2024 yılı boyunca 73 ülkede başkanlık, parlamento veya yerel seçimler yapıldı. Bunların genel özelliği demokratik usullerle yönetilen ülkelerin çoğunda seçmenin mevcut iktidar aleyhine dönmüş olmasıdır. Bunu örneğin Fransa, Birleşik Krallık ve ABD’de gördük. Ülkemizde yapılan yerel seçimler dahi iktidar partilerinin aleyhinde cereyan ederek bu formata uygun düştü.
Bölgemizdeki üç ülkede (Romanya, Gürcistan ve Moldova) yapılan seçimlerin bir özelliği de Rus müdahalesine sahne olmalarıydı. Gürcistan’da Rusya arzu ettiği yönetimi dayatmış, ancak bitmeyen sokak gösterileri bu yönetimin ne kadar kalıcı olabileceği konusunda soru işaretleri yaratmaktadır. Moldova’da Putin arzu ettiği neticeyi alamamış, Romanya’da ise müdahalesi seçimin iptal edilmesine ve ilkbahara ertelenmesine yol açmıştır.
Ancak tabii en önemli seçim ABD’deki olmuştur. Trump’un iki hafta sonra iktidarı devralmasının ne gibi sürprizlere yol açabileceği konusundaki görüşlerimi aşağıda kısaca sunacağım. Daha ayrıntılı bir değerlendirmeyi ileride okuyucularıma iletirim.
Bizim için bölgedeki en önemli gelişmeler şüphesiz Orta Doğu’da bitmeyen mücadele ve Suriye’deki beklenmedik rejim değişikliği olmuştur. Suriye’de zamanın neyi göstereceğini kestirmek mümkün değil. Her şey tahminden ibaret. Tahminlerin gerçekleşmeme alışkanlığı da mevcut. Dolayısıyla ben bir tahminde bulunmak istemiyorum.
Aslında ne yazık ki Tunus’ta 2011’de başlayan devrimler hiçbir Arap ülkesinde kalıcı bir demokrasiye yol açmamıştır. Ya ülkeler iç savaşlar yoluyla parçalanmış (Libya ve Yemen), ya da kısa bir zaman sonra tekrar otokratik yönetimler başa geçmiştir (Tunus ve Mısır). Doğrusu değil Arap ülkelerinin hiçbirinde, Müslüman ülkelerinin pek çoğunda demokratik rejimlerin kurulamamış olması İslam’ın demokrasi ile bağdaşmadığı yönünde Batıda epey yaygın görüşe destek oluyor maalesef.
Suriye’de işbaşına geçen yönetimin seçim yapmakta acelesi olmaması, dört yıllık bir takvim ilan etmesi şaşırtıcı değil. Ülkede 60 yıldır nüfus sayımı yapılmamış olması zaten seçim için önemli bir engeldir. Sayımın güvenilir bir şekilde yapılması muhakkak ki seçim için olmazsa olmazların başında gelir. Özellikle Suriye gibi çeşitli din ve etnik gruplardan oluşan bir ülkede bunların her birinin toplam içindeki oranının belirlenmesini özellikle önemli kılmaktadır.
Suriye’de işlerin ne şekilde gelişeceğini kestirmek mümkün değil. Ancak belli olan bir şey varsa yeni yönetimin İsrail ile hasmane bir ilişki içinde olmak istemediğidir. Bunu yönetimin lideri Ahmet El-Şaara her fırsatta dile getiriyor. Sırf bu husus bölgedeki dengeleri tamamen değiştirerek nitelikte sayılmalıdır. Esat rejimi 53 yıl önce kurulduktan sonra Suriye’nin politikası özellikle İran devriminden sonra o ülkenin verdiği yardımlarla hep İsrail’e karşı mücadele veren terör hareketlerine destek olmak ve onun için bir çıban başı teşkil etmesini sağlamaktı. Suriye’deki rejim değişikliği neticesinde İran’ın ülkedenden çekilmek zorunda kalması bu politikanın sürdürülmesini zaten imkânsız kılmaktaydı.
Dolayısıyla Suriye devriminden en kazançlı çıkan ülkenin İsrail ve lideri Netanyahu olduğunu söylemek yanlış değildir. Kanaatimce bu durumun ülkemiz için de sonuçları var. İsrail ile yeni bir sayfa açılması ve diyalogun tekrar tesis edilmesi, Suriye’de karşı karşıya kalmamamız için şarttır. Bunu yapmaz ve İsrail ile hasmane ilişkilere şimdiki olduğu gibi sadece sözde değil, fiiliyatta da girersek, İsrail’in Suriye’de bize karşı müttefik arayışı içine girmesi ve YPG/SDG’ni aleyhimize çevirmeye çalışmasının yolu açılmış olacaktır.
Ülkemizde Suriye devriminin büyük bir sevinçle karşılandığı ve iktidarın başarı hanesine yazıldığı açıktır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gittiği yerlerde partililer tarafından “Şam fatihi” olarak karşılanması bunun en açık göstergesidir. Ancak atılan bu naraların başta Arap ülkeleri olmak dış dünya tarafından gözden kaçtığını düşünmek safdilliğin kendisidir. Özellikle AKP döneminde sık sık gündeme gelen fütuhat söylemi tehlikeli ve yanlıştır. Suriye’ye yardımcı olmak, orada kalıcı ve sağlam bir yönetim kurulmasını istiyorsak emperyalist hedefler güttüğümüz intibaını vermemek lazım. Nitekim yeni yönetimin Dışişleri bakanı Şeybani’nin ülke dışına yaptığı ilk ziyaret için Türkiye’ye değil de Suudi Arabistan’a gitmiş olması herhalde Ankara’da kaydedilmiştir. Önümüzdeki günlerde Körfez ülkelerini de ziyaret edeceği açıklanmıştır. Bu satırları yazdığımda öğrenci olarak yıllarını geçirdiği ülkemize geleceğine dair bir duyuru ulaşmadı. Umarım küskünlüklere yol açmadan gelir. Aynı şekilde Cumhurbaşkanının Şam’a gideceği açıklanmışken bundan en azından şimdilik sarfı nazar edilmiş olması iyi bir işaret değildir.
Bu arada devrimin ilk günlerinde Suriye ile bir deniz yan hududu anlaşması imzalayıp tabiri caizse Libya ile yapıldığı şekilde bu defa Yunanistan’a değil (Rum) Kıbrıs’a gol atma heveslilerinin ortaya çıktığını tebessümle karşıladım. Libya ile imzalanan anlaşmanın deniz hukuku kurallarına uygunluğu tartışıldığı için Libya tarafından onaylanmadığı hatırlanacaktır. Suriye ile yapılacak anlaşmanın sıkıntısı ise o ülkenin kurulduğundan bu yana Hatay’ın Türk toprağı olduğunu kabul etmemesidir. Bu konu çözülmeden böyle bir anlaşmanın müzakeresi pek olası gözükmüyor zira yan hududunun başlangıç noktası şu anda ihtilaf konusu. Suriye’nin bir gün Hatay’ın Türk toprağı olduğunu kabul etmesini ben de tabiatıyla içtenlikle diliyorum. Ancak yeni yönetimin ilk işleri arasında bunu yapmasını beklemiyorum çünkü bunu yaparsa içeride aleyhine kullanılacak malzeme yaratmış olacağına şüphe yok.
Bölgemizdeki ikinci önemli sorun kaynağı Rusya’nın devam eden ve şiddeti artan Ukrayna’yı işgal girişimi. Savaş yakında üçüncü yılını dolduracak. Seyri hakkında yapılan bütün tahminler yanlış çıktı. Bizde uzman geçinen emekli subayların televizyon ekranlarında savaşın birkaç gün içinde Rusya’nın zaferi ile sonuçlanacağı yolundaki tahminlerinin boş çıktığı hatırlanacaktır. Aslında onlara çok fazla yüklenmek de doğru olmaz çünkü başta ABD olmak üzere Batı ülkeleri de Ukrayna’nın kahraman lideri Zelenskyy yönetiminde bu kadar güçlü bir mukavemet göstereceğini tahmin etmiyordu. Neticede Rusya adım adım toprak kazanıyor ama bedelinin kendisi için çok yüksek olduğu da açık. Kayıplarının günde 1500 askere ulaştığı hesaplanıyor. Kuzey Kore’den parayla asker ithal etmek ve onları fütursuzca cepheye sürmek durumunda kalması, ekonominin savaştan gittikçe artan ölçüde zarar görmesi işlerin iyi gitmediğinin açık göstergeleridir.
Savaşlar ya bir tarafın tartışmasız yenilgisi ve teslim olması (örneğin Birinci ve İkinci Dünya Savaşları), ya da bir çeşit uzlaşma ile (mesela Kore savaşı) ile bittiği açıktır. Birinci ihtimal pek yakın gözükmüyor. Rusya’nın Ukrayna’yı fethetme veya onu teslim olmaya mecbur etme imkânı şu an itibarıyla pek yok gibi. Tersine savaşın getirdiği en önemli yenilik, Ukrayna’da millet kavramının tarihte ilk defa çok açık bir şekilde ortaya çıkmasıdır. Ukrayna milleti emperyalist saldırgana karşı bir kurtuluş mücadelesi vermektedir. Teslim olmaya niyetinin olduğuna ilişkin bir işaret de mevcut değil. Putin açısından da halkına dayattığı muazzam fedakarlıklar ve bedelin karşılığını almadan savaşı sonlandırmak da pek kolayca göze alınacak bir şey değil.
Belki Rus propagandasının etkisiyle savaşın NATO ve Batı tarafından kışkırtıldığına inancın geleneksel Batı düşmanlığının da katkısıyla ülkemizde bir hayli yaygın olduğu açıktır. Oysa kendimiz de komşumuzun istilasına karşı kurtuluş savaşı vermiş bir millet olarak bu savaşta saldırgana değil saldırıya uğrayana sempati duymamız gerekirdi. Ayrıca Putin’in savaşı kazanması herhalde ülkemiz için iyi bir şey olmaz. Muzaffer bir Putin’in savaşın başından beri Rus savaş gemilerine kapalı olan ve bu yüzden Karadeniz’de deniz gücü üstünlüğünü kaybettiğini unutmayacağı kesindir. Muhtemelen böyle bir durumun tekerrürünü önlemek amacıyla Montreux Sözleşmesinin değiştirilmesini isteyecektir. Bilindiği üzere Sözleşmenin 29uncu Maddesine göre 2026 ilk baharında buna yeniden imkan doğacaktır. Batı ile ilişkilerimizin bu kadar bozuk olduğu bir ortamda, bu tür taleplere karşı geçmişte hem Osmanlı döneminde hem Cumhuriyetin ilk yıllarında yaptığımız şekilde tekrar o tarafa dönmemiz pek mümkün olmaz gibi geliyor.
Rusya’ya enerji bağımlığımızı azaltmak, diğer taraftan topraklarımızın Rusya’ya uygulanan yaptırımları delmek için kullanılmasını engellemek için iktidarın attığı takdire şayan adımlar tüm yumurtalarını Rusya sepetine koymak istemediğinin işaretidir sanırım. Bununla birlikte, Ukrayna ve biz dahil çoğu ülke için belki en iyi çözüm Rusya ve SSCB tarihinde daha önce sık sık görüldüğü üzere Putin’in bir saray darbesiyle iktidardan uzaklaştırılmasıdır. Bakalım 2025 yılı bu savaş için ne gibi gelişmelere yol açacak.
Bizim için önümüzdeki dönemin en önemli üçüncü olayı, Trump’un iki hafta sonra iktidarı devralmasıdır. Bu konuda da epey mürekkep akıtıldı. Bazı yorumcular, Biden’dan farklı olarak demokrasimizin özürlü olmasına pek dikkat etmeyeceği, yine ondan farklı olarak kurumsal yöntemler yerine kişisel ilişkilere önem vereceği, bunun da kendisiyle Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında haberleşme kanallarının açılmasına imkân sağlayacağı beklentisiyle Beyaz Saraya girmesini sabırsızlıkla bekliyorlar. Başkaları ise Trump’un istikrarsızlığına, etrafına topladığı ekibin kilit noktalarında yer alan bazı isimlerin ülkemize çok sıcak bakmadıklarına işaret ederek pek de iyimser gözükmemektedir. Trump’un NATO ile ilişkileri ve özellikle Ukrayna savaşına bakış açısı belirsizliğini korumakla beraber, kesin bir şey varsa o da İsrail ile ilişkilerinin sıcaklığıdır. Bu bile İsrail hükümeti ile atılmış gözüken ancak anlaşıldığı kadar tamamen kopmamış ilişkilerin normalleştirilmesini gerektirecek bir husustur. İlginçtir Gazze savaşı başladıktan sonra merkeze çağrılan Tel Aviv Büyükelçimiz, Büyükelçiliğin websayfasına bakılırsa hala görevde gözükmektedir. Bu bile bağları kopartmama iradesinin bir işaretidir.
2025 yılı dünya ve bölgemiz için muhakkak ki epey heyecanlı olacaktır. Umarım bu dönemi kazasız belasız atlatma imkanını buluruz. Daha fazlası büyük bir iyimserlik gerektirecektir ki onu gerekçelendirecek pek bir şey görmüyorum.