileneceği ifadesi Terörle Mücadele Kanunun Avrupa’da geçerli standartlarla uyumlaştırılmasına yol açacağı şeklinde yorumlanabilir. Gerçek niyet bu ise, böyle bir reform sadece vize sıkıntısının hafiflemesine ve zaman içinde ortadan kalkmasına yol açmayacak, aynı zamanda ve daha önemlisi ifade özgürlüğü, siyasi baskıların kalkması gibi alanlarda çok önemli iyileştirmelere yol açacaktır. Bu suretle Türkiye’de uygulanan terörün tanımı ile AB ülkelerindeki tanımı arasındaki uçurumdan dolayı karşılaştığımız birçok sıkıntı ortadan kalkacak ve yurt dışına siyasi iltica amacıyla kaçanların sayısı belki sıfırlanabilecektir. Millet İttifakı 244 sayfalık programından sırf bu vaadi yerine getirecek olsa dahi Türkiye bambaşka ve gerçekten özgür bir ülke haline gelecektir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararlarının uygulanacağı vaadi de bu çerçeveye oturtulmalıdır.
AB’nin ilişkilerin canlandırılması şartı olarak görmek istediği başlıcalarını özetlediğim kapsamlı reformlara ilaveten komşularla ilişkilerimizde yumuşama da yer almaktadır. Özellikle Yunanistan’la ilişkilerde sık sık tekrarlanan ve tehditkar olarak görülen söylemler AB’ni rahatsız ettiği gibi Yunanistan’a her fırsatta saldırı tehlikesi altında olduğunu iddia etmek imkanını vermek suretiyle kendi ayağımıza kurşun sıkmamıza da yol açmaktadır. Metinde bu söylemin tersine Ege denizinin bir barış ve işbirliği alanı olarak görüldüğü, sorunların diplomasi, diyalog ve müzakere yoluyla, uluslararası hukuk ve hakkaniyete dayalı şekilde çözüleceği vaat edilmektedir. Doğu Akdeniz’de yalnızlaştırıldığımız kabul edilmekte ve sorunların çoklu müzakere yoluyla yani bölge ülkeleriyle birlikte sonuç alınmasına öncelik verileceği belirtilmektedir. Tabii bölge ülkelerin tamamının BM Deniz Hukuku Sözleşmesine taraf olmaları nedeniyle bir müzakere ortamı ortaya çıktığında bağlı olmadığımız bu Sözleşmeyle karşı karşıya kalma ihtimalimiz çok kuvvetlidir. Ve tabii bu ifade dahi muhalefetin de iktidar gibi “Mavi Vatan” söylemini terk ettiğinin açık bir göstergesidir.
Metinde Kıbrıs ile ilgili olarak öngörülenler de ilginç. İktidarın Kıbrıs’ta iki bağımsız devletin karşılıklı ve uluslararası toplum tarafından tanınmasına dayalı bir çözüm üzerinde ısrar etmesi üzerine kopmuş olan toplumlararası müzakerelere geri dönüş sinyali metinde verilmektedir. Şöyle ki metinde iki bağımsız devlet yerine iki toplumun egemen siyasi eşitliğinden bahsetmek suretiyle Birleşmiş Milletler parametrelerine avdet edileceği işareti veriliyor. Bu da AB ve ABD ile ilişkilerde bir kapı daha açma imkanını sağlamaktadır.
Metinde Rus S400 füzelerinin iktidar tarafından satın alınması üzerine çıkartıldığımız F35 projesine dönülmesi için girişimlerde bulunulacağı öngörülmektedir. S400’lerden metinden bahsedilmemekte olması bunu yazanların öyle bir sorundan habersiz olmaları anlamına tabiatıyla gelmemektedir. Sorunun çözümü için mevcut çeşitli seçeneklerin herhangi birisine bağlanmak istememeleri daha kuvvetli bir ihtimaldir.
Metinde yer alan programın bir hayli iddialı olduğuna şüphe yoktur. Bunun tamamının gerçekleştirilmesi hele bir koalisyon döneminde pek mümkün görülmemektedir. Kaldı ki uluslararası sorunların çözülmesi tek bir tarafın arzusu ve inisiyatifiyle değil, karşı tarafın rızasıyla ve iyi niyetiyle mümkün olabilmektedir. Diğer taraftan sorunların müzakere ve diyalog ile çözümlenmesi ancak özellikle mevcut iktidarın benimsediği ve seneler geçtikçe dozu artan maksimalist talep ve politikalardan geri dönüşler gerektirecektir. Türkiye’de mevcut gergin ve kutuplaşmış ortam sakinleştirilmediği takdirde atılacak her adımın ülke içinde istismar edilmesi ihtimali çok kuvvetlidir.
Ancak söylem ve üslup değişikliği bile komşularla ilişkilerde ve AB ile ABD’yle ciddi bir yumuşamaya yol açacaktır. Böyle bir durum belki Türkiye dosyasını kapatmış olmanın rahatlığını yaşayan ve muhalefet iktidarı ele geçirdiği takdirde şimdi onu yeniden açmaya mecbur kalacak bazı AB üye ve yetkililerini rahatsız edecek olabilir. Ancak tam üyeliğin kısa zamanda ulaşılacak bir hedef olmayacağı bilincinde olunduğu, amacın en azından başlangıçta ülkemizi tekrar Batı ile bütünleşme yoluna geri döndürmekten ve bu suretle siyaset, ekonomi ve hukuk alanlarında kendi halkının yararına olacak bir reform sürecine yöneltmekten ibaret olduğunu ümit etmek istiyorum.
Özetle Millet İttifakını bu metin için kutlamak isterim. Bunu yayınlarken kamuoyunun baskısıyla değil de ülkenin geleceği için gerekli gördükleri yol haritasını kendi aralarında belirleyerek açıklamış olmaları özellikle kayda değer bir husustur. Son yıllarda içine girdiği karanlık ve çıkmazdan ülkeyi tamamen değilse de kısmen çıkartma potansiyeline sahip bu hedeflerin en azından bir kısmının gerçekleşeceğini ümit etmek hepimizin hakkıdır. Haliyle, iki mensubu hariç diğerlerinin pek dış politika ve dış ilişki tecrübesi ve birikimi bulunmayan Millet İttifakı üyelerinin iktidara geldikleri takdirde metindeki hedeflerle kendilerini ne ölçüde bağlı hissedeceklerini zaman gösterecektir.