Rejim, siyasi sistem ve toplumsal psikoloji hızla Kemalizm’den uzaklaşmasına rağmen, aydınların zihni bu yıpranmış paradigmanın etkisinden kurtulamamış gözüküyor. Kemalizm’in kimlik ve benliğe dair önermeleri çoktan bir kenara bırakıldı. Kimse 1930’lu ya da 90’lı yılların laikliğini övmüyor. ‘Ne mutlu Türküm diyene’ veya ‘yurtta sulh dünyada sulh’ türünden klişeleri terennüm etmiyor. Bunlar neredeyse birer ‘entelektüel ayıp’ konumunda…
Ancak Kemalizm’in zihniyeti özellikle laik aydın çevrelerde hükmünü sürüyor. Türkiye’de ‘aydın’ olmanın laiklikle doğal ilişkisi, bu çevreleri ataerkillik üzerinden gelişen toplumsal varoluş hallerini anlamakta yetersiz bırakıyor. Siyaseti (ve hayatı) güç ilişkileri, çatışma, kontrol, yaptırım, taviz üzerinden okumaya fazla alışıklar.
Bu nedenle Türkiye siyasetine baktıklarında tanıdık (ve rahatlatıcı) bir sürekliliği temel alıyorlar. Bir yanda ordunun başını çektiği bürokrasi (devlet), diğer yanda İslami duyarlılığın taşıyıcısı bir parti (siyaset). Buraya kadar sorun yok… Ne var ki bunlar arasındaki ilişkiyi de (yine süreklilik atfederek) otoriter zihniyet içinde yorumluyorlar.
Yani devlet ile siyaset, bürokrasi ile AK Parti, rejimin iradesi ile Cumhurbaşkanı’nın iradesi arasında bir güç mücadelesi, çatışma olduğunu varsayıyorlar. Ne var ki 2016 sonrası farklı bir evredeyiz… Tabii ki karşılıklı küçük sınamalar, ön almalar, fırsat kullanmalar, alan genişletmeler yaşanıyor. Ancak devlet ile siyaset arasında artık çatışma yok…
Dolayısıyla ne devlet Erdoğan’ı ne de Erdoğan devleti ele geçirmiş durumda. Buna ihtiyaç da duymuyorlar. Aksine birbirlerinin varlığı sayesinde söz konusu yakınlaşmanın (ve dolayısıyla rejimin) meşruiyeti artıyor, kalıcı olma şansı yükseliyor.
Söz konusu değişimi anlayamadığınızda Erdoğan ve AK Parti’deki değişimi de anlamak zorlaşıyor. 2010 yılında Erdoğan hala bürokratik tasalluta karşı direnen, demokratik alanın genişlemesi için uğraş veren biriydi. 2015’ gelindiğinde yaşadığı kişisel deneyim (Gülencilerin milletvekili talebi, Hakan Fidan’ın tutuklanma girişimi, Gezi hadisesi, Batı’nın Mısır’da Sisi darbesine onay vermesi, 17/25 Aralık, hendek olayları) Erdoğan’ın psikolojisini radikal biçimde etkiledi. Muhtemelen düşmanlarla ve çoğu kifayetsiz siyaset erbabı ile çevrili olduğunu, bu dünya karşısında ‘yalnız ve tek başına’ kaldığını düşündü.
Bu arada 2015 Kasım seçimi büyük farkla kazanıldı ve Erdoğan kendisini ‘tek adam’ kılmak, nihayet misyonunu gerçekleştirmek üzere parti içi tasfiyeye girişti. AK Parti kısa sürede katıksız bir lider partisine dönüştü. Gülencilerin bir yıl sonraki darbe girişimi ise tüm Gülen camiasının tasfiyesi için kullanıldı. Bürokrasi boşaldı, yerine MHP’liler geldi ve aynı MHP Erdoğan’a arzuladığı başkanlık sistemini sundu.
Cumhurbaşkanlığı sistemiyle birlikte devletle siyaset arasındaki çatışma dönemi de kapandı. İktidarın kamusal alandaki otoriterliği bizi yanıltabilir… İktidarın iç yapılanmasında otoriter değil, ataerkil ilişkiler hakim. Tarafların asıl kaygısı birbirine uyum sağlamak, birbirini dışlamamak, aralarındaki ‘sağlıklı’ ilişkiyi sistemleştirerek kalıcı hale getirmek. Nitekim yeni anayasa da bunu yapacak…
Yeni İttihatçılığın iktidar tasavvuru yönetimin giderek organik bir bütünleşmeye ulaşmasını, tek bir bütüncül irade oluşturmasını hedefliyor. Kimse kimseyi ‘ele geçirmiyor’. İktidar ‘el ele’ bir ‘büyük misyona’ hazırlanıyor.
Nitekim ordu mensuplarının nasıl hızla değiştiğini gözlemliyoruz. YAŞ kararlarının nasıl kolayca ve ‘yumuşak’ bir biçimde hayata geçtiğini fark ediyoruz. Kariyeri sonlanan (kendisine ‘haksızlık’ yapılan) generallerin bile duygusal veda mesajlarıyla Erdoğan’a güzelleme yaparak ayrıldıklarını görüyoruz. Bu subaylar İslamcı değil, bir anda dindar da olmuyorlar. Ama onların gözünde (ve gerçek de bu!) Erdoğan 10 yıl önceki kişi değil. Eski rejimde devlete mesafeli olan bu siyasetçi, yeni rejimde devletin organik parçası.
Organik bütünleşme sadece devletle siyaset arasında yaşanmıyor. Devletle toplum arasında da aynı dinamik işliyor. Yeni İttihatçılık bunu ‘makbul’ kimliği dönüştürerek başardı.
Kemalizm fazlasıyla modernist ve normatif bir proje ile yola çıkmıştı. ‘Yumuşak Türklük/sert laiklik’ şeklinde tasavvur edilen ideal kimlik nihayette başarısız bir deneyim oldu. Devlet Türklük algısını gerekli ölçüde yumuşatamadı… Toplum ise önerilen sert laikliği hazmedemedi. Bazıları fazla laik olurken, kültürel muhafazakârlar ve dindarlar cemaatçi reflekslerini korumakla kalmayıp siyasete tahvil ettiler.
Bu açıdan bakıldığında Yeni İttihatçılığın Kemalizm’e göre daha ‘demokratik’ bir kimlik anlayışıyla yola çıktığı öne sürülebilir. ‘Sert Türklük/yumuşak laiklik’ daha davetkar bir tutum. Cumhuriyet’in başından bu yana dışlanan dindarlar artık kendilerini devletin içinde, onun parçası olarak görüyor ve ‘benim devletim’ demeye daha hazırlar. Bu vizyon değişikliği ülkenin çoğunluğunun yeni rejimi ‘kendiliğinden’ desteklemesini sağlıyor. Artık toplumun çoğunluğu ile devlet arasında ideolojik bir gerilim yok… İktidar (ekonomide yaptığı gibi) akla ziyan işler yaparak halkın gündelik hayatını zehretmediği sürece kalıcı olmaya aday.
Yeni İttihatçılığın ‘sert Türklük’ anlayışının Kürtler açısından sorun yarattığı doğru. O ilişkide de yeni bir evrenin öncesindeyiz… Ama buradaki ‘kayıp’ göründüğü kadar değil, çünkü Kemalizm de hiçbir zaman ‘yumuşak’ bir Türklük üretememişti. Nihayette bütün o köy boşaltmalar, orman yakmalar, infazlar, dışkı yedirmeler, işkenceler Kemalizm’in hükmettiği dönemde yaşandı.
Devletle toplum arasında yeşermekte olan ‘organik bütünleşme’ bir ‘öz tasavvuruna’ dayanıyor. Devletin geçmişten geleceğe uzanan bir özne olarak ‘yeniden’ kurgulanması yeni bir geçmiş anlatısını, sembolleri, ritüelleri öne çıkartıyor. Toplum şu anki devletin ötesinde, yok edilemez bir tarihsel güç olan ve özü değişmeyen ‘Devletin’ parçası olmaya davet ediliyor. Ve şaşırtıcı olmayan biçimde laiklerin de bir bölümü (Ulusalcılar) bu davete hevesle katılıyor.
Batı’ya mesafeli durma, kabadayılık etme, yayılmacı dürtüleri besleme ve bunların hepsini ‘bağımsızlık’ kavramı altında toparlama birçok kişi için gurur okşayıcı bir ‘yeniden doğuş’ hali. Yaralı benliğin ihtiyaçlarına getirilen bir yanıt… Kemalistlerin bile kayıtsız kalamayacağı bir durum. Ne de olsa Kemalizm bir ‘giydirilmiş kabuktu’ ve her Kemalist’in içinde muhtemelen bastırılmış bir İttihatçı halen hüküm sürmekte…
Devletin toplumla organik bütünleşmesinin önkoşulu toplumun ‘milletleşmesi’. Geçmişin ‘din-u devlet’ anlayışına benzeyen bir ‘millet-u devlet’ yaklaşımı inşa oluyor. Benzerlik açık çünkü bu modern anlamıyla ‘millet’ değil, bildik nitelikleriyle cemaat… Diğer deyişle Yeni ittihatçılık ‘millet’ derken, devletle bütünleşen ve giderek genişlemesi beklenen bir cemaatlaşma anlıyor.
Nitekim söz konusu bütünleşmeyi kabullenmeyen, devlete mesafeli duranlar kendiliğinden milletin dışına itiliyor ve fıtraten dışında görülüyor. Bu da devletle bütünleşen kesimleri diğerleri aleyhine avantajlı kılıyor ve sayısız örneğini görmekte olduğumuz oportünizmin kapılarını açıyor.
Devlet-‘millet’ bütünleşmesi ideolojik ve psikolojik alanda cereyan ederken devletle siyaset arasındaki organik bütünleşmenin ‘fiziksel’ yönü de güçlü. Siyasi ve ekonomik rant yaratma ve bölüşüm dinamikleri o cenahta bir iç denge, bir tür ‘hakkaniyet’ üretmek zorunda.
Benzer bir denge ve hakkaniyet mekanizmasının siyasetle toplum arasında da olması beklenir. Yeni İttihatçı modelin kalıcılığı siyasetle toplum arasında da organik bütünleşme üretip üretemeyeceğine bağlı olabilir. Siyasetin toplumla ‘fiziksel’ bir paylaşım içinde olduğunu göstermesi ve toplumun bu paylaşımı hakkaniyetli bulması gerekiyor.
Ataerkil zihniyetin çerçevesi içinde (halk açısından) siyaset, toplum için düşünen, çırpınan, onun hayrına her türlü meşakkati çeken, onu koruyup kollayan, ona rehberlik eden, devletin imkanlarını ‘halkı için’ geliştirip tahsis eden bir ‘aracı kurum’. (Siyaset açısından) halk ise, kendisine verilenin kıymetini bilen, bunun için şükran duyan, siyasetin önceliklerini paylaşan, gereğinde külfete rıza gösteren ve karşılığında (ya da bu tutumun doğal uzantısı olarak) kendisini devletin parçası kılan, böylece ‘özneleşen’ bir cemaat.
Yeni İttihatçılık devletle siyaset, devletle toplum ve siyasetle toplum arasında birbirini tamamlayan ve destekleyen bir organik bütünleşme tasavvur ediyor. 2016 yılından bu yana da iktidar sayesinde bu bütünleşme adım adım hayata geçiyor. Yeni anayasa söz konusu yeni rejimin (tüm benlik, kimlik ve vatandaşlık nitelikleriyle birlikte) meşruiyetini ve ilanihaye kalıcılığını ilan etme hamlesi olarak planlanıyor.
Yaşananların çoğu basit, ilkel, niteliksiz, ham, hatta pespaye gözükebilir. Gerçekten de öyle… Ama ülkeyi geri dönüşü olmayabilecek bir yöne doğru götürüyor. Yaşanmakta olanların bir bütün olarak derinliğini ve ciddiyetini kavrayamayanların elinde ise, hüsran dışında bir şey kalmayacak gözüküyor.