spot_img
Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIYol ayrımı mı kan uyuşmazlığı mı?

Yol ayrımı mı kan uyuşmazlığı mı?

1993 ile 2011 yılları arasında kısa aralıklar dışında hep AB işleri ile meşgul oldum. Gerek Dışişleri Bakanlığı’nda gerek Brüksel’de konu ile ilgili olabilecek nerede ise tüm görevlerde bulundum. Ancak AB ile ilgili görevlerimde Türkiye’de gözlemlediğim isteksizlik aradan geçen yıllarda hiç azalmadı. Geleneksel olarak dışarıya en fazla açık olması ve ülkemizin Batı ile bütünleşmesi yolunda en itici güç olması beklenebilecek Dışişleri Bakanlığında bile Batı düşmanlığı birkaç istisna dışında hep önde gelmiştir. Ancak AB karşıtlığı sadece bu Bakanlığın özelliği olmamıştır. Asker ve sivil bürokrasi, siyasi çevreler, iş insanları hep ayak sürtmüşler, hiçbir zaman AB hedefine dört elle sarılmamışlardır. Gümrük Birliği müzakerelerinde otomotiv başta olmak üzere nerede ise tüm ekonomik sektörlerin yararlandıkları yüksek koruma duvarlarının uzunca bir süre daha devam etmesi talebinde bulunduklarına bizzat şahit oldum. Zamanın Başbakanı Çiller bu sektörlerin kendisine acımasız bir husumet beslemelerini göze alarak talepleri reddetmiş ve Gümrük Birliği sadece bir yıl gecikmeyle 31 Aralık 1995 tarihinde tamamlanmıştır. Geçiş süreci için en fazla bağıran otomotiv sektörü ise Gümrük Birliğinden en fazla yararlanan sanayilerin başında gelmektedir.

Birleşmiş Milletler (BM) Genel Kuruluna katılmak üzere New York’a hareket etmeden önce basına verdiği demeçte, Cumhurbaşkanı Erdoğan AB ile yolları ayırabileceğimizi beyan etmişti.  Bu çıkışa yol açan Avrupa Parlamentosunun (AP) kabul ettiği 2022 Türkiye raporundaki ifadelerdi.  Gerçi bir kaç gün sonra New York’da verdiği başka bir demeçte AB ile ilişkilerde yeni fırsatların doğduğunu da ifade etti. Hangi sözlerin kendi görüşleri olduğunu bilmek o kadar kolay değil. Zaten sözlerden ziyade eylemlerin önemli olduğunu hepimiz biliyoruz.

Aslında Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerde yol birliğini hiçbir zaman yaşamadığımızı hatırlamakta fayda var.  Türkiye AB öncülü Avrupa Ekonomik Topluluğuna (AET) ortaklık için 1959 yılında müracaat ettiğinde ayrıntılı bir değerlendirme yapmamış, sadece Yunanistan’ın birkaç hafta önce yaptığı müracaatın gerisinde kalmamak güdüsüyle hareket etmiştir. Zamanın Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’nun hükümeti ikna etmek için “Yunanistan boş havuza atlarsa bizim de atlamamız gerekir” dediği anlatılır.  Ortaklık Anlaşması 12 Eylül 1963 tarihinde Ankara’da imzalandığında Başbakan İnönü gerektiği takdirde bunun feshinin mümkün olduğu teminatını aldıktan sonra onayını verdiği de bilinmektedir.  Nitekim sonraki yıllardaki tüm iktidarların AB ile ilişkilerde hep yarım ağızla ilerlediklerini hepimiz biliyoruz.

1993 ile 2011 yılları arasında kısa aralıklar dışında hep AB işleri ile meşgul oldum.  Gerek Dışişleri Bakanlığında gerek Brüksel’de konu ile ilgili olabilecek nerede ise tüm görevlerde bulundum.  Gümrük Birliğinin tamamlanma müzakerelerinde otomotiv başta olmak üzere nerede ise tüm ekonomik sektörlerin yararlandıkları yüksek koruma duvarlarının uzunca bir süre daha devam etmesi talebinde bulunduklarına, dolayısıyla kendileri için geçiş süreleri veya istisnalar istemelerine bizzat şahit oldum.  Zamanın Başbakanı Çiller bu sektörlerin kendisine acımasız bir husumet beslemelerini göze alarak talepleri reddetmiş ve Gümrük Birliği sadece bir yıl gecikmeyle 31 Aralık 1995 tarihinde tamamlanmıştır.  Aradan geçen nerede ise 30 yıllık süre içinde iktidara gelen hiçbir yönetim Gümrük Birliğini askıya almayı düşünmemiş, tersine derinleştirilmesi ve genişletilmesi için uğraşmış veya uğraşır görünmüştür.  Geçiş süreci için en fazla bağıran otomotiv sektörü ise Gümrük Birliğinden en fazla yararlanan sanayilerin başında gelmektedir.

Ancak AB ile ilgili görevlerimde Türkiye’de gözlemlediğim isteksizlik aradan geçen yıllarda hiç azalmadı.  Geleneksel olarak dışarıya en fazla açık olması ve ülkemizin Batı ile bütünleşmesi yolunda en itici güç olması beklenebilecek Dışişleri Bakanlığında bile Batı düşmanlığı birkaç istisna dışında hep önde gelmiştir. 

Ancak AB karşıtlığı sadece bu Bakanlığın özelliği olmamıştır.   Asker ve sivil bürokrasi, siyasi çevreler, iş insanları hep ayak sürtmüşler, hiçbir zaman AB hedefine dört elle sarılmamışlardır. 1999 yılında ülkemize adaylık statüsünün tanındığı AB Helsinki zirvesi öncesi ve sonrasında zamanın Başbakanı Ecevit’in ne kadar isteksiz olduğunu Dışişleri Bakanlığında AB Genel Müdürü olduğum için yakından ve üzüntüyle müşahede ettim.  Adaylık Aralık 1999’da Türkiye’ye tanındıktan sonra iktidarda kaldığı üç yıla yakın süre içinde bazı reformlar yapılmış ancak bunlar hep eksik ve yarım ağızla gerçekleşmiştir.  Kıbrıs sorununun çözümü için gayret harcanmamış, Kıbrıs 2004 yılında AB’ne üye olmadan geçen yıllar ziyan edilmişti.  Oysa Avrupa’daki dostlarımız o dönemde telkinlerini esirgememişler, Kıbrıs sorununun Rum yönetimiyle sürdürülen katılma müzakereleri tamamlanmadan önce çözümlenmesi gerektiğini, Rumlar çözümü reddettikleri takdirde üyelikten de mahrum olacakları için çözümü kabul etmeye mecbur olduklarını söyler dururlardı.  Ne yazık ki hem rahmetli Ecevit’in, hem de rahmetli Denktaş’ın yaşları, sağlık durumları ve ideolojik saplantıları kalıcı bir çözüm için enerji harcamalarını engellemekteydi.  Onlar sahneden çekildiklerinde iş işten geçmiş, Kıbrıs’ın Katılma Antlaşması imzalanmış, Rumlar çözüm olmaksızın üyeliği garantilemişlerdi.  Ne yazık ki o sıralarda güçleri epey büyük olan askerler ve Ecevit’in rahatsızlığı nedeniyle ağırlığı artmış olan zamanın Cumhurbaşkanı Sezer bu gidişi engellemek için gayret harcamadılar.  Bu da zaten AB macerasının ülkeyi yönetenlerin gözünde geçerli bir hedef olmadığını teyit etmektedir.

Sonraki yıllarda da fırsatlar değerlendirilmedi.  Aslında çözüm olmadan Kıbrıs’ın AB’ne üye olmasından sonra Türkiye’nin işi epey zordu.  Her ne kadar Türkiye’ye bu konuda birtakım garantiler verilmişse de, Yunanistan 1981 yılında üye olduğunda da verilen benzer garantilerin bir işe yaramadığını görmüştük. Bu sefer de öyle oldu ve verilen sözlerin tutulması Yunanistan ve Kıbrıs (Rum) hükümetleri tarafından engellendi.  Türkiye’de yaygın bir kanaat AB istese Kıbrıs ve Yunanistan gibi küçük ülkelere baskı yapabileceği yolundadır.  Oysa AB’ni yakından tanıyanlar bunun böyle olmadığını, küçük ülkelerin birbirlerine destek vermek suretiyle bu tür baskıları engellediklerini, zira dayanışma halinde hareket ettikleri takdirde büyük üyelerin sultasından kurtulabileceklerini düşündüklerini bilirler. Kaldı ki özellikle Kıbrıs konusunda değil AB içinde, BM içinde dahi bize hak veren ülke olmadığını son Pile krizinde hiçbir Güvenlik Konseyi üyesinin Türk tezini desteklememiş olmasında gördük.

Kıbrıs konusunun Türkiye-AB ilişkilerinin ilerlemesindeki engellerin başında geldiğinin Dışişleri Bakanlığı dahil Ankara’da anlaşılmadığını her vesileyle gördüm. Kimisine göre Türkiye’yi AB içinde görmek istemeyenler Kıbrıs’taki durumu bir bahane olarak kullanıyorlardı. AB dışında bizim tezlerimizi kabul eden ülke olsaydı belki bu görüşün bir geçerliliği olabilirdi.  Ancak bunun böyle olmadığını, Azerbaycan’ın dahi KKTC’ne soğuk baktığını biliyoruz.  Cumhurbaşkanının son BM Genel Kurulunda yaptığı KKTC’nin uluslararası toplum tarafından tanınması çağrısının öncekiler gibi karşılıksız kalacağına şüphe yok.

Seneler geçtikçe Türkiye ile AB arasındaki ilişkilerin gelişmesine engeller artmıştı.  Çıpa kaybolunca yeni sorunlar ortaya çıkmış, itidal kenara bırakılmış, söylem sertleşmiş, sertleştikçe de ilişkiler daha da gerilmişti.  Sonra birden bire son yıllarda bir çok alanda gözlemlediğimiz şekilde viraj atılmış, diyalog imkanları yeniden aranmaya başlamıştır.  Kıbrıs konusunda bir ara yeniden bir müzakere sürecinin başlatılabileceğine ilişkin beklentiler yaratılmış, ancak bunlar şimdiye kadar gerçekleşmemiştir.  Yunanistan başbakanı için bundan bir süre önce artık muhatap alınmayacağı iddia edilmişken, geçtiğimiz günlerde iyi geçtiği anlaşılan bir görüşme de gerçekleşmiştir.  Ne yazık ki Yunanistan’la ilişkilerin yumuşamasının Kıbrıs sorunun istediğimiz şekilde çözümlenmesine yardımcı olacağı şüphelidir.

Diğer taraftan, AB ile ilişkilerin gelişmesi için gerekli adımların atılacağına ilişkin hiçbir işaret yok.  Bu adımların neler olduğu en az altı yıldır tüm AB belgelerinde belirtiliyor.  Hiçbir şey de yapılmıyor. Yapılmaması da beni şaşırtmıyor çünkü demokrasi, hukukun üstünlüğü, insan hakları gibi alanlarda AB’nin beklentileri istikametinde yol almak iktidarın son yıllarda biriktirdiği yetkilerden feragat etmesini gerektireceği için buna imkân yoktur.  Bu yüzdendir ki AP raporunda tam üyelik istikametinde ilerleme konusunda Türkiye’de irade bulunmadığı için başka ilişki modellerine bakılması önerilmektedir.  Komisyonun önümüzdeki haftalarda, Yüksek Temsilci Borrell’in de AB Dışişleri Bakanları Konseyinin talebi üzerine yine yakınlarda sunacağı raporda bu alternatif ilişki modelleri hakkında bazı ipuçlarını görmemiz kuvvetle muhtemeldir.  Ancak bu ilişki modellerinin gerçekleşmesi için yine Kıbrıs, insan hakları vs gibi alanlarda AB’nin beklentilerin yerine getirilmesi gerekeceği AP raporunda açıkça belirtilmektedir.  Bu da şaşırtıcı değildir.  Yıllar önce AB nezdinde Daimî Temsilci olarak görev yaptığımda diplomat değil, siyasi kökenli olan Avustralya Büyükelçisi AB Komisyonu ile müzakere ettikleri işbirliği anlaşmasına Komisyonun insan hakları, hukuk, demokrasiye saygı konularında ifadeler yerleştirmeye çalışmasına tepki gösterdiklerini sinirli bir şekilde anlatmıştı.  Ben de cevaben AP’nin tüm anlaşmalarda böyle hükümler istediğini, ancak tabii Avustralya gibi üstün bir demokrasiye böyle ifadeler dayatmaya çalışmanın komikliğini benim de kabul ettiğimi söyledim.

Dolayısıyla iktidarın ortağı MHP liderinin önerdiği şekilde AB ile tüm bağları kopartıp bir üçüncü ülke konumuna geçmezsek -ki böyle bir şey zaten son derece bozuk bir halde olan ekonomimize altından kalkılamayacak bir darbe indirir- AB ile hangi ilişki modeliyle uygulanırsa uygulansın AP raporundaki taleplerle karşı karşıya kalacağız.

Tabii AB’den uzaklaştıkça onun değerlerinden de uzaklaştığımız da bir vakıadır. Yine Brüksel’de görev yaptığım sırada sık sık görüştüğüm bir AP üyesi din engelini dile getirmişti.  Ben de cevaben tam üyelik hedefini de içeren 1963 tarihli Ankara Anlaşmasını imzaladığımızda da nüfusumuzun Müslüman olduğunu hatırlattığımda İsmet İnönü’nün İslam anlayışıyla Tayyip Erdoğan’ın ki farklı demişti.  Gerçekten de ülkemiz gittikçe muhafazakarlaşmakta, İslam Cumhuriyetine dönüşmekte, evrensel değerlerden uzaklaşmaktadır. Muhalefet de bu eğilime karşı direnmek yerine kendi iç kavgaları üzerine yoğunlaşmakta, bu gidişin ülkeyi nereye götüreceği, özellikle Batı dünyasından tamamen kopartacağı uyarısını yapmamaktadır.  Muhalefetin de daha çok milliyetçi/ulusalcı/Avrasyacı çevrelerin etkisi altında olması AB değerlerini önemsemesini haliyle engellemektedir.

Özetle, AB ile sorunumuz kan uyuşmazlığının iyice ortaya çıkmasından ve artmasından kaynaklanmaktadır.  Bunun giderileceğine ilişkin hiçbir çevreden işaret gelmemesi de ayrıca ürkütücüdür. 

Aldığım duyumlara göre Cumhurbaşkanı Erdoğan 5 Ekim tarihinde Granada’da yapılacak ve Rusya ile Belarus hariç 57 Avrupa ülkesinin katılmasının öngörüldüğü Avrupa Siyasi Topluluğu (AST-EPC) Zirvesine gitmesi beklenmemektedir. AB genişlemesinin Batı Balkanları, Ukrayna, Moldova ve belki Gürcistan’ı içerecek şekilde hız kazanmakta olduğu bu ortamda, ülkemizin Moldova’daki bir önceki zirveden sonra Granada zirvesini de boykot etmesi tabiatıyla ülkemizin kendisini Avrupa camiasında görmediğinin ispatı olarak yorumlanacaktır.   Zirveye gitmeme nedeninin İsveç’in NATO’ya katılma protokolünün bir türlü TBMM’ne sunulmaması karşısında meydana gelecek baskılardan kurtulmak olduğunu tahmin etmek zor değil.  Gönül isterdi ki gerekçe bu ise, Cumhurbaşkanı zirveye katılsın ve sorulması kaçınılmaz olan sorulara Protokolü TBMM’ne sunmama gerekçelerini muhataplarını ikna edebilecek şekilde izah etsin.  Ancak korkarım bu olmayacaktır.         

- Advertisment -