Her şeyin her an değiştiğini söyleyip dursak da değişimi kabullenmek kolay değil… Canlıların en temel özelliği ‘kendini aynen devam ettirmek’. Mümkünse aynı koşullarla, aynı avantajlarla, aynı anlam dünyasıyla…
Bu ülkede 2016 yılında bir değişim oldu. Geriye dönüp baktığımızda, bu değişimin ideolojik ve siyasi zemininin 2015 Kasım seçimleri sonrasında, hatta belki de 2015 yazında atıldığını söyleyebiliyoruz.
Belki PKK ile mücadelede ‘hendek’ evresi devlet aktörlerinin gelecekle ilgili yeni çözümler aramaya başlamasına neden oldu. Belki de Kasım 2015 seçiminin AK Parti tarafından yeniden büyük farkla kazanılması yeni bir yönetim imkanını ortaya çıkardı veya bu arzuyu tetikledi.
Gülen cemaatiyle AK Parti arasındaki 2011’den itibaren sürmekte olan kavganın geri dönüşü olmayan bir evreye tırmanması ise, muhakkak ki söz konusu ‘yeni bir Türkiye hayali’ ve ona uygun ‘yeni bir rejim’ tasavvuruna hız verdi.
2016 yılı ilk yarısında AK Parti’de bir tasfiye yaşandı. Modernist Kemalist rejimle birlikte davranma eğilimde olanlar, CHP ile koalisyon yapmayı ‘düşünebilenler’ bir anda elimine oldular. Yılın ortasına gelindiğinde Erdoğan artık partiye tamamen hakimdi.
Aynı yılın ilk yarısında Gülen cemaatiyle olan gerilim tırmandı, ya da tırmandırıldı. Temmuz ayına gelindiğinde cemaatin devlet içi kadroların çökertilme planları dolaşmaya başladı. Gülenciler buna karşılık acilen darbe yapmaya kalkıştı ve başarısız oldu. Yine dönüp baktığımızda darbe girişiminin önceden bilindiğinin (tahmin edilmesi zaten zor değildi!) ve bazı kişilerin iki tarafa da yakın olduğu izleniminin edinildiği, darbe günüyle ilgili karanlıkta kalmış birçok sorunun halen cevaplanmadığı, sanki ‘suçüstü’ yakalama isteğinin de ortalıkta gezindiği bir olaydı.
Ancak çok kritik bir sonuç üretti: İktidarı sadece o anki konumuyla değil, ‘olmak istediği haliyle’ meşru hale getirdi. İktidara yeni bir imkan sundu: Kendini yeniden tanımlama…
Bu noktada Bahçeli sahneye çıktı ve Erdoğan’a cumhurbaşkanlığı sistemini önerdi. (Yine dönüp baktığımızda Bahçeli ile Erdoğan arasındaki ilişkinin de 2015 ortalarından itibaren ‘tazelendiğini’ anlıyoruz.) Bu teklifin sahne arkasındaki sahiplerini tam olarak bilmiyoruz. Ama bugün iktidar içi dinamikleri gözlemleyenler, karşımızda sabitleşen bir kadro olduğunu, bunun yeni katılanlarla ‘zenginleştiğini’, amacın siyasi iktidardan bağımsız bir devletçi iktidar anlayışının kalıcı odağı haline gelmek olduğunu görebilirler.
Velhasıl eğer kendimizi kandırmak gibi bir niyetimiz yoksa, bakma ve görme isteğimiz devam ediyorsa, olan biteni anlamlandırmak pek zor olmasa gerek.
Türkiye 2016 ortası itibariyle yeni bir rejime geçti. Parlamento gücünü kaybetti, yargı yürütmenin doğal parçası haline getirilmeye çalışıldı (bu süreç halen tam olarak başarılmış değil), cumhurbaşkanlığı her konuda tam yetkili kılındı, ancak en önemlisi devlet ile siyaset bütünleşti. Bugün devlet aktörleri birer siyasetçi gibi politika üretiyor, eğitimden ekonomiye ‘uzun vadeli stratejik plan’ yapıyorlar. Tek anlamlı siyasetçi olarak tebarüz eden Cumhurbaşkanı ise bir devlet aktörü olarak ülkenin ‘küresel stratejik yönelimi’ üzerinde yetki kullanıyor.
Değişimi anlamak isteyen 2000 öncesini, Kemalist devlet çerçevesindeki durumu hatırlasın: İdeolojik yönelimler, ilkeler, doğrular ve bu meyanda güvenlik, savunma ve dış politika devlet organlarının tekelinde veya gözetimi altındaydı. Siyasetçilerin ise ekonomi, sağlık, eğitim gibi yüzü ‘topluma dönük’ alanda faaliyet göstermesi bekleniyordu.
Kısacası Kemalizmin rejim formülü şuydu: Devlet siyaseti yönetir, siyaset de toplumu yönetir. AK Parti iktidarı buna bir itirazdı ve bu itiraz önlerine kabaca iki yol çıkardı: Kemalizmi aşan demokratik bir rejime yönelme, ya da Kemalizmi ‘baypas’ ederek ‘kuruluşçu’ ideolojik köklere dönme.
İlk seçenek laik kesimin aymazlığı ve muhafazakarların oportünizmi sayesinde geçmişe gömüldü. Şimdi ikinci seçeneği yaşıyoruz… Ve meramı olan herkesin görebileceği gibi bu artık ‘sadece’ bir AK Parti iktidarı değil. Devlet adına davranma gücünü elde tutan bürokrat ve emekli kadroların, buna ilaveten 2016 sonrasında iktidar yapısına nüfuz etmiş organize ağların iktidarı.
Bu rejim İttihatçı anlam dünyasını yeniden üreterek ayakta duruyor. Ve de kritik olan şu ki bu rejime Kemalizm ya da Atatürkçülük üzerinden itiraz etmek, yenilgiyi davet etmek demek. Kabullenilmesi kolay olmayabilir ama bugün Kemalizme sığınmak çaresizliğe, özgün bir tasavvura sahip olunamadığına işaret.
Çünkü Yeni İttihatçılığın iki avantajı var: Bir, kimliklere yaklaşım açısından Kemalizme nazaran daha ‘demokratik’! Dindar kimliği dışlamak bir yana, onu Türk kimliğinin alt unsuru olarak kuşatıyor, böylece dindarları devletin sahibi haline getiriyor, onları yönetim katında ‘eşitler arası birinci’ konuma yükseltiyor. (Yeni İttihatçılığın Kürtler ve Gayrımüslimler açısından Kemalizm’e göre daha az ‘demokratik’ olduğunu öne sürenler olabilir. Ama aralarındaki fark anlayışta değil, yöntemde. Ayrıca takdir edersiniz ki 80 yıllık ‘laik’ Kemalizm’in ardından önemli faktör bu olmayacaktır.)
Yeni İttihatçılığın ikinci avantajı toplumun ‘benlik’ sorunsalını öne çıkarması ve ona ‘emperyal’ bir yanıt getirmesi. Türkiye’nin dünyadaki ve gelecekteki yeri, yeniden inşa edilecek bir küresel dinamik içinde Türkiye’nin de kendisine yeni (genişleyen) bir yer bulma hayali, bunun ima ettiği saygınlık arayışı, gerektiğinde diklenme ya da nötr kalma tehditlerinin kullanılması, tüm gruplaşmalardan ayrı ve bağımsız bir ülke olarak ayakta durma hedefi ve bütün bunlara uygun bir dış politika, savunma (ya da müdahale) sanayii, güvenlik konsepti.
Bu sadece bir rejim değişikliği değil. Toplumsal auranın, anlam dünyasının da değişimi. Artık daha kolayca ve kendimizi haklı hissederek ‘Batı karşıtıyız’. İktidar cenahında ‘AB ile Şanghay arasında tercih yapmıyoruz’, ‘Türk Dünyası rekabet işbirliği’ girişimi başlatıyoruz, ‘sömürgeciliği’ hatırlatan özel yabancı okulları engelliyoruz… Ama aynı süreçte bir mahkememiz aşı karşıtı karar veriyor, ilk kez ‘nasyonal sosyalist Türk’ gençliği yeşeriyor, Kürt meselesinin ‘biraz fazla uzadığı’ yorumu zihnimize işliyor.
Erdoğan’ın atama yetkisi sürekli genişlediğinde haklı olarak itiraz ediyoruz. Ama aynı madalyonun arka yüzündeki değişimle bu olayı birlikte yorumlamaktan kaçınıyoruz. Nedir o arka yüzdeki değişim? 2023 yılının vergi rekortmenleri Bayraktar kardeşler, yani Baykar firması. Silah üreten firmamız artık medar-ı iftiharımız. Bu firmanın başarısı tabii ki devletin yeni (İttihatçı) duruşu ve hedefleriyle yakından bağlantılı. Geniş bir yorumlamayla, Türkiye’de en büyük devlet mükellefinin özelleşmiş haliyle devletin kendisi olduğunu öne sürebiliriz.
Teğmenlerin mezuniyet töreni sonrası bir grup teğmen 2016 yılında kaldırılmış olan bir yemini tekrarlamış ve “Atatürk’ün askerleriyiz” demişler. Olayın ordu açısından ne denli vahim olduğunu Hakan Şahin irdeledi (Serbestiyet, 1 Eylül 2024). Ancak bu sosyo-psikolojik ve ideolojik patlamanın, ülke gerçekleri karşısında siyasi bir ağırlık üretebilmesi, ya da bundan medet umanların başarılı olabilmesi boş bir hayal gibi gözüküyor.
Çünkü Türkiye artık ‘orada’ değil ve ‘oraya’ dönmek istemeyenler çoğunluk. Bugün muhalefetin daha öne çıkmasını sağlayan sadece iki unsur var: Biri ekonomi ve söz konusu sıkıntının bir yıl daha sürmesi beklenir. Ama sonrasında seçime halen iki yıl kalacak ve (yine benzer bir akılsızlık siyaseti üretmezse) iktidar yaraları sarma şansı yakalayacak. Yani ekonomi muhalefet için bir avantaj olmaktan çıkabilir…
Muhalefet lehine ikinci unsur ise adalet. Rüşvetin yaygınlaşması, haksız yere mahkumiyetler, mafyatik unsurların yargı ile kimi yerde iç içe geçebilmesi… Öte yandan Türkiye toplumu bu konuda hemen hiçbir zaman fazla duyarlı olmadı. Cemaatçi yaklaşım ve onun uzantısı olan oportünizm, kendi işini çözme, adamını bulma, ötekine karşı duyarsızlık, seni ilgilendirmeyen kötülüğe gözünü kapama bu halkın her kesimine sirayet etmiş durumda. Belki iktidarın ‘kör gözüm parmağına’ uygulamaları bir miktar azaltması, birkaç rüşvet cezası vermesi, liyakate önem verdiğini hatırlatan adımlar atması gerekecektir. Ama adalet meselesinin bu topraklarda hiçbir zaman üst sıralarda yer almadığını akılda tutalım.
Diğer deyişle, seçim zamanı geldiğinde muhalefetin elinde hiçbir ‘güncel’ avantaj kalmazken, tüm ‘ideolojik’ avantajlar iktidarın elinde olabilir…
Yeni İttihatçılık havuzunun içinde yüzüyoruz… Ülkenin siyasi/entelektüel muhalefeti topluma inandırıcı, tutarlı bir yeni havuz önermedikçe bu İttihatçı havuzun değişeceği yok. Yeni bir ideolojik konumlanmaya ihtiyaç var. Kemalizm çıkış değil…
Yeni toplumsal önermenin hem kimlikler açısından ‘daha da’ demokratik olması (dindarların yanında Kürt kimliğini de içermesi, Gayrımüslim kimliklerle ‘barışması’), Türklüğü melez/toparlayıcı bir yeni içeriğe taşıyarak farklı bir vatandaşlık anlayışında somutlaştırması; hem de bu halkın saygı, özgüven, ortak aidiyet ve başarı arayışına cevap getirmesi gerekiyor.
Aksi halde bilinçsiz balıklar gibi ortalıkta salınıp, havuzun duvarlarına çarpadururken, hayat ve gelecek elimizden kayıp gidecek ve galiba her şey olup bittikten sonra bile idrak etmekte güçlük çekeceğiz.