Çok bilmişlerimiz anlatıyor, “Yunanistan’da seçim yaklaşıyor. Türkiye’de de seçim yaklaşıyor. İki tarafın siyasetçileri, yaklaşan seçimlerde başarılı olabilmek için gerilimi yükseltiyorlar.”
Öyle mi oluyor? Öyle oluyor. Gerilim nereye kadar yükseltilir, nerede frene basılır, bilemem. Türkiye’de ve Yunanistan’da karşılıklı düşmanlık neden siyasi prim yapıyor, onu az çok biliyorum. Biliyorum ki, hem Türkiye’de ve hem de Yunanistan’da, iyi servis edilmiş bir dostluk menüsü, her sokak başında servis edilen özensiz fast-food menüsünden daha çok prim yapar, daha çok müşteri bulur. Mesele o dostluk menüsünü kotarabilecek ve doğru dürüst servis edebilecek müteşebbislerin yokluğundan kaynaklanıyor. O müteşebbisler olmadığında, ahali çarnaçar karnını ucuz hamburgerle doyurmaya mecbur. Onların bu seçeneksizliği de tercih olarak damgalanıyor.
Ama bugünlük meselem bu değil. Zaten ahalinin o kadar da savaş heveslisi olmadığını kabul etmeye de pek hazır değilsinizdir muhtemelen. Ahali bu, her türlü musibetin yegâne kaynağı. Bataklık adeta…
Bugünkü meselem, hem Yunanistan’da ve hem de Türkiye’de yaklaşan seçim sebebiyle siyasi aktörlerin gerilimi tırmandırdığını bilgiç edayla bize anlatan öznelerin hali. Söyleyip durduklarının ardında iki —açık veya gizli— ima var: (a) İnsanlar böyle —yani savaş heveslisi— olmasalardı, dünya ne güzel olacaktı. (b) Ben o insanlardan değilim, hiç savaş heveslisi değilim ama ne yazık ki bu berbat insanların arasına düşmüş haldeyim.
İnsanlar savaş heveslisi midir, bilemem. Ama kendi koordinatlarını belirlerken savaş-barış, adalet, eşitlik ve saire kavramlara göre belirlemediklerini biliyorum. İnsanlar koordinatlarını birbirlerine, başka insanlara bakarak belirliyorlar. “Şu adamdan/kadından uzak durmalıyım, şunun yanı bana yakışır” gibilerinden. Son yıllarda yapılan sayısız bilimsel araştırma, gerçeğin ne olduğunun insanların kararlarını —dolayısıyla koordinatlarını— gözden geçirmelerine yetmediğine işaret ediyor. Bu araştırmaları yapanların araştırmalarının sonuçlarını dile getirirken sözünü ettikleri gerçek ne menem bir şey, bir fikrim yok. Benim için gerçek, insanların böyle oldukları, yani oldukları gibi oldukları.
İnsan sosyal bir hayvan. Aniden kopan bir kasırga sığındıkları ne varsa onu uçurup götürebilir ve açıkta kalabilirler. Aniden bastıran bir yağmurda sırılsıklam ıslanabilir, neticesinde zatürree olabilirler. Sığınacak bir gölge bulamazlarsa, Temmuz güneşi onları hasta edebilir. Bir aslana yem olabilirler. İnsan dışı tabiat insana muhtelif fenalıklar yapabilir. Ama insanın esas tayin edici çevresi, diğer insanlar. İnsan dışı tabiatın cilveleri yüzünden uğradıkları zararlardan diğer insanlarla kurdukları ilişkiler ağı tarafından korunabildikleri gibi… Diğer insanlardan gelebilecek zararlar da öyle “ya kasırga patlarsa” türünden seyrek ve tesadüfî tehditler değil, her an olabilir.
İnsanın biyolojisi diğer insanları insan dışı tabiattan daha çok önemseyecek şekilde evrimleştiği için insan böyle. Öyle evrimleştiği için kurduğu düzenler, insanın iyice böyle olmasını, diğer insanları ziyadesiyle önemsemesini gerektiriyor. Netice olarak insan savaş seviyor, barıştan nefret ediyor değil. Birilerini seviyor, başka bazı insanlardan nefret ediyor. Eğer o nefret ettiklerinin barışı müdafaa ettiğine hükmederse, savaş çığırtkanlığı yapanların yanına mecburen meylediyor.
Ama öyle olmasaydı! Mesela adalet ne kadar yüce bir talep, Kavala dava dosyasının ne kadar boş olduğunu görünce fikrini değiştirse, Kavala için sokağa çıkabilseydi! Filan. Geçiniz. Bütün bu lafları edenler, “su yüz derece yerine altmış derecede kaynasaydı ne biçim enerji tasarruf ederdik”, veya “buğday hektar başına on misli ürün verseydi dünyada açlık çekmezdik” gibilerinden laflar etmiş oluyorlar. Kim bu “bütün bu lafları edenler”? Hepimiz. Niye suyun kaynama sıcaklığından veya buğdayın veriminden hayıflanmıyoruz da insanın olduğu gibi olmasından hayıflanıyoruz? Çünkü insanız, çevremiz insan ve…
Birileri bize insanın sıfırdan, yeniden, istendiği gibi imal edilebileceğine dair bir masal anlattı birkaç yüz yıl önce, inandık. İnsan son derece esnek bir biyolojik tür, dolayısıyla da istenen kaba göre biçim verilebileceği zannı da sebepsiz değil. Sebepsiz değil ama saçma. Çünkü insan herhangi bir kaba göre biçim almıyor, etrafındaki insanlara göre biçim alıyor. Birisi öyleyse yani, biz böyle olduğumuzdan. Nokta.
Gelelim ikinci mevzua. Yani “ama ben öyle değilim, onlar gibi değilim” mevzuuna. “Görüyorsunuz işte, orada aşikâr adaletsizlikler var. Ama adam görmezden geliyor. Hâlbuki biz…”
Durun orada. Bunları söyleyenler, kendileri, başka adaletsizlikler gözlerine sokulduğunda, “ama düzen, ama kanun, ama çağdaşlaşma” ve saire gibi bahanelerle koordinatlarını korudular. Bugün de başka adaletsizliklere gözlerimiz kapalı her birimizin. Hatta her birimiz, muhtelif başka adaletsizliklerin sebebiyiz. Yani şimdi çıkıp, “ulan ne aymaz insanlarsınız, adam sizi güdebilmek için savaş çığırtkanlığı yapıyor, koyun gibi peşinden gidiyorsunuz” dediğinizde… Kendinize barışseverlik gibi bir yüce mevhum üzerinden bir post inşa etmiş, sonra da o posta yerleşmiş oluyorsunuz. Adamın derdi savaş değil. Erdoğan’ın yeniden seçilmesi değil. Adamın derdi, bütün makbul postlara oturmuş, o postları adamla paylaşmaya gönülsüz olmanız. Adaletsizliğin daniskası.
Şu içinde yaşadığımız çağda, sadece Türkiye’yi değil, bütün dünyayı ırgalayan esas mesele bu. Yani hasbelkader bir post elde etmiş olanların, alttan gelip o postu paylaşmak isteyenlere dirsek çevirmesi. Bugüne kadar alttan gelenlerin yukarıdaki düzeni sarsacak gücü yoktu, düzen kendisini sürdürdü. Ama son otuz, kırk yılda imkânlar aşağıya doğru yayıldı. Eskiden de aşağıdakiler yukarıdakilerin manevi otoritesine muarızdılar ama düzeni sarsacak güçleri yoktu. Şimdi var.
Ve yukarıdakiler, barışseverlikten hayvanseverliğe, oradan doğaseverliğe, oradan demokrasi severliğe, oradan artık neresi uygunsa oraya sıçrayarak, esasen, kendi koordinatlarını koruma derdindeler. Yani onların da meselesi barış, hayvanlar, tabiat veya demokrasi filan değil, diğer insanlar. Sevmediklerinden bir adım yukarıda olmak için her değeri bozuk para gibi harcıyorlar.
Eh, ne de olsa onlar da insan. Karşılarındakiler gibi…