Hayat bir adaptasyon süreci… Çevremiz değiştikçe farkında olarak ya da olmayarak ona uyum sağlamak zorundayız. Kişisel ve toplumsal değişim deneyimlerinin büyük çoğunluğu iradi değil. Organizmalar esas olarak ‘değişmemek’ için gayret sarf ediyor, o yönde direnç çıkarıyor. Ancak değişmeye mecbur kalıyorlar.
Osmanlı’nın son üç yüz yılı kabaca bu çerçevede analiz edilebilir. İdeal düzenin geçmişte kaldığını, o düzenden uzaklaşılmış olduğu için sistemin yozlaştığını, çarenin yeniden söz konusu düzene (nizam-ı aleme) dönmek olduğuna inanıyorsanız, çevreden gelen değişim baskısına da olabildiğince direnmeye çalışırsınız.
Ancak direniş dinamiğinin kendisi değişimi isteyen ve savunanların da önünü açacaktır. Çünkü toplumsal değişim çoğu zaman farklı bir sınıfsal, sosyal ya da kültürel tabakanın yükselişini, kamusal alanın yeniden kurgulanmasını, bireysel ve grupsal yaşam biçimlerinin, hak taleplerinin genişlemesini ifade edebilir. Böylece değişim bizatihi bir iktidar mücadelesinin taşıyıcısı haline gelebilir.
Nitekim Tanzimat sonrasının Osmanlı siyasi dünyası zaman zaman kaotik hale gelen gerginlik ve çatışma gelgitlerine sahne oldu. Geleneğin, cemaatçiliğin, ‘milletler’ hiyerarşisinin korunması ve sürdürülmesi taleplerinin karşısına, rasyonelleşme, merkezileşme, uluslaşma idealleri kondu.
Sonuçta İmparatorluk bir ulus-devlete dönüşerek ‘modernleşti’, ‘muasırlaştı’, ‘Batılılaştı’, ancak bunun hazmedilmiş, içselleşmiş bir dönüşüm olduğu söylenemez. Aksine bunun ‘mecburen’ yaşanılmış ve katlanılmış bir tarihsel emrivaki olduğu kuşkusu toplumun psikolojisine, bilinçdışına işledi…
Kader aleyhe işlemiş, ‘bizi’ zorunlu ancak geçici bir mahkumiyete sürüklemişti… Son yüz yıl boyunca Türkiye halkının iki dürtü arasında sıkıştığını söyleyebiliriz: Biri Batılılara (onların kendi ölçüleriyle) onlardan bile daha iyi (gelişmiş, modern, çağdaş) olduğumuzu kanıtlamak, diğeri Batının ne kültür ne medeniyetine ihtiyacımızın olmadığını, kendi özümüze dayanan bir medeniyetin varisleri (benzersiz bir tarihsel özne) olduğumuzu göstermek.
Genel hatlarıyla ele alındığında bu dürtülerden ilkinin Kemalizm’in, ikincisinin İttihatçılığın benlik sorunsalını özetlediği ifade edilebilir. Nitekim Kemalizm’in Türk Tarih Tezi ve Güneş Dil Teorisi girişimleri Batı-dışı bir konumlanma değil, Osmanlı-dışı (ve ondan daha kadim) bir geçmiş üretme çabasıydı.
Cumhuriyet’in ilk yüz yılının sonunda söz konusu iki dürtü açısından neredeyiz? İlk dürtünün kanıtlanmasında yetersiz kaldık… İkincisi ise ortaya konma şansı olmadığı için kursağımızda kaldı.
Ne var ki İttihatçı dürtünün hayata geçebilmesi salt iradi bir mesele değildi. Dünya koşullarının, bizi sarmalayan küresel dinamiklerin buna izin vermesi gerekiyordu.
Ve ‘kader’ o yöne ilerledi… Dünyadaki bir dizi değişim İttihatçılığı olası bir alternatif haline getirdi ve tatmin olmamış dürtünün itkisiyle Türkiye (devleti, siyaseti ve halkıyla) bu davete sıkıca sarıldı.
Son otuz yılda küresel boyutta yaşanan değişimlerin bizi ilgilendiren üç ayağı var.
Birincisi modernliğin krizi… Modernlik pozitivist bir kabulün etkisiyle kendisini tüm kültürler için nihai bir nokta olarak tasavvur etmişti. Zaman içinde bütün ‘geri’ toplumlar modernleşecek ve daha önce modernleşmiş toplumlara benzeyeceklerdi. 20. Yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde bunu açıkça ifade etmek artık ‘ayıptı’ ama toplumsal sistem söz konusu varsayım üzerine oturmaya devam etti.
Relativist zihniyetin hakimiyeti altında bireylere geniş özgürlük ve kendini ifade olanakları veren modernlik, grupsal farklılaştırıcı niteliklere, yani ‘yabancı’ kültürlerin kamusal alandan yer kapmasına uyumlu değildi. Kamusal ahlak laiklik, bilimsellik ve rasyonellik etrafında örülen bir ortak kültür sayesinde ayakta duruyordu. Diğer deyişle bireysel heterojenlik ancak söz konusu (tarihsel ortaklığı yansıtan) homojen kültürleşme sayesinde mümkün olmuştu.
Geçen yüzyılın son çeyreğinde demografik mobilizasyon Batılı modern toplumun dengesini sarstı. Özellikle Müslümanlara birlikte yaşamak, onlara kamusal alanda ‘yer açmak’ zorunda kalmak, modern (liberal) ideallerin bir yönetim cihazı olarak işe yaramadığı algısına neden oldu. Sonraki yıllarda göçmen karşıtlığı, aşırı sağın yükselişi, düzeysizlikten gocunmayan popülist liderlere talep bu atmosferde yeşerdi.
Bu görünüm Batı dışı toplumların Batı’ya ilişkin kanaatini radikal biçimde değiştirdi. 1990’lı yıllarda modernliğin dünya sorunlarını çözme becerisinin kalmadığı (giderek ‘zaten olmadığı’), aksine sorun yaratan bir anlayışı ifade ettiği kanısı güçlendi. Ne modernlik ne de Batı gerçekte ‘bizden’, ‘bizim medeniyetimizden’ üstün değildi…
Batı dışında kalan ve onun kültürel özelliklerini paylaşmayan toplumlar, çok uzun bir zaman aralığından sonra ilk kez kendilerini Batı ile ‘eşit’ gördüler. Batı karşısındaki eziklik duygusu yerini dik durma, ses yükseltme, defi etme motivasyonuna bıraktı.
Böylece çeperde bir özgüven dalgası ortaya çıktı. Dünyanın ‘bize’ ihtiyacı vardı, ‘biz’ olmadan dünya meselelerinde çözüm olamazdı… Kültürel özelliklerimiz en az Batıdakiler kadar meşru ve işlevseldi. Geleceğin dünyasında asıl söz sahibi olacak olan belki de (giderek kesinlikle) ‘bizdik’.
Yüzyıllara dayanan Batı’ya ve modernliğe zımni bağımlılık kabulü böylece yıprandı. Türkiye de başka benzer ülkeler gibi bir anda önünde ideolojik ve psikolojik açıdan bir ‘alan genişlemesi’ buldu. Şimdi kendimizi yeniden tanımlama, ifade etme, eşit olma, hakkımızı savunma fırsatımız vardı.
Bunun iki önemli uzantısı oldu: İlki bağımsızlık fikrinin toplumun geneli için yeniden gerçekçi bir ölçüt (ya da ideal) haline gelmesidir. Batı modernliğinin tasallutu altından çıkıp açık uçlu bir dünya geleceği ile karşılaşmanın bağımsızlık arayışını yeniden canlandırmaması zordu…
Diğer uzantı modernliğin yıpranmasıyla birlikte onun yücelttiği ‘vatandaşlık’ meselesinin de ikinci plana düşmesidir. Özgürlük, eşitlik ve adalet kavramları modernliğin ‘evrensel’ olarak sunduğu ama kendi tarihinden devşirdiği idealleri yansıtıyordu. Oysa ‘bizim’ tarihimiz ve kültürümüz farklıydı! Bu idealleri reddetmedik, ama içeriklerini ‘bize göre’ yeniden tanımlama şansı yakaladık.
Kendimizi bağımsız hissetme, ya da bağımsızlığı arama isteğimiz ile vatandaşlığın geri plana düşmesi, Yeni İttihatçılık için hayati önemde bir sonuç üretti: Benlik sorunsalı psikolojik ve ideolojik anlam dünyamızı ele geçirdi. Geçmişten geleceğe uzanan tek bir öznenin (iradenin) parçası olma, haksızlıklara uğramışlık, kötü kaderin telafisi, saygı görme isteği, (Batı karşısında) müdanasızlığın keyfini çıkarma gibi duygular yeniden depreşti.
Türkiye 20. Yüzyılın başındaki ruh haline döndü… Ama şimdi karşısında bölünme, parçalanma tehdidi yoktu. Aksine büyüme, gelişme, yükselme, ele geçirme, boyun eğdirme hayalini taşıyacak kadar özgüvenliydik. ‘Türkiye Yüzyılı’nın ifade ettiği üzere…
Küresel boyutta yaşanan ‘modernliğin yıpranması’ süreci olmadan Yeni İttihatçılığın devlet için gerçekçi bir alternatif oluşturması zordu. Ama buna bir başka güçlü destek daha geldi…
Aynı on yıllar içinde dünya ‘küreselleşme’ dinamiği altında yeniden şekillendi. Bir yandan ürünler küresel planda standardize olurken, daha küçük ölçeklerde yeniden üretim imkanı doğdu. Büyük ulus-devletler prestij kaybı yaşadı. Sermaye ve bilgi küreselleşti, devletler ancak güçlerini bir araya getirerek, sıkı ilişki ağları kurarak ayakta kalabileceklerini gördüler. Diğer taraftan coğrafi bölgelerin iktisadi ve siyasi önemi arttı, özerk birer aktör gibi görülmeye başlandılar. Bazı şehirler küresel bilgi, ekonomi veya siyasi ilişki ağlarının merkezine oturdu.
Bir anlamda daha yatay, ‘demokratik’, çeper aktörlerin göreceli önem ve işlevini artıran bir gelişme yaşandı ve halen de devam ediyor. Türkiye bu dinamikten en fazla yararlanabilecek ülkelerden biri olarak öne çıktı. Batı ile Doğu’nun geçiş yerinde, farklı rejim, inanç ve kültürlerin birbirine bağlandığı bir ‘kilit-ülke’. Yani farklı unsurları dengeleme, birbirine oynama, hareket alanını genişletebilme imkanına sahip, üstelik hiçbir büyük küresel gücün de zayıflamasını istemeyeceği, aksine kendi yanına çekmek isteyeceği bir ülke…
Bu imkan Yeni İttihatçılığın bir devlet projesi haline gelmesinde muhakkak ki önemli oldu. Modernliğin yıpranması ideolojik ve psikolojik alanı ‘temizlemişti’. Küreselleşme bu ‘temiz’ alanın somut strateji ve politikalarla doldurulmasını mümkün hale getirdi.
Nihayet modernliğin yıpranması ve küreselleşmeye ilave üçüncü ayak bilgi ve iletişim teknolojisindeki büyük sıçramadır. Bu sayede Türkiye gibi toplumların küresel bilgiye ulaşma ihtimali arttı ama asıl önemli olan bu değildi. Bilgilenme alanındaki çoğulculuk çeper ülkelerin merkezle (ABD ve Avrupa) eşitlendiği algısını destekledi. Artık ‘bizimkiler’ de yabancılar kadar konuya hakimdi, biliyorlardı ve hatta onların bilmediğini de ortaya koyabiliyorlardı. Diğer deyişle söz alanında ‘elimiz her yere ulaşıyordu’. Bu duygu ‘fiziksel olarak da her yere ulaşabiliriz’ özgüveninin parçası oldu.
Belki daha kritik olarak teknolojik imkanlar devletin ve siyasi aktörlerin toplumla ‘eş düzeyli’ olduğu bir alan oluşturdu. Toplumu etkileyen aktörlerin siyaset nezdinde değeri yükseldi, bilgi doğrudan siyasetin alanı haline geldi ve kamunun müdahalesine açıldı. Böylece iktidarın manipülasyon çabaları bulanıklaştı, toplumsallaştı ve meşrulaştı. Toplumun ‘girişimci’ aydınları kendilerini iktidarın parçası olarak konumlandırabildiler ve karşılığını da aldılar.
Bilgi ve iletişim teknolojisindeki sıçrama modernliğin yıpranması ve küreselleşme kadar etkin birer faktör oluşturmayabilir ama toplumsal mobilizasyon açısından önemli oldu. Bilgi alanı ‘parçalandı’ ve kompartmanların yaratılmasına izin verdi. Böylece iktidarı sürdürmeyi sağlayacak cemaatleşmeyi besledi, bu cemaatin kendine has bir benlik ve kimlik edinme sürecini kolaylaştırdı.
Dahası bilginin çoğulcu ve akışkan niteliğinin iktidar elitinin manipülasyonları ile birleşmesi, ironik bir biçimde siyasi liderliği gerçeklikten azade kıldı. Lider neredeyse gerçekliğin ‘üzerine’ çıktı. Söylenti boldu ama değersizdi… Asıl önemlisi liderin zihnindeki strateji ve niyetti. Ve o strateji devlet-millet bütünleşmesinin geleceğe doğru ivmelenmesinin garantisiydi…
Yeni İttihatçılık Türkiye dinamikleri dışında, tüm dünyayı sarsan bu üç tarihsel olgunun yarattığı psikolojik, ideolojik ve siyasi atmosferde doğdu. Bunlar olmasaydı devlet aktörlerinin yeni bir iç yapılanmaya yönelmesi hala mümkün olur muydu, bu yaklaşım toplum nezdinde aynı teveccühü görür müydü bilmiyoruz…
Ama temel gerçekliğimizin çevreye adaptasyon olduğunu düşünürsek, dünyanın değişiminin sanki ‘kaderin’ görünmez eli gibi Türkiye’yi Yeni İttihatçılığa yönelttiğini, hatta ‘davet’ ettiğini ileri sürebiliriz…