Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIYeni tartışma: Kampüsler kimin?

Yeni tartışma: Kampüsler kimin?

Öğrencilik, bir zamanlar, gerçekten bir statüydü. Artık değil. Öğrenciliğin elitizmini yapmanın hiçbir zemini kalmadı. Bazı öğrencilerin “Okumuluz müze değildir, gezilmez” gibi yaklaşımlarının toplumda veya siyasette destek bulacağını sanmıyorum. Üniversitelerin algılanma şeklinde yaşanan “normalleşme”, bize özgü değil. Almanya gibi ülkelerde üniversite öğrencilerinin toplam nüfusa oranı bizdekinden çok az. Artık üniversite bir “kutsal bilgi tapınağı” değil. “Elit” algılanan bir yer değil.

Serbestiyet’te 9 Şubat’ta çıkan habere göre, İstanbul Üniversitesi, tarihiyle simge haline gelen Beyazıt’taki kampüsü dahil tüm yerleşkelerinin kapılarını ziyaretçilere açma kararı aldı. Dünyanın ‘duvarsız üniversite’ konseptini tartıştığını söyleyen Rektör Prof. Dr. Osman Bülent Zülfikar şöyle demiş: “Üniversitenin kapısı parmaklıklarla kapalı olamaz. Bu acı bir şeydir. Üniversite, öğrencilerini nasıl böyle bir imajla karşılar? 28 Şubat’lardan kalan o kötü izlerin, karanlık günlerin ülkemize yakışmadığını düşünüyoruz.”

Haberi okuyunca, İstanbul Üniversitesi’ndeki yüksek lisans günlerimi hatırladım… Edebiyat Fakültesi’nde yüksek lisans yaptığım dönem, başörtüsü yasağının son demleriydi. Yıl 2009, 2010, 2011… O zamanlar, girişteki sert güvenlik kontrolünün nedenlerinden biri, başörtüsü yasağıydı. Ancak ben de bazen öğrenci kimliğimi unuttuğum için kapıdaki polislerle sorun yaşardım. Dik merdivenlerden çıkıp, kapıdaki kontrollerden geçip içeri girmek, alışabildiğim bir prosedür değildi. Adeta orta çağa ait bir kuleye giriyor gibi hissediyordum kendimi. Her devlet üniversitesinde İÜ’deki kadar aşırı dramatik kontroller olmasa da genel olarak güvenlikçi politikalar baskındı. O günlerde gözden kaçırdığım nokta ise şuydu: Benim rahatsız olduğum bu politika, öğrencilerin bir kısmına, haklı geliyordu.

Avrupa’dan, herkese açık olan, kapısında kontrol olmayan, hatta kapısı da olmayan kampüsleri hatırlıyordum. Oradaki öğrencilerin dışarıdaki toplumla bir sorunu da yoktu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ndeki gibi öyle dimdik giriş merdivenine de hiç denk gelmemiştim. Avrupa’dan döndükten sonraysa, Türkiye’deki Bilgi Üniversitesi lisans dönemim, İstanbul Üniversitesi dönemimden daha normal koşullarda geçmişti. Bilgi’de, İstanbul Üniversitesi’ndeki kadar katı güvenlik politikası yoktu. Girişte pek kimlik sorulmuyordu. Zaten, Bilgi Üniversitesi, başörtüsü konusunda da ılımlıydı. İstanbul Üniversitesi’ne giriş ise adeta askeri bir bölgeye giriş gibiydi. Avrupa’daki canı isteyen herkesin rahatça girip çıktığı, kitaplara rahatça erişilebilen kampüslerdeki özgürlüğü özlüyordum.

2010 Anayasa Referandumu’nun hemen ertesi gününden itibaren, İstanbul Üniversitesi’nde, başörtüsü yasağı, önce pratikte, bir süre sonra da resmi olarak devreden çıktı. Kapıdaki genel önlemlerse hafiflemedi. Tabii, bölümden bölüme, binadan binaya bazı farklar olabilir, ben edebiyat bölümündeki deneyimime dayanarak konuşuyorum.

2009-2010-2011’de, o katı kontrolleri geçip fakülte binasından girdiğim günlerde, bu kontrollerle “orantılı” bir ortamla karşılaşmıyordum. İçeri girmek, orta çağ kulesine girmek kadar zor olsa da içeride öyle bir kulenin görkem veya ihtişamından zerre yoktu. Hijyen koşulları da çok iyi değildi. Kütüphaneler derslik olarak kullanıldığı için raflarda birçok kitap süs eşyası gibi dururdu, alıp karıştırma şansımız pek olmazdı. Yani kapısı “kilitli” olan fakültemizin kitaplarının da önemli bir kısmı kilitliydi.

Edebiyat Fakültesi binasında, asansör, sadece öğretim görevlileri tarafından kullanılabiliyordu. Öğrencilerin kullanımına kapalıydı. Umarım bu ayrımcı uygulama değişmiştir. Ki bunu bilemiyor olma nedenim gene kapıdaki giriş bürokrasisinden kaynaklı. İstanbul Üniversitesi’nden yüksek lisans mezunu olmama rağmen mezuniyetimden sonra o ürkütücü kapılı, dik merdivenli binaya tekrar gitmedim. Mezun kartı çıkartmakla uğraşmak istemedim.

O “öyle herkesin elini kolunu sallayarak giremediği bina”ya girebilen ayrıcalıklı(?) azınlıktan olduğum günleri tuhaf günler olarak hatırlıyorum. “Üniversiteyi kazandım” gibi İngilizceye, Almancaya, Fransızcaya çevrilmesi imkânsız bir cümle kurarak coşku yaşayan gençlerin meseleyi abarttığını düşündüm hep. Başkalarının giremediği, senin öğrenci olduğun için girebildiğin o “özel bölge”, seni de çok değerli gören bir bölge değildi. Er olduğun için girdiğin ama yüksek rütbelilerle asla “aynı” olamadığın bir askeri bölge gibiydi. Gerçi öğrenci olmak paradoksal şekilde askerliği erteleme imkânı sağlıyordu.

İstanbul Üniversitesi’ndeki bazı öğrenci derneklerinin, rektörlüğün “kapıları herkese açma” projesine son günlerde gösterdikleri sert tepkileri, “Mesire Alanı Değil Üniversite Kampüsü” gibi hashtag’leri gördüğümde ise duraksadım. Derneklerin rektörlüğe tepkilerine bakınca, öğrencilerin bir kesiminin kendilerini ayrıcalıklı ve toplum genelinden farklı statüde görmek istediğini düşündüm bir kez daha. Öğrencilik, bir zamanlar, gerçekten bir statüydü. Artık değil. 2024’te öğrenci sayısı o kadar fazla ki öğrenci olmak genç olmakla eşdeğer. O yüzden de sadece öğrencilerin/öğretim görevlilerinin girebildiği “özel” alanların varlığını sürdürmek zor. Öğrenciliğin elitizmini yapmanın hiçbir zemini kalmadı. Bazı öğrencilerin “Okumuluz müze değildir, gezilmez” gibi yaklaşımlarının toplumda veya siyasette destek bulacağını sanmıyorum.

Kumsalları parselleyen lüks otellere kızan, kendini duvarın ardında görüp öfkelenen bazı gençler; konu kampüs olunca, kendilerini “mekânın sahibi” olarak görmekten ve başka birilerinin duvarın öte tarafında kalmasından hoşlanabiliyor. Şu, ayrıca ilginç: Kim ne derse desin, bugün, üniversite, ülkemizdeki orta sınıf hayatının en az plaj kadar “doğal” parçası. Bazılarımız, plaj görmediğimiz kadar üniversite gördük.  Bazı öğrenci dernekleri, “Eğer halk plaja akın ederse vatandaş denize giremez” ruh halinde.

Elbette bu gençlerin, bu derneklerin, kendi açılarından argümanları var. Kendilerince haklı oldukları noktalar var. Üniversitelere giren bazı kişilerin gerçekten rahatsız edici davranışları olabilir. Özellikle de kız öğrencilerin hassasiyetlerini ciddiye almak lazım. Ancak ne olursa olsun bu “açılım”ın durması zor. İstanbul Üniversitesi ile başlamakta olan açılımın, ODTÜ gibi diğer “marka” üniversitelerle devam etme ihtimali, beraberinde neler getirebilir? Biz, öğrenciler toplumu olduğumuz kadar güvenlik görevlileri toplumuyuz. Her konunun güvenlik boyutunu düşünmeye yatkınız. Akın edebilecek kalabalıkların, öğrencilerin huzur ve güvenliğini riske sokmasından söz ediliyor. Oysa güvenlik sorunu birçok durumda tenhalıktan kaynaklanır. Kalabalıklaşma, bazı yerleri daha güvenli kılabilir.

Ki akademinin “dışarıdaki” yaşamla daha fazla etkileşime ihtiyacı var. Kampüslerin açılan kapıları, üniversiteleri, uzun vadede, korkulduğu gibi vasatlığa veya “apaçi-abazan-barzo-mangalcı tayfa”ya değil tam tersine daha yüksek bir farkındalık seviyesine de açabilir: Atom fiziği öğrencisinin sokaktaki yaşamla etkileşimde olması gerekmese de ekonomi veya işletme öğrencisinin buna kesinlikle ihtiyacı var. Üniversitenin bulunduğu semtin esnafının veya döviz bürosu/banka/kuyumcu çalışanının kantine veya derse rahatça girip reel ekonomiyi konuşabilmesi, öğrencilere daha sağlam bir ekonomi vizyonu sağlar.  

Bir gelecek senaryosu da şu: Bazı üniversitelerin uzun vadede bir anlamda AVM’leşmesi… Eğer kampüslere AVM’lerdeki gibi kafeler, restoranlar açılırsa, bu, bir ekonomiyi doğurabilir. Bazı Ankaralılar, hafta sonunu Ankamall yerine ODTÜ Kampüsü’nde geçirmeyi tercih edebilir. Veya İTÜ Kampüsü, İstanbul’daki bazı AVM’lerin pazar payından çalabilir. Bu, üniversitelerin finansmanını kolaylaştırabilir mi? Bu kadarı şimdilik ütopya. Veya baktığınız açıya göre distopya da olabilir…

Biraz da dışarıya bakalım: Üniversite ve öğrenci sayısının artmasıyla birlikte, üniversite olgusunun geçmişte en ciddiye alındığı ülkelerden Almanya’da bile üniversiteleri bakkallara benzetenlerin olduğu bir çağdayız. Yani üniversiteye yüklenen o “özel anlam”, dünya genelinde ortadan kalkma sürecinde. Ki Almanya gibi ülkelerde üniversite öğrencilerinin toplam nüfusa oranı bizdekinden çok az. Üniversitelerin algılanma şeklinde yaşanan “normalleşme”, bize özgü değil. Artık üniversite bir “kutsal bilgi tapınağı” değil. “Elit” algılanan bir yer değil.

Eskinin katı duvarlarının daha da buharlaşması, yüksek ihtimal. Pink Floyd’un, eğitim sistemini eleştiren “The Wall” şarkısında anlatılan o duvar, artık bizde de yıkılabilir. Ama öğrenciler tarafından değil. Bazı öğrenciler, duvarı rektörden daha fazla sahiplenseler de bir halk dalgası, üniversitelerin duvarına dayanmış durumda ve içeri girmek istiyor. Bu dalgayı oluşturan halkın bazı davranışlarını sevmeyebiliriz, rahatsız olabiliriz ama bu dalgayı durdurmak zor.

- Advertisment -