Vakit geceyarısına yaklaşırken yazmaya başladım bu satırları. Garip bir ilişkiye tanık oluyoruz, döviz kuru ile Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ekonominin durumu ve iktisat politikaları hakkındaki konuşmaları arasında. Tam bir hafta önce, 23 Kasım’da konuştu, faiz indirimlerini savundu — ve dolar 12 lirayı buldu. 30 Kasım akşamı saat 22:00’de tekrar konuşacağı açıklandı. Konuştu da, uzun uzun. Konuşması sırasında dolar bir ara 13.96’ya yükseldi. 13.41’den kapandı. Bu sabah, Çarşamba sabahı erkenden kalktım ve duruma baktım. 13.56’da duruyor.
Başka konularda konuştuğunda gözlemiyoruz bu negatif orantı veya ilişkiyi. Dolayısıyla şu sonuçtan kaçınmak hayli zor artık: Cumhurbaşkanının ekonomik görüş ve önerileri pratikte güven vermek yerine güvensizlik veriyor. Öyleyse niçin konuşuyor?
Bence cevabı çok basit. Hayır, danışmanları bizim bilmediğimiz bir ekonomi bilimine vakıf olduğu için değil. Haklı çıkma ihtimalleri olduğundan değil. Kendi söylediklerine çok kuvvetle inandığından da değil. Bence siyaset zorladığı için konuşuyor. 30 Kasım gecesi söyledikleriyle, ekonominin uzun vâdeli icaplarına göre konuştuğunu ve politika oluşturduğunu öne sürmüş oldu. Ama aslında siyasetin kısa vâdeli icaplarına göre konuşuyor.
Kelime anlamıyla, konuşmuş olmak için konuşuyor. Yani konuşmamak konuşmaktan da kötü olabileceği için konuşuyor. Konuşmaması, susması, ortaya çıkıp bir varlık göstermemesi daha da derin bir zaaf alâmeti sayılabileceği için konuşuyor. Görünüşte, iktisat politikalarını savunmak için konuşuyor. Çevresini, partisini, tabanını, taraftarını bu politikaların doğruluğuna ikna etmek için konuşuyor. Sarsıldıkları, ne oluyoruz dedikleri; bir cevap, bir çözüm, bir tutamak aradıkları için konuşuyor. Bizatihî kurduğu ve başına geçtiği sistem sonucu, her şey kendisinde düğümlendi. Reisliği, tek adamlığı iktidarın özü, esası, ekseni, belkemiği haline geldi. Kişiliğiyle, geçmişiyle, karizmasıyla, inadıyla, sağlam duruyoruz görüntüsüyle biraz olsun güven verebilmek için konuşuyor.
Seçim için konuşuyor. “Merak etmeyin, doğruyuz, ne yaptığımızı biliyoruz, her şey düzelecek.” Çok net bir patika bağımlılığı oluştu. Manevra kabiliyeti azaldı. Girilen yoldan dönmek zorlaştı. Buraya aslında bilerek ve düşünerek gelinmedi. Hatâların sürdürülmesi ve üstüste binmesi sonucu gelindi. Şimdi çıkış, krizi başarı gibi, trenin raydan çıkmasını hesaplı ve planlı bir gelişme gibi göstermekte aranıyor. Türk Lirasının değer kaybını, ister istemez ihracatı ucuzlaştıracağı için, düşüş önlenemediğinden oluşan bir sonuç gibi değil, başından beri bu amaçla yapılmış gibi resmetmekte aranıyor. Halkın yoksullaşması ve alım gücünün düşmesiyle oluşan efektif talep yetersizliğini, dolayısıyla millî gelirin ihraç edilebilir bölümünün artmasını, birçok bakımdan 1980’lerin Güney Kore modelini andırdığı halde, parlak bir buluş, şimdiye kadar kimsenin aklına gelmeyen yepyeni bir ekonomik konsept gibi sunmakta aranıyor.
Gelgelelim, Türkiye ekonomisini eğip büküp cendereye alarak o kalıba, “Güney Kore modeli”nin kalıbına sokmak, hem olacak şey değil, hem sosyal maliyeti çok fazla. Buradan oraya geçmek çok zor. Yol açacağı, şimdiden yol açmaya başladığı acıları tasavvur etmek olanaksız. Ama bu proje doğrultusunda konuştukça, her cümlesiyle Türkiye’nin düzelebileceğine dair beklentiler biraz daha buharlaşıyor. Zira mesele seçmeni değil, ülkenin istikrarı ve güvenilirliği konusunda piyasaları ikna etmek. Tabanını teskin etmek ile krizin rasyonel icaplarını yerine getirmek, çok farklı iki şey.
İster istemez, Nasrettin Hoca’nın “zaten inecektim” demesini hatırlatıyor.
Fakat ne gam. Bunun adı şimdiden “dış güçlerin komplosu”na karşı “bağımsızlık mücadelesi” oldu. Yarın öbür gün, başarısızlık ve sıkıntı derinleşirse, tersine çevrilecek. Sözcük sırası değişecek. “Bağımsızlık mücadelesi”ne karşı “dış güçlerin komplosu” olacak.