Yeni İttihatçılığın adım adım olağanlaşıp normalleşmesi onu ‘görmeyi’ zorlaştırıyor. Siyasete ve iktidara eleştirel bakanlar hala vatandaşlık bağlamındaki meseleleri öne çıkarmakla yetiniyorlar. Oysa benlik alanında bir benzeşme, aynılaşma dalgasının içinde sürükleniyoruz.
Büyük harflerle yazılan geçmiş ve gelecek, bugünü neredeyse anlamsız kılıyor. Toplumun büyük kısmı modern anlamıyla siyasetle ilgilenmeyip, modernliğe alternatif olması istenen bir ‘büyük’ siyasetin cazibesine kapılıyor.
Modernliğin yıpranması ve küreselleşme dinamiği söz konusu yeni eğilimin de önünü açtı. Onu mümkün hale getirmekle kalmayıp, somut strateji ve politikalarla tanımlanabilmesini sağladı. Nihayet bilgi ve iletişim alanındaki teknolojik sıçrama ve yaygınlaşma, bir yandan bu tabloyu bulanıklaştırırken, diğer yandan da toplumla siyasetin iç içe geçmesine vesile oldu.
Öyle ki dış gelişmeler bir bütün olarak Türkiye devletine (siyaseti ve ‘milletiyle’ birlikte) ülkeye yeni bir yön çizme ve bunu hayata geçirme fırsatı verdi.
Yine de bu imkanın Yeni İttihatçılığın bir ‘rejim’ olarak yerleşmesi için yeterli olduğunu öne süremeyiz. Hayat bize hemen her zaman yeni imkan sunabilir ama esas mesele bizim o imkanı nasıl algıladığımız ve anlamlandırdığımız, nasıl bir bağlama oturttuğumuzdur. Nihayette belirleyici olan koşullar değil zihindir…
Öte yandan iç koşulların dış koşullardan etkilendiği, kendine has bir gerçeklik ‘konjonktürü’ ürettiği de açıktır. Nitekim modernliğin yıpranması ile Kemalizm’in bir yönetim cihazı olarak giderek yetersiz hale gelmesi arasındaki paralelliği görmezden gelmez zordur. Farklı kültürleri ve dinleri hazmetmekte zorlanan bir Batı varken, dindarları kamusal alan dışında tutmayı hedefleyen bir Kemalizm’in prestij kaybetmesi doğal gözüküyor.
Her halükarda 1990’lar Kemalizm’in Ulusalcılığa evrilmesine ve hızla tükenmesine sahne oldu. Ulusalcılık Kemalizm’in kimlik tanımında ufak bir değişikliği ima etti. Kemalizm’in ‘yumuşak Türklük – sert laiklik’ anlayışı ‘sert Türklük – çok sert laiklik’ şeklinde uç noktaya taşındı.
Ancak bu zorlama ilginç bir açılımla birlikte geldi: Ulusalcılık benlik alanındaki doyumsuzluğa yanıt getiren bir tutum olarak ortaya çıktı. Batı karşıtlığı, emperyalizmle mücadele, bağımsızlık ideali, bölgede nüfuz artırımı, yayılmacı arzular birer siyasi içeriğe dönüştü.
Böyle bakıldığında Ulusalcılığın Kemalizm’le Yeni İttihatçılık arasında doğal bir köprü, bir geçiş oluşturduğu söylenebilir. Yeni İttihatçılığın benlik alanındaki yaklaşımı Ulusalcılığınki ile örtüşüyor. Tek ayrım kimlik (laiklik) konusunda, ama yaşananlar Ulusalcılığın ‘büyük Türk milleti anlatısı’ uğruna laikliği kolayca kenara koyabildiğini gösteriyor.
Diğer deyişle Kemalizm’i kurtarma, onu sahiplenme misyonuyla yola çıkan Ulusalcılık, sonuçta Yeni İttihatçılığın laik kesimde de benimsenmesinin zeminini oluşturdu. Ve böylece Kemalizm bizzat kendi ‘çocuğu’ tarafından tarih sahnesinin dışına itildi.
Kemalizm’in sahneden düşmesi son yüzyılın yeniden değerlendirilmesini teşvik etti. Bir anda ideolojik arayış olarak Cumhuriyet’in öncesine gitmiş olduk. Ve üstelik şimdi Batı ya da modernlik bir referans değildi… Ülkenin yeni bir resmi ideolojiye, muhtemelen yeni bir cumhuriyet anlayışına ihtiyacı vardı, ama henüz bunun nasıl şekilleneceği belli değildi.
Söz konusu ideolojik boşluk bir anda Yeni İttihatçılık ile dolmadı. Bunun için 15 yıl daha geçecekti… Çünkü ideolojik boşluklar bir anda kendiliğinden kapanmıyor. Farklı ideolojik alternatiflerin denenmesini, elenmesini, bu arada toplumun zihinsel açıdan bir arayışa girmesini, en azından daha ‘esnek’ hale gelmesini gerektiriyor.
Ulusalcılığın 28 Şubat’la birlikte iflasının hemen ardından AK Parti dönemi başladı ve bu partinin İttihatçılığa yatkın olduğuna dair hiçbir emare yoktu. Aksine yeni iktidar modern tasavvurun vatandaşlık algısını pekiştiren hamlelerle işe girişti. İronik olarak, Kemalizm ideolojik olarak tükenmişken, onun tam zıddı sayılan ‘İslami’ parti Kemalist paradigmanın içinden kendisine yol arıyordu.
AK Parti İslami siyasette yeni küresel imkanlara uyum sağlayan ideolojik ve sosyokültürel kaymaların sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Bu yeni dalganın talepleri doğrultusunda kültürel muhafazakarlığı dünyaya entegrasyoncu, özgüvenli, değişimci, eşitlikçi (telafi edici) bir siyasetle birleştirmeyi hedefledi. İslamcılığın siyasi idealleri arka plana kaydı. Çeperden merkeze yönelen büyük bir toplumsal hareketlilik eşliğinde kamusal alanın genişletilme çabasına girişildi. Eklemek gerek ki özgürlük ve adalet anlayışının evrensel ilkelere ulaşması fikir olarak istense de pratikte becerilemedi. AK Parti bu yönüyle cemaatçi niteliğini sürdürdü.
Vesayetçi rejim karşısında hareket alanı açmaya çalışan AK Parti kendi bekası ve (demokratik) meşruiyetini garanti altına almak üzere adımlar attı. İlk 7 yıl iktidarda kalıcılığını sağlamak üzere (ordu ve yargı ‘saldırısı’ karşısında) Gülen cemaati ile iş birliği yaparken, meşruiyetini AB uyum sürecini ilerletmekte aradı. Sonraki 6 yılda ise dengeler değişmişti. (Gülencilerden kopuşla birlikte) beka için askere yanaşıldı, buna karşılık Kürt meselesinin barışçı çözümü yönünde verilen uğraş meşruiyeti sağladı.
Bu ilk 13 yılda AK Parti’nin kendi siyasi bekası ile (Batı dahil) kamuoyu nezdinde demokratik meşruiyetini garanti etmek üzere (ikisi arasında) denge kurduğunu görüyoruz. 2015 sonrası bu denge ortadan kalkacak ve yerini bütünleşmeye bırakacaktır… Diğer deyişle 2015-16 yılları içinde AK Parti beka/meşruiyet ikilemini aştı.
Bu hamlenin iki ayağı vardı. Biri Erdoğan’ın parti içinde tek adam haline gelirken, tabanın cemaatçi nepotizmin avantajlarından hareketle doğrudan liderle bağ kurması, Türklüğün öne çıkması, millet adına kalkınmacı, büyümeci, ihtiraslı bir yeni idealin ortaya konmasıydı. ‘Yerli ve milli’ ibaresi dindarların Türklükle yeniden buluşmasını, kaynaşmasını, ‘tekleşmesini’ ifade ediyordu. İkinci ayak ise Erdoğan’ın orduyu aşan bir devlet fikrini temel alması, böylece kurumsal yapının dışında bir ideolojik ve iradi ağ olarak devlete yanaşması, kendisini gerçekçi ve mantıklı bir partner haline getirmesiydi.
Gülenci (yolu açılmış ve yarıda kalmış) darbe girişimi devletle Erdoğan arasındaki mesafeyi bir anda o denli kısalttı ki, neredeyse yeni bir organik irade ortaya çıktı. Böylece beka ve meşruiyet ihtiyacı tek bir ilişkide, o ilişkinin derinleşmesinde karşılanmış oldu. Erdoğan ve AK Parti Kemalist ordu ve yargıyı aşan bir ‘devletin’ yürütücü öznesi haline geldi.
Aynı süreç İslamcılığın veya dini hassasiyeti temel olan ‘kültürcü’ siyasetlerin de ideolojik açıdan sonunu ilan etti. Erdoğan zaten o yönde adım atmıştı. Gülen cemaatinin tasfiyesi ve ‘kamu vicdanında’ mahkum edilmesi Türkiye’de İslamcılığın siyasete talip olma ihtimalini ortadan kaldırdı. Rejim laiklik üzerine oturacak ama bu laiklik dindarların ihtiyaç, istek, farklılık ve bazı hayallerini kamusal alanda yaşatmasını sağlayacaktı. Bu bir ‘izin verme’ değil, ‘garanti’ etme olarak okunmalı. Laiklikten taviz verilmiyor, milliliği ideolojik temel haline getirecek bir yeni laiklik üretiliyordu.
Altını çizmekte yarar var, Gülencilerin esas rakibi hiçbir zaman AK Parti olmadı. Erdoğan’ın gitmesi haline işlerinin kolaylaşacağına 2012 yılında karar verdiler. Ancak asıl rakip MHP idi… Bütün uğraşları AK Parti’nin çeşitli kamu kurumlarında MHP ile olan alt kademe ilişkilerini kesmek, devlet bürokrasisini MHP kadrolarından bütünüyle temizlemek ve o boşluğu bizzat doldurmaktı.
Bunu da büyük çapta başardılar… Dolayısıyla 2016 darbe girişiminden sonra MHP’nin bir anda ‘devlet adına’ aktörleşmesi şaşırtıcı olmadı. Bu kez de bürokrasiden Gülenciler temizlendi ve yerine MHP’liler geçti.
Ancak devlet aklı (ya da kimin aklıysa) bundan fazlasını öngördü… Cumhurbaşkanlığı sistemi sayesinde Erdoğan ile kalıcı bağlar kuruldu. ‘Devlet’ nosyonu Kemalist ‘mümeyyiz’ konumundaki ordu ve yargının ötesinde (hukuk dışına çıkabilen ‘milli’ çetevari örgütlenmeleri de içerecek şekilde) genişledi ve ‘yerli milli’ kadrolara tahsis edildi. Nitekim ordu ve yargı da artık geçmişteki Kemalist hassasiyetin uzağında, bizzat ‘yerli milli’ olma gayreti ve ispatı içinde.
Kemalizm ve İslamcılığın yönetim anlayışı ve cihazı olarak siyasetin dışına itilmesi, Türkiye’deki devletçi siyasi elitin ideolojik zincirlerden kurtularak ‘öze’ dönmesini teşvik etti. Küresel ortam zaten buna müsaitti. AK Parti’nin ‘Erdoğanlaşması’ ve Gülencilerin tasfiyesi bulunmaz bir nimet gibi algılanmış olmalı. Hatta gelecekte devletin bazı aktörlerinin Erdoğan ve Gülen cemaatini bu farklı ‘kaderlere’ doğru teşvik ettiği ortaya çıkarsa pek şaşırmamalı…
Böylece yeni bir psikolojik ve ideolojik hegemonya inşa edildi…
Yeni siyasi sistem şimdi yeni anayasa ile birleşecek ve ‘ilanihaye’ kalıcı olması beklenen, bu ‘milletin özünü’ yansıtan yeni bir rejimin yerleşmesini sağlayacak.