Yazılarımı düzenli bir şekilde takip edenler Türkiye-AB ilişkilerine sık sık döndüğümü görmüş olacaklardır. 40 yıllık meslek hayatımın nerede ise yarısını bu konu üzerinde çalışarak geçirmiş birisi olarak ve belki daha önemlisi ülkemizin AB içinde yerini almasıyla tarihinde ilk defa gerçek bir demokratik hukuk devleti olabileceğine, AB’nin daha önce yıllarca dikta rejimleri altında yaşamış İspanya, Portekiz ve Yunanistan gibi ülkelere yaptığı gibi bize de düzen ve ekonomik refah getirmesinin mümkün olduğuna inanmıştım.
Ne yazık ki bu ümit gerçekleşmedi ve her geçen gün kendi kendimize koyduğumuz üyelik hedefinden biraz daha uzaklaştık. Türkiye’ye adaylık statüsünün tanındığı 1999 yılından üyelik müzakerelerinin başladığı 2005 yılına kadar ülkemizi yönetenler demokrasi ve hukuk istikametinde bir çok reforma imza atmışlar, bu alanlarda AB standartlarına çok yaklaşmışlardı. En azından üyelik iradesine sahip olduklarına muhataplarını inandırmaya başarmışlardı. Ancak 2005 yılından itibaren bütün gelişmeler ters yönde olmaya başladı. Zaman içinde atılan bütün adımlar geri alındı, artık Türkiye hiçbir bakımdan AB kriterlerine uymayan bir ülke oldu.
Konunun temelinde ülkemizde bir çok insanın kabul etmediği, kabul etmek istemedikleri şekilde Kıbrıs sorunu yatmıştır. Başından itibaren sorun tarafımızdan küçümsenmiş, hatta AKP öncesi koalisyon hükümetleri döneminde Kıbrıs sorununun 1974 yılında çözüme ulaştığı, dış dünyanın yapacağı tek şeyin oradaki mevcut fiili durumun, yani adanın bölünmesinin kabul edilmesi olduğu çizgisi takip edilmişti. Bunun ötesine de gidilerek, ülkemizin AB için stratejik değerinin çok büyük olduğu, Kıbrıs gibi küçük bir adanın ülkemizin AB ile ilişkilerinde bir engel teşkil etmesinin mümkün olmadığı iddiasına dayalı ve maalesef gerçeklerden kopuk bir politika izlendi. Kıbrıs adasının AB’ne katılma antlaşmasının imzalanacağı 14 Nisan 2003 tarihinden önce soruna BM Genel Sekreteri Kofi Annan’nın kaleme aldığı plan çerçevesinde çözülmesinin AB ile ilişkilerimizin geleceği itibarıyla hayati önemde olduğunu düşünen AB içindeki dostlarımızın öğütlerine kulaklar tıkanmış, sadece Ankara ve Lefkoşa’da kendilerine mahsus ideolojik nedenlerle Türkiye’nin ve KKTC’nin AB ile bütünleşmesini istemeyenlerin sesi duyulmuştur.
Doğruya doğru, AKP iktidara geldiğinde çözüm için uğraştı ama geç kalınmıştı. Annan Planı üzerindeki müzakereler tıkanmıştı. Bu tıkanmada zamanın KKTC Başkanı rahmetli Denktaş’ın büyük rolü olmuştu. Hayattaki gayesi Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye ile bütünleşmesi olan rahmetli Denktaş bunun gerçekleşmesinin ancak Türkiye AB dışında kaldığı takdirde mümkün olduğunu görüyordu. Bu hedefe ulaşmak için de ne yazık ki çözüm gayretlerine karşı amansız bir mücadele verdi. Türkiye’deki iktidar boşluğundan yararlanarak masadan kalktı ve Kıbrıs Cumhuriyetinin AB’ne katılma antlaşması Rum Yönetimi tarafından Annan Planı olmaksızın imzalandı. O tarihten itibaren Rumların bir çözüm istemesi için bir neden kalmamıştı. Türkiye hariç dünyanın tamamı tarafından adanın tek meşru temsilcisi olarak tanınan Rum yönetiminin iktidarı ve nimetlerini Türk toplumu ile paylaşma motivasyonu haliyle kalmamıştı. Türkiye Annan Planını destekleyip Türk toplumu da büyük bir çoğunlukla referandumda onu kabul ettiğinde iş işten geçmişti. Rumlar gönül rahatlığıyla Annan Planını reddettiler.
Sonraki dönemde bir süre KKTC’nin tabii olduğu izolasyonların kaldırılacağına ilişkin AB’nin sözleriyle kendimizi avuttuk. Oysa geçmişi bilenler, Yunanistan’ın 1981 AB üyesi olduğunda Türkiye ile ilişkileri engellemesine müsaade edilmeyeceğine ilişkin, üstelik yazılı olarak verilen sözlerin tutulamadığını çünkü Yunanistan karar alma mekanizmalarına katıldıktan sonra bu imkanı Türkiye ile ilişkilerin gelişmesini engellemek için kullandığını hatırlarlar. AB kuralları da bunu önleyecek nitelikte değil. Yirmi yıla yakın bir süre boyunca da bunu yaptı. Türkiye ile sorunların ancak AB ile ilişkilerde ilerleme ile çözüme yaklaşacağına inanan bir hükümet Yunanistan’da iktidara gelinceye kadar bu böyle devam etti. Kıbrıs Rumları 2004 yılından itibaren aynı şeyi yaptı. Hala aynı noktadayız. Yunanistan tecrübesini yaşamış ülkemizin Kıbrıs Rumlarından farklı bir davranışı nasıl beklediğine hep şaşmışımdır.
Kıbrıs’ın AB’ne katılmasından bu yana geçen yirmi yıl içinde her şey baş aşağıya gitti. Kıbrıs diyorum çünkü bilmeyenler için AB gözünde adanın tamamı AB içindedir. Yalnız AB müktesebatı Kuzeyde uygulanmaz. Dahası KKTC’nin Türkiye’den giden göçmenler hariç yerli halkı Rumlar tarafından verilen Kıbrıs Cumhuriyeti pasaportlarına sahip olup aynı zamanda AB vatandaşı sayılmaktadır. Kesin bir rakam mevcut olmamakla beraber KKTC’nin yerli halkının nerede ise tamamında Rum yönetiminin verdiği hüviyet ve pasaportlar olduğu tahmin edilmektedir. Bu da haliyle ilginç bir durum yaratmaktadır. Bağımsız bir devlet olduğunu iddia eden KKTC’nin nüfusunun göçmenler hariç ezici çoğunluğu başka bir ülke olduğu farz edilen Kıbrıs Cumhuriyetinin de vatandaşları. Bu garabetin dünyada başka bir örneği olduğunu sanmıyorum.
Kıbrıs’taki fiili durumun ve KKTC’nin ayrı bir devlet olarak tanınmaması Türkiye’de çoğu insan tarafından büyük bir haksızlık, hatta ülkemizin Avrupa’da sahip olduğu iddia edilen stratejik ağırlığı nedeniyle AB açısından büyük bir öngörüsüzlük olarak tanımlanmaktadır. Oysa AB içinde çok etnisiteli ülke sayısı çok fazla. Ayırımcılık da hoş karşılanmamaktadır. Birleşik Krallık AB üyesi iken İskoçya bağımsızlık referandumu düzenlediğinde AB Komisyon Başkanı Birleşik Krallıktan ayrıldığı takdirde İskoçya’nın AB’ne üye olmak için sıfırdan başlayıp katılma müzakeresi yürütmesi gerekeceğini söylemişti. Aynı mesaj Katalunya ayrılıkçılarına da verilmişti. Neticede İskoçya Birleşik Krallığın bir parçası olarak AB’den ayrıldı. Hem İskoçya’da hem de Katalunya’da ayırımcılık rüzgarları en azından şimdilik dinmişe benziyor.
Bölgemize daha yakın ve bağımsızlığını kendi gücüyle kazanan Kosova’yı da hala beş AB üyesi tanımamakta ve AB ile diğer Balkan ülkelerine benzer bir ilişkiye girmesini engellemektedir. Bunların arasında Yunanistan ile Kıbrıs’ın bulunması beklenirdi. Diğer üçü İspanya, Romanya ve Slovakya’dır. Son ikisinde güçlü Macar azınlıklar var. Ayırımcılığın teşviki Macarları heyecanlandırır korkusu bu iki ülkede mevcut.
Biraz daha Kuzeye bakarsak Letonya ile Estonya’da güçlü Rus toplulukları var. Her iki ülkede bu toplulukları temsil eden siyasi partiler mevcut olup zaman zaman koalisyon hükümetleri çerçevesinde iktidarı paylaşıyorlar. Aynı şeyi Bulgaristan Türklerini temsil eden siyasi partiler için de söyleyebiliriz. Tabii bu ülkelerin hiçbirinin hele Türk ordusunun müdahalesi sonucunda kurulmuş KKTC’yi tanıması beklenemez. Kendimizi kandırmayalım.
Aslında 17-18 Nisan tarihinde yapılan AB Olağanüstü Zirvesinde kabul edilen sonuç bildirisinde ülkemizle ilişkiler hakkında yer alan iki paragraf üzerinde yapılan yorumların çoğunda kendi kendimizi kandırmaktan vazgeçmediğimizi gördüm. Esas itibarıyla AB Zirvesi ülkemizle ilişkilerin geliştirilmesini bir taraftan Kıbrıs sorununun BM parametreleri çerçevesine yani şimdi gerek Ankara’da gerek Lefkoşa’da izlenen iki bağımsız devletli çözümden vazgeçilmesine, diğer taraftan da ülkemizin bu ilişkiler lehine irade beyanına bağlıyor. Konuyu da Daimi Temsilciler Komitesine havale ediyor.
Kıbrıs’ta AB’nin istediği çözüm ancak Annan Planının gerisine düşen, ada içinde serbest dolaşım, mülk edinme, en önemlisi tek devlet ve tek vatandaşlık prensibi üzerine kurulabilir. Türkiye’nin bunu kabul edebileceği şüpheli. Kaldı ki demokrasi ve hukuk alanlarında AB’den o kadar uzaklaştık ki Kıbrıs sorunu çözülse bile o alanlarda AB standartlarına ulaşmamız ancak mevcut rejimin değişmesi ve ülkemizin tarihinde ilk defa gerçek bir demokrasiye dönüşmesiyle mümkün olabilir. Onun işaretleri de tabii yok. Tersine. Buna ilaveten AB ülkelerinin bir çoğunda yükselen aşırı sağ ve beraberinde getirdiği İslamofobi, laiklikten uzaklaşmış ve bir İslam cumhuriyetine dönüşmekte olan ülkemizin bu haliyle AB’ni katılmasını imkansız hale getirmektedir.
Dolayısıyla dosya kapanmış gibi gözükmektedir. Kanaatimce AB ülkeleri Türkiye’nin adaylığına son vermek veya müzakereleri sonlandırmak gibi zecri bir adım atmayacak, ilişkileri buzdolabında tutacak, normalde dört yıl sonra yapılacak gelecek seçimleri bekleyecek. Bu arada iktidarımızın sürdürdüğü dış politika neticesinde ülkemizin gururla öne sürdüğü stratejik öneminin de pek kalmadığı, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, hatta Kıbrıs’ın bize alternatif teşkil ettiği söylenebilir. Hatta bu ilk üç ülkede kurulan NATO üsleriyle tarihte ilk defa Boğazların önemi azalmış onlara da alternatif bir kara koridoru kurulmuştur. Bu da hayli düşündürücüdür. Ancak Brüksel’deki AB makamları ziyaretlerine gelen vatandaşlarımıza Türkiye’nin onlar için stratejik önemi kalmadığını anlatmaktan çekinmiyorlar. Daha geçen gün Türkiye’ye düşmanlıkla suçlanması mümkün olmayan AP Türkiye Raportörü Nacho Sanchez Amor Strazburg’da kabul ettiği bir grup Türk gazeteciye bu cinsten sözler sarf etti. Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un geçtiğimiz hafta AB’nin karşılaştığı savunma sınamaları hakkında yaptığı konuşmada da ülkemize hiç değinmemiş olması dikkat çekicidir. Buna şaşmamak lazım. Ne yazık ki AB kurumları ile diyaloga artık biz de önem vermez olmuşuz. Dışişleri Bakanı Fidan 6-7 yıldır ilk defa bir AB Dışişleri Bakanı gayrı resmi toplantısına davet edilmişti. Bu toplantının Kıbrıs’ın da dahil olduğu 2004 tarihli 10 ülkeyi kapsayan genişlemesinin yirminci yıl dönümü kutlaması vesilesiyle yapılacağı gerekçesiyle daveti kabul etmediğine dair duyumlar var. Oysa toplantıya katılması Kıbrıs’ın çözümsüz olarak AB’ne alınmasının yanlışlığını karşıtlarına anlatmak için bir fırsat teşkil edecekti. Belki de alacağı cevaplardan çekindiği için gitmek istemedi. Saydamlık olmadığı için bilemiyoruz.
Ülkemiz ekonomisini ayakta tutmak için yabancı sermayeye bu ölçüde muhtaç olmasıydı, bütün bunların önemi pek olmazdı. AB üyeliği gerçekten de bugünkü Türkiye’ye uymayan bir projeydi. Bunun ülkemizin gerçekten laik, tüm dinlere eşit mesafeli, insan haklarına saygılı, demokratik bir hukuk devletine dönüşebileceği güne kadar rafa kalkması doğaldır. Ancak bu arada Batıdan tamamen dışlanması ihtiyaç duyduğu sermayeyi de ürkütecektir. Bunun zararlarının da hepimiz hissedeceğiz maalesef.