Yanlış anlamayı engellemek üzere uyarıyla başlayalım: Bu yazıda Yeni İttihatçılığın model olarak kotarılıp topluma sunulmasının niçin ‘gerçekçi’ olabildiğini ele alıyorum. Hangi koşulların bu ‘gerçekçiliği’ yarattığını, ya da toplumda bu türden bir izlenim üretilmesini kolaylaştırdığını irdelemeye çalışıyorum. Ancak ‘gerçekçilik’ kendiliğinden ‘iyi’ ya da ‘doğru’ demek değil… Hele bu örnekte ‘gerçekçilik’ bir tehlikeye işaret ediyor. Yeni İttihatçılık ciddiye alınmalı çünkü ‘gerçekçi’ gözüküyor ve toplumun anlamlı bir bölümünün bu tasavvurun ardından gitmesine neden olabiliyor.
Önce hatırlatma babından İttihatçılığın (22 Kasım 2022 tarihli yazımda önerdiğim) kısa tanımı: 1) Tahakkümcü, topluma rehberlik yapan, onun adına düşünen ve karar alan bir devlet anlayışı; 2) Türk kimliğini dışlayıcı bir ölçüt olarak kullanan, diğer etnik kimliklere müsamahasız ancak Sünni Müslümanlığı kuşatan bir milliyetçilik; 3) Dindarlığı gündelik hayatta özgür bırakan, dini kimliğe giriş çıkışı ve her türlü Müslüman inanç sentezini doğal ama ‘siyaset dışı’ kabul eden bir laiklik; 4) Batının son kertede ezeli ve ebedi bir hasım olarak tanımlanmasından, amacının Türk varlığını ortadan kaldırmak olduğu inancından beslenen bir Batı düşmanlığı; 5) Türklüğün haksızlığa uğramış olduğu ve hakkını geri alması gerektiğine dayanan yayılmacı bir dış politika.
Buradaki maddeleri bugünün siyasi/ideolojik gündemine oturttuğumuzda, Türkiye Yüzyılı vizyonu ile ‘güncellenen’ Yeni İttihatçılığın üç ayak üzerinde yükseldiğini öne sürebiliriz. Birincisi devletin toplum ve siyasete olan mutlak önceliği ve dokunulmazlığı. Bu anlayışa göre vatandaşlık devletten neşet ediyor ve ancak ‘bu’ devlete ‘bu’ nitelikleriyle bağlı olanlara ‘vatandaş’ denmesi gerekiyor. Devletin millete ait (ya da onun sahibi) olduğunu düşünürsek, bu doğal olarak bir ‘milli’ devlet ve böylece ortaya bir ‘milli’ vatandaş tanımı çıkıyor.
İkinci olarak, söz konusu ‘milli’ vatandaş Türk etnik kimliğini, bu kimliğin ‘ezeli ve ebedi’ özünü taşıyor, Sünni Müslümanlığı söz konusu Türklüğün tamamlayıcısı olarak görüyor. Bu denklemde Müslümanlık (grupsal bir tercih sonucu benimsendiği için) yerel (konjonktürel) bir nitelik ve ‘kanla’ tanımlanan (sabit ve kalıcı) Türklüğe günümüzün ‘rengini’ verdiği ölçüde kıymetli. Böylece vatandaşlık ‘yerli ve milli’ bir çerçeveye oturuyor, devletin (değişmez) niteliği olan Türklükle tarihsel sürecin ortaya çıkardığı Müslümanlığı ayrışmaz bir amalgam haline getiriyor.
Üçüncü ayak, ‘bizim’ dışımızdaki kimlikler, halklar, toplumlarla ilgili yaklaşımın mağduriyet/haklılık teması etrafında şekillenmesi ve kadim (ezeli ebedi) bir mücadele bağlamı içinde anlam kazanması. Buna göre etrafımızın düşmanlarla çevrili olması, kimsenin gerçekte bize dost olmaması gibi önermeler birer gerçeklik ve tarihsel maceranın ‘doğal’ sonucu. Kadim düşman ise (varoluşsal) hedefi Türkleri ve Türklüğü, dolayısıyla Türk (milli) Devletini ortadan kaldırmak, tarih sahnesinden silmek olan (Hristiyan) Batı. Bu mücadelede Türkler hep doğru davranmış, ama ihanete uğramışlar. Şimdilerde televizyon dizilerinden de takip edilebilecek bu anlatı (inandırıcılıktan tamamen uzak olsa da) ‘millileşmeye’ müsait bir psikoloji ortaya çıkarıyor. Buradan hareketle diğer ülkelerle ilişkiler (dış politika) ‘milli’ bir alan haline geliyor, yenme/yenilme, gücünü gösterme, saygı görme, dik durma, had bildirme gibi davranış ve durumlar kimliği pekiştiren, devlete bağlılığı (bağımlılığı) artıran bir ‘gurur’ vesilesi olarak yaşanabiliyor.
Toparlarsak Yeni İttihatçılık bir ‘yeniden devletleşme’ tasavvuru. Kişileri ‘yerlilik ve millilik’ üzerinden vatandaş haline getirip devlete bağlıyor, onun uzantısı, aracı haline getiriyor. Esas özne devletin kendisi… Onun ayakta kalması uğruna herkes feda edilebilir… Devlet kendisi için neyin iyi ve doğru olduğunu bildiği ölçüde vatandaşlar için de iyi ve doğruyu belirleme hakkını kullanıyor. Dolayısıyla devletin tercihlerine karşı çıkmak vatandaşlığın dışına düşmek anlamına geliyor. Devlet tüm vatandaşlarıyla birlikte bir organik bütünlük. Hasbelkader devletin yönetim kademelerine gelmiş olanlar söz konusu organik bütünlüğün iradesini taşımak, onun takipçisi olmak durumunda.
Bir an için durup düşünelim… Bu fazlasıyla arkaik yaklaşım nasıl oldu da adım adım inşa edilebildi ve halen ülkenin yarısının oyunu alabilecek bir noktada. Diğer deyişle nasıl oldu da Yeni İttihatçılık (Cumhuriyet rejiminin İttihatçı ideolojik zemin üzerinde yeniden kurgulanması) ‘gerçekçi’, yani yaşayabilir ve sürdürülebilir (normal ve doğal) bir durum olarak sunulabildi ve toplum tarafından da öyle algılanabildi.
Gördüğüm kadarıyla bu ‘gelişme’ dört koşulun bir araya gelmesiyle tetiklendi…
Birincisi 2016 Temmuz darbe girişiminin bastırılması sonrası devletteki ‘boşluğun’ sunduğu konjonktürel fırsat. Gülencilerin ‘bir bütün olarak’ devletten temizlenme imkânı MHP ve onun çeperinde yerleşmiş olan (legal/illegal) örgüt ve gruplar tarafından büyük bir iştahla kullanıldı. AK Parti’ye düşen ise elini değdirdiği herkesi ‘fetöcü’ kılma sayesinde toplumsal rant mevkilerini kendi yandaşlarına tahsis şansı elde etmekti. Böylece oluşan koalisyonda MHP ‘milli’, AK Parti ‘yerli’ kanadı oluşturdu ve kısa zaman içinde Erdoğan şahıs olarak partisine mesafe alıp Bahçeli’yle birlikte ‘yerli ve milli’ kimliğin siyasi/ideolojik yüzü haline geldi.
İkinci neden, önceki yazılarda da ele almış olduğum ‘ideolojik tükenme’… Kemalizmin bu toplumu yönetmekte yetersiz kaldığı 1980’lerde zaten görünür hale gelmişti. Dindarların (devlet açısından bakıldığında) ‘muhafazakârlık’ kisvesi altında kamusal alana ve siyasete nüfuzu engellenemiyordu. Tepki olarak ortaya çıkan Ulusalcılık ise 28 Şubat ile iflasını ilan etti. Bu durumda AK Partinin ‘Müslüman demokrat’ denebilecek bir tutuma kayması ve hele başarılı olması devlet için büyük bir tehditti. Nitekim devlet kurumları, yargı ve sivil inisiyatifler kullanılarak AK Parti engellenmeye çalışıldı. Ancak yaşananlar (Alper Görmüş’ün Yeni İttihatçılık’la ilgili yazı dizisinde gösterdiği üzere) Erdoğan’ın reformcu çizgiden uzaklaşıp devlete yanaşmasıyla ve partiyi de söz konusu konuma çekmesiyle sonuçlandı. 2016 başına gelindiğinde ne Kemalizm, ne Ulusalcılık, ne İslamcılık, ne de reformcu bir muhafazakârlığın ülkeyi yönetme gücü ve mahareti kalmamıştı. Devletin ‘ideolojisiz’ kaldığı bir konjonktürde Cumhuriyet öncesine giden ve birçok gözlemci tarafından ‘gerçek kurucu ideoloji’ olduğu teslim edilen İttihatçılık doğal olarak ‘yaslanılacak’ bir yaklaşım oluşturuyordu.
Üçüncü neden, ‘modern’ Batı sisteminin küresel ölçekte etkisiz olması, kendi içindeki sorunları çözememesi, toplumlardaki ihtiyaç ve tercihleri demokratik mekanizma üzerinden kararlara yansıtmakta yetersiz kalması… Birleşmiş Milletler ve benzeri ‘uluslarüstü’ yapılar dünya kamuoyu nezdinde giderek anlamını yitiriyor. Bu durum ülkelerin ‘kendi başının çaresine bakma’ alternatifini gerçekçi olarak ele almalarına neden oluyor. Dolayısıyla tek tek ülkeler kendilerini özellikle dış politikada ve sahip oldukları siyasi rejimlerde daha esnek ve ‘özgür’ hissedebiliyorlar. Buna Batı dünyasının insani göç karşısındaki tutumu eklendiğinde, Batının kendine atfettiği ahlaki üstünlüğün geçerli olmadığı kanaati pekişiyor. Küresel sistemin yeniden ele alınması, orta boy ülkelerin söz sahibi olması gereği seslendiriliyor. Dünya bir anlamda ‘büyük savaş’ sonrası dönemi andırıyor. Öte yandan Batılı gelişmiş ülkelerin (göç sonrası daha da akut hale gelen) sıkıntıları aşmakta zorlanması, bu ülkelerdeki insanları daha küçük ölçekli bakmaya, bencil olmaya, başkaları için sorumluluk almamaya sevk edebiliyor. Bu da popülizmin yükselmesini ve otoriter bir tınıya sahip olmasını teşvik ediyor. Türkiye açısından bakıldığında bu ortam daha ‘kişilikli’ ve (tam) ‘bağımsız’ bir devlet politikasını, ‘kendimize has’ bir varoluş ve yaşama halini bir ‘hak’ olarak görmeyi teşvik ediyor. Dolayısıyla bir yandan devleti ve ülkeyi ‘yeniden tanımlama’, bunu uzun vadeli bir tasavvur olarak ortaya koyma ve hayata geçirme imkânı veriyor, diğer yandan da bu hedefe otoriter bir tarzla yönelmeyi meşrulaştırabiliyor.
Nihayet dördüncü neden, toplum olarak otoriter/ataerkil bir zihniyet bileşimine sahip olmamız… Devleti kutsama eğilimini yadırgamamamız, hiyerarşiyi doğal görmemiz, ‘milliliği’ bir kimlik olarak taşımaya yatkınlığımız, ‘organik’ bütünleşme halini bir kıvanç ve başarı vesilesi saymamız bu zihniyet bileşiminin (bizim özelimizde) doğal uzantıları olarak ortaya çıkıyor. Buna yine aynı zihniyet bileşiminden beslenen kamusal alan darlığını, siyasetin devletin ‘içinde’ yapılma geleneğini, devlete de sinmiş olan varoluşsal korku ve güvensizliği ekleyebiliriz. Söz konusu zihniyet bileşimi belirsizliğe tahammülü olmayan, her konuda bir doğrunun olduğunu varsayan ve o doğrunun peşinden gitmeye hazır bir zihin yapısına işaret ediyor. Ayrıca başarılı olanın (gücü elinde tutanın) söz konusu doğruyu temsil ettiğini kabullenmeye hazır bir psikoloji ima ediyor. Türkiye özelinde devletin (ve onun sahiplerinin) benzersiz konumu zihinlerde bu sayede normalleşebiliyor.
Sonuç olarak 2013-2016 aralığında devletin yeni bir arayışa girmesi ve buna uygun siyasi ortak araması için şartlar fazlasıyla olgun gözüküyor. Cumhuriyet döneminin ‘iktidar’ ve ‘muhalif’ ideolojileri çökmüş, Batı dünyası kabuğuna çekilmiş, orta ölçekli ülkelerin hareket alanı genişlemiş, genelde bir ‘yeniden inşa’ (kuruluş) perspektifi mümkün ve gerçekçi hale gelmiş durumda. 2016 darbe girişiminin sonrası, bu olgunlaşmış durumun devletin içindeki bazı aktörler tarafından gerçekliğe tahvilini ifade ediyor. Toplumun önemli bir bölümü ise bu geçişi yadırgamak bir yana, ona kendi kişiliğini yeniden kuracak gurur verici bir atılımın vesilesi, tarih boyu yaşanmış haksızlıkların telafi edilme fırsatı olarak bakıyor.
Böylece Yeni İttihatçılık ‘gerçekçi’ bir inşa projesi olarak ortaya çıkabiliyor ve önümüzdeki seçimlerde ilk toplumsal sınavını yaşamaya hazırlanıyor. Başarılı olabilir çünkü en azından toplumun yarısına doğal ve gerçekçi geliyor. İşin ilginç yanı şu: Aslında toplumun diğer yarısı için de (zihinsel ve tarihsel nedenlerle) ‘doğal’ ama ne gerçekçi ne de makbul. Gerçekçi değil çünkü hem dışımızdaki dünyanın ana doğrultusunda otoriterleşme yönünde kalıcı bir değişim gözükmüyor, hem de bu ideoloji Türkiye’deki gibi dünyaya entegre olmuş, demokratik normları (en azından bireysel düzlemde) benimsemiş bir toplumu yönetmek açısından yetersiz kalmaya mahkûm. Ayrıca makbul de değil… Çünkü ülkeyi ve insanlarını hastalıklı bir psikolojiye, ilkel bir zihinsel tıkanmaya mahkûm ediyor. Kendisini ‘organik’ devletçi bütünleşme içinde kişiliksizleştirmeye razı bir vatandaşlık halini, ona uygun vulger (ve ahlakı hiçe sayan) bir devlet ve yönetim anlayışını matah bir şeymiş gibi sunuyor. ‘Türkleri’ insanlığın birikiminden nasibini almamış, hatta onu ‘bilinçli’ olarak reddeden, kıymeti kendinden menkul bir devletçiliğin peşinde sürüklenen bir güruha dönüştürme hayali güdüyor.
Dolayısıyla buradan muhalefete yönelik de birkaç hisse çıkarılabilir… Yeni İttihatçılığın ‘bize’ niçin ‘doğal ve gerçekçi’ geldiğini gözden ırak tutmamakta yarar var. Çünkü gerçek anlamıyla muhalefet, bu ideolojinin ve onun uzantısı olan tasavvurun (Türkiye Yüzyılı) ne gerçekçi ne de makbul olduğunu göstermek zorunda. Ama bu da işin yarısı… Çünkü iktidarın yanlışı sizin doğrunuz demek değil. Muhalefet bugünün dünyasını ve Türkiye’sini temel alan alternatif bir gelecek tasavvuru üretebilmeli. Kolaycı yoldan geçmişteki ideolojik damarlara müracaat etmeyip, özgün bir ideolojik bileşim oluşturmak gerek. Ve bunu yaparken de bize fazlasıyla rahatlatıcı gelen otoriter/ataerkil zihniyete, ondan beslenen devletçilik ve muhafazakârlığa belirgin şekilde mesafe koymak gerek.
Türkiye’nin yeni bir devlet, vatandaşlık ve kamusal alan tanımına ihtiyacı var… ‘Demokrasi’ ancak bu üç kavramın özgürleştirici ve paylaşmacı bir yaklaşımla yeniden üretilmesi durumunda ‘gerçekçi’ bir alternatif olabilir. Aksi halde sistemden (Erdoğan gibilerden) şikâyete devam ederiz ama (gerçekçi olmak gerekirse) farkında bile olmadan adım adım Yeni İttihatçılığa adapte olma yoluna girebiliriz.