26 Ağustos, 30 Ağustos, 9 Eylül, 29 Ekim ve ardından 10 Kasım… Bu günler, Türkiye Cumhuriyeti kuruluş tarihinin en önemli anları. Bu günlerde, toplumsal dalgalar daha duyarlı şekilde hayatımızı etkiler. Atatürk üzerine, Cumhuriyet üzerine, alttan alta bir tartışma da hissedilir.
Toplumsal kutuplaşmanın en önemli simgesi, Cumhuriyet’in kurucusu Atatürk’tür. Her ne kadar son yıllarda “karşı kutup” diyebileceğimiz kesimlerde bu konuda bir değişim söz konusu olsa da “ana kutup” değişmiş değil: Tartışmaların ana kutbu hem olumlu hem olumsuz anlamıyla, hâlâ Atatürk.
Bir kesimin kafasındaki soru işaretleri “Atatürk olmasaydı… Neler olurdu neler” şeklindedir. O kesimin duyarlılığını, olmazsa olmazını ifade eder. Öte yandan bu ülkenin yakın tarihinde, bir de imparatorluk bulunuyor.
Geçmişten günümüze uzanan kutuplaşma serüvenimizde, bize özgü olan özellikleri de hesaba katarak, şunları söyleyebiliriz: Osmanlı, belli bir kesimin sahiplendiği, belli kesimlerin ise bugünkü geriliğin kaynağı olarak yorumladığı bir tür “denektaşı” gibidir.
Cumhuriyet yüz yaşına gelirken, şu gerçeği biraz daha öğrenmeye başladığımızı sanıyorum: Bu ülkenin tarihi, her iki kutbun da tarihi. Fatih, bir Osmanlıcı muhafazakarın atası olduğu kadar, Atatürkçü’nün de atası, ecdadı. Benzer şekilde, Atatürk, bir Kemalist’in olduğu kadar, bir muhafazakarın da atası.
Zaman içinde, hayat içinde, gerçeklik, kendini kabul ettiriyor. Türkiye’ye gerçek demokrasi, birisinin, iktidardayken, ötekini yok saymadığı, cezalandırmak üzere elindeki iktidarı kullanmadığı, tarihi kendi kafasına göre yeniden yazmak yerine tarihe gerçekçi bakmayı seçtiği bir olgunluk düzeyine eriştiği gün gelir. Evet, bu açılardan henüz yeteri kadar gelişmiş bir bilince kavuşamadığımız ortada.
Ancak geçen yüzyıl içinde hiçbir ilerleme kaydetmediğimiz de söylenemez. Artık, “Müslüman” da “laik” de gördü ki her iki gerçeklik de ülkenin gerçekliği. Seçimler de genelde yaklaşık “yarı yarıya” sonuçlar veriyor. O zaman artık sadede gelelim: Birinci yüzyılını tamamladığımız cumhuriyet, ortak mirasımız. Ortaklaşa var edilmiş bir yönetim biçimi. Peki geleceği nasıl biçimlendireceğiz? Bu ortaklığı nasıl içselleştireceğiz?
Farklılıklarımızı dezavantaj değil de avantaj olarak yaşamayı nasıl başaracağız? Aslında, günümüze kadar yapılmış anayasalar, “tepki anayasaları”ydı. “Karşı tarafa öfke”yi içeriyor, bir toplum mühendisliğinin ürünü olarak uygulanıyorlardı. Yeni bir anayasa, bu kutuplaşmaya karşı nasıl bir yöntem izleyebilir?
Kopenhag kriterleri veya onlara eşdeğer demokratik çizgiler olacak mı? Evrensel hukukun temel ilkeleri, anayasaya ne şekilde girecek? İdareyi denetleyebilen güçlü bir Meclis ve güçlü bir yargı olacak mı? Cumhuriyetin yüzüncü yılında beklenti, “muasır medeniyet seviyesi”ne uygun bir toplum sözleşmesi.