Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIYeni İttihatçılığa dipnot (6) Anlam dünyası ve zihniyet

Yeni İttihatçılığa dipnot (6) Anlam dünyası ve zihniyet

Türkiye’yi ‘anlamak’ ancak zihniyet analiziyle mümkün. Koşullara ve olgulara takılıp kalındığı takdirde ‘bizim’ nasıl bir zihne sahip olduğumuz, söz konusu koşul ve olguları nasıl algıladığımız, nasıl anlamlandırdığımız, niye o şekilde algılayıp anlamlandırdığımız gibi sorular güme gider. Yeni İttihatçılık ‘fıtratımıza’ uygun. Devletten, siyasetten ve liderden çok daha fazlası. Zihniyet açısından kendimizi bilinçdışının mahir ellerine terk ederek yakalayabildiğimiz bir duygu ortaklığı, böylece ürettiğimiz kırılgan bir ‘biz’ arayışı… O nedenle buralardan kolay kolay gitmeyecek.

İttihatçılığın yüz küsur yıl sonra yeniden zihin dünyamızı ele geçirmesi birçok insan için yadırgatıcı bir durum. Geçmişte kalmış bir anlayışın bir anda egemen ideoloji haline gelmesi nasıl mümkün olabilir?

Söz konusu yadırgamanın nedeni olgular ve yapılarla zihniyeti birbirinden ayıramıyor olmak, ya da zihniyetin farkında olmamak. İttihatçılık tabii ki somut kurumlar, politikalar ve eylemler anlamında yeniden doğmuş değil. Bunlar belirli bir tarihsel dönemde ve değişen konjonktürlerde, çevre koşullarına adapte olmak üzere, diğer deyişle ihtiyaca ‘cevap’ olarak ortaya çıktı.  

Genelde bu konjonktürel cevabı ‘İttihatçılık’ olarak adlandırmaya eğilimliyiz. Oysa İttihatçılık bunun ötesinde bir anlamlandırma biçimi, bir ideoloji, gerçekliğe yaklaşım şekli. Bugün gözlemlediğimiz Yeni İttihatçılık da aynı anlamlandırma biçimini, yaklaşım şeklini sergiliyor.

Bunda çevre koşullarının ve dünyadaki dengelerin de yüz küsur yıl öncesine benzemesi etkili. Modernlik ve Batı’ya dair algımız bugün yeniden muğlaklaşmış, ikircikli hale gelmiş durumda. Hareket alanımızın genişlediğini, dünyanın bir tür ‘sıfır noktasına’ geldiğini, yeniden şekillenmenin eşiğinde olduğumuzu, dolayısıyla tarihsel bir momentte, bir ‘karar anında’ yaşadığımızı hissediyoruz.

Türkiye bu noktada uzun vadeli olmasını beklediği bir tercihin eşiğinde ve devletin, siyasetin elinde işe yarar gözüken, üstelik fazlasıyla aşina olduğu tek bir ideoloji var: İttihatçılık.

Cumhuriyet dönemini inceleyen tarihçiler İttihatçılığın tükenmeyip Kemalizm’in içinde varlığını sürdürdüğünün, yeni rejimin İttihatçı kadro, fikir ve kurumları sisteme entegre ettiğinin altını çizerler. Diğer deyişle devletin ve siyasetin içinde günümüze kadar gelmiş bir ideolojiden söz ediyoruz.

Dolayısıyla Kemalizm’in Ulusalcılığın elinde tükenmesinden ve bu toplumu yönetmekte yetersiz olduğunun ortaya çıkmasından sonra devlet aklının iradi olarak da İttihatçılığa kayması şaşırtıcı değil.

Bu yumuşak, kendiliğinden bir geçiş… Toplumun yadırgamadığı, aksine tatmin olmamış duyguları muhatap aldığı ölçüde, topluma ‘iyi’ gelen bir değişim.

Yeni İttihatçılık zihniyetteki sürekliliğin tezahürü. Benlik meselesinin yeniden ön plana çıkmasını, belirli bir algı ve anlamlandırma paradigmasına yeniden dönülmesini ifade ediyor.

Bu değişimi bir adaptasyon dinamiği olarak düşünmek gerek. Modernliğin çeperindeki toplumlar ‘evrensel ve rasyonel uygarlık haline’ uyum göstermek zorunda kaldılar ve genellikle derinliği olmayan, istikrar kazanamayan, içselleştirilemeyen rejimler ve sistemler ürettiler.

Çünkü modernlik o zamana dek muğlak ve iç içe olan toplumsal varoluş hallerini berraklaşmaya ve belirgin bir yönde değişmeye zorladı. Toplumlar karşılarında birbirinden ayrışmış üç sorunsal buldular: Benlik, kimlik ve vatandaşlık.

Benlik esas olarak ‘biz’ hissiyatını oluşturan öğelere gönderme yapıyor. Bir toplumun geçmişe, yaşanan gerçekliğe ve geleceğe dair ortak duygu, arayış ve beklentilerinin ne olduğu, özellikleri, bunlara ne türden yanıtlar arandığı…  Geçmiş ortak deneyim ve geleceğe ilişkin ortak hayallere ne anlam verildiği ne kadar değer atfedildiği gibi soruları kuşatıyor.

Kimlik ülkenin asli sahibinin kim olduğuna verilen cevabı ifade ediyor. Etnisite, inanç, cemaat, aşiret ve her coğrafya ve kültürde farklı oluşabilecek gruplardan hangisinin nihayette ‘milli’ vasfına sahip olabileceğini, olması gerektiğini söylüyor.

Vatandaşlık ise bireysel ve grupsal hak ve özgürlüklerin sınırını çizerken, toplumun bir bütün olarak yönetilme biçimine gönderme yapıyor.

Modernlik bu üç unsurdan en önemlisinin vatandaşlık olduğunu vazetti. Benlik geçmişte kalan, aşılması gereken bir duygusallığa (irrasyonel bir nostaljiye) tekabül ediyordu. Kimliğin de modern dünyada eşitleyici, kuşatıcı ve kapsayıcı bir bütünlük olarak anlaşılması ve kenara konması öneriliyordu. Mesele vatandaşlığın bir sistem olarak hukuki zemine oturması, katılım ve karar mekanizmalarının istikrar yaratan biçimde çalışmasıydı. ‘Demokrasi’ kavramı bu ihtiyaca cevap vermekte ve bütün toplumlara önerilmekteydi.

Osmanlı (Türkiye) gibi çeper ülkeler bu yeni ideolojik atmosfere uyum göstermekte zorlandı. Benlik meselesinin altında yatan eziklik, yenilmişlik, haksızlığa uğramışlık duygusu ortadan kalkmadı. Batı karşısında kendini kanıtlama, rövanşizm ve diz çöktürme arzuları dinmedi. Öte yandan Türklüğün ne olduğu, nasıl tanımlanacağı, ne denli kapsayıcı olacağı belirsiz kaldı. Dindarlık ile laiklik arasındaki ideolojik boşluk bir türlü kapanmadı. Cemaatsal dinamikler ve bizzat devlet iradesi toplum olmayı, farklılıkları taşımayı, birbirine razı olmayı, bütünleşmeyi engelledi.

Kısacası, Türkiye son yüz küsur yılda zihniyet açısından yerinde saydı. Toplumun, siyasetin ve devletin kendisine ve gerçekliğe dair algı ve anlamlandırması esas olarak değişmedi. Şekil olarak bir cumhuriyet ve demokrasi kurulmuş oldu, ama kurumsal ilişkiler ve işleyiş açısından bakıldığında kadim geçmişin ataerkil ve otoriter zihniyet bileşimi bütün özellikleriyle birlikte devam etti.   

Dolayısıyla modernliğin yıprandığı, küreselleşmenin çeperi yeniden özneleştirdiği, Kemalizm’in iflas ettiği bir ortamda ‘doğal olarak’ İttihatçılığı yeniden keşfetmemiz hiç de şaşırtıcı değil.

Yeni İttihatçılık iki temel ayak üzerine oturuyor: Bir, benlik meselesinin vatandaşlığın önüne geçmesi ve yön belirleyici bir ideolojik güzergah oluşturması; iki, kimlik alanında Türklük ve Müslümanlığın iç içe geçerek bir millilik anlayışında buluşması ve böylece devlet fikriyle bütünleşmesi.  

Buradan hareketle şu önermeyi yapmak gerçekçi gözüküyor: 1) 2016 sonrasında toplum, siyaset ve devlet olarak Yeni İttihatçı bir zihni atmosfer, ideolojik bir anlam dünyası içindeyiz; 2) Yeni İttihatçılık toplumun çoğunluğu için ‘doğal ve normal’, hatta ‘olması gereken’ bir anlamlandırma çerçevesi ve bu nedenle kalıcı olma ihtimali yüksek.

Eklemem gerek ki bu önerme benim yaklaşık bir yıldan bu yana süren Yeni İttihatçılık yazılarımın çıkış noktası değil. Aksine, söz konusu önerme bir sonuç, peşinden gittiğim bir sorunun cevabı.

Soru şuydu: Acaba Türkiye toplumu, siyaseti ve devleti 2016 sonrasında kendisini ve gerçekliği nasıl algılıyor, anlamlandırıyor ve nasıl bir bağlama oturtuyor? Bir zihniyet sorusu sordum ve zihniyet cevabı aradım… Yeni İttihatçılık bu soruda yer alan ‘bağlama’, yani algı ve anlamlandırma çerçevesine karşılık geliyor.

‘Yeni İttihatçılık’ dediğimde bir sistem, kurumsal yapı ya da dış politika kastetmiyorum. Sistem, kurumsal yapı ve dış politika üretme kapasitesi yaratan, bu amaçlara yönelik öncelikler ve vizyon üreten bir algı ve anlamlandırma çerçevesinden, dolayısıyla bir zihniyet zemininden söz ediyorum.

Bugün yaşananların yüz küsur yıl önce yaşananlara benzemesini beklemek abes… ‘Hangi İttihatçılık’ sorusu da aynı derecede anlamsız. Çünkü olgular bir zihniyetin dış gerçeklikle karşı karşıya gelmesinin, zihnin bu gerilime tepki vermesinin ürünüdür. Dış gerçeklik değiştiğinde, zihniyet aynı olsa bile, tepkiler haliyle farklı olacaktır. Günümüz İttihatçılığının olgu ve politikalar anlamında görünen yüzü ile geçmiş İttihatçılığı mukayese etmek anakronik bir çaba olur. Önemli olan her ikisinin de aynı zihniyet, duygu ve algı zemini üzerinde şekillenmesi, aynı doğrultuda bir anlam arayışına sahip olması.      

Kemalizm hayatın, dünyanın, modernliğin bir ‘ilerleme’ içinde olduğunu varsayan pozitivist ve rasyonalist bir ideolojiydi. Türkiye’nin bu ilerlemenin parçası olması gerektiğini, ‘çağdaşlaşmayı’ şiar edindi. Batı’yla birlikte, Batı’nın içinde, kendisini ona kanıtlayarak ve kabul ettirerek gelişmeyi, ‘uygarlaşmayı’ hedef almıştı.

Yeni İttihatçılık bunun zıddı denebilecek bir bakışa sahip… Olgusal anlamda modernliğin içinde olmakla birlikte, ideolojik açıdan ‘karşısında’ bir konumlanma. Tarihin ilerleme değil ‘durma’ noktasında olduğunu, kartların yeniden karıldığını, bir ‘yeniden inşa’ momenti içinde bulunduğumuzu, Batı’nın peşinden gitme gibi bir zorunluluğun olmayıp aksine Batı’ya mesafe almak gerektiğini, önümüzdeki hareket alanının genişlemekte olduğunu, tarihsel bir fırsat yakalandığını, bu sayede ‘gerçek’ anlamda bağımsızlığın elde edilebileceğini söylüyor.  

Kemalizm kurumsal planda modern ve çağdaş bir cumhuriyet kurmayı, laikliği Türklüğün parçası kılan bir kimlik oluşturmayı, siyasetle devlet arasındaki mesafeyi geniş tutmayı, sınırlara ve uluslararası hukuka saygı göstermeyi, ‘biz’ duygusunu hayali bir geçmiş yaratarak tatmin etmeyi hedeflemişti.

Yeni İttihatçılık bu açıdan da zıt konumda… Kendi ‘fıtratımıza’ uygun yerli ve milli bir rejim kurmayı, Müslümanlığı Türklükle hemhal eden ve devletin uzantısı haline getiren bir kimlikleşmeyi, devlet siyaset ve halkı organik bir bütünleşme içinde özneleştirmeyi, uluslararası hukuku referans almayan bir bakışı, Osmanlıyı kucaklarken Batı karşısında cevval durmayı hedefliyor.   

Türkiye’nin tarihsel macerası içinde Kemalizm ve İttihatçılığın kadrolar, kurumlar, politikalar, ilişkiler açısından iç içe olduğu bilinen bir gerçek. Ancak ikisinin algı ve anlamlandırma çerçevesi birbirinden radikal biçimde farklı. Hayat bu iki akımı buluşturduğu oranda, geçmişte daha dengeli bir kaynaşma hali izlemiş olabiliriz. Ama bugün söz konusu kaynaşmanın çözülmesi sürecindeyiz. Kemalizm bir paradigma olarak anlamsızlaşırken, (Yeni) İttihatçılık günümüzün koşullarına yanıt getirebilen bir bağlam olarak güç kazanıyor.

Zihniyetin ancak çok uzun zaman aralıkları içinde değişebildiğini dikkate alırsak, Yeni İttihatçılık yüz yıllık bir Kemalizm parantezinin ardından ülkenin ana damara dönmesini ifade ediyor.

Türkiye’yi ‘anlamak’ ancak zihniyet analiziyle mümkün. Koşullara ve olgulara takılıp kalındığı takdirde ‘bizim’ nasıl bir zihne sahip olduğumuz, söz konusu koşul ve olguları nasıl algıladığımız, nasıl anlamlandırdığımız, niye o şekilde algılayıp anlamlandırdığımız gibi sorular güme gider.

Dışımızdaki gerçeklik bize bir ‘imkan alanı’ ya da aralığı yaratır. Ama o imkanın bile ne olduğu bakana göre, yani bizim zihnimize göre farklılaşır. Sıradan bireylerden devlete uzanan özneler zincirinde her irade kendi zihnine göre gerçekliği belirli şekilde algılayıp anlamlandıracaktır. 

Ama ya bu zincirin üzerindeki her irade giderek birbirine benzeyen bir zihinsel çerçeveye doğru kaymaktaysa? Benim iddiam 2016 sonrasında hem devlet ve siyaset iradesinin hem de halkın doğal eğilimlerinin Yeni (ya da yeniden) İttihatçılıkta buluşmakta olduğu. Ortak bir zihinsel bağlam oluşuyor ve olgular, koşullar bu ortak bağlam içinde anlam kazanıyor.

Önümüzdeki sürede, bu atmosferin kalıcı olma ihtimali değişme ihtimalinden çok daha fazla. Çünkü topluma yadırgamayacağı, ona ‘doğal ve normal’ gelen, aşina olduğu, hatta belki de özlediği bir perspektif sunuyor.  

Yeni İttihatçılık ‘fıtratımıza’ uygun. Devletten, siyasetten ve liderden çok daha fazlası. Zihniyet açısından kendimizi bilinçdışının mahir ellerine terk ederek yakalayabildiğimiz bir duygu ortaklığı, böylece ürettiğimiz kırılgan bir ‘biz’ arayışı… O nedenle buralardan kolay kolay gitmeyecek.  

Böylece Yeni İttihatçılık serisini (kendimce) bitiriyorum… Bundan sonrası Türk aydınlarının anlam dünyasına emanet…

- Advertisment -