Eskiden bilime yaklaşımım farklı idi: Sadece yanlış yapmamayı yeterli zannederdim. Bunun bir uzantısı olarak da -ister eski ister yeni Avrupa, İslami ya da Yahudi merkezci olsun- külli tarih (macro history /Gesamtgeschichte) yazımının yanlış olduğunu bilsem de derslerim ve konferanslarım dışında yanlışlığını dile getirmek için adım atmazdım. Ama artık yanlışı hem içte hem de dışta yazılı olarak ifşa etmek, eleştirmek gerektiğini düşünüyorum.
Umumiyetle dünya tarihi, Avrupa tarihi, Asya tarihi, Amerika tarihi gibi isimlerle yayımlanan bu tarih yazım türünün yanlışlığı temelde üç sebepten kaynaklanıyor: Evvelen merkeze bir inanç ya da kültürün konulup diğerlerinin araçsallaştırılması. Saniyen bilinmeyen büyük boşlukların mecburen ya atlanması ya da olsa olsa diyerek doldurulması. Salisen yerel lisanların hepsi bilin(e)mediği için ikincil hatta çoğunlukla hatalı çeviriler kullanılarak metin inşa edilmesi. Temel olarak bu üç sebep ve bunun türevleri yüzünden bu tür tarih ürünlerinin artık kesinlikle muteber olmadığı kanaatindeyim. Batı’da, Japonya’da, İsrail’de bu sorunlara vâkıf olunduğu için yeni ürünler o yörenin uzmanlarına yazdırılarak derleme kitap olarak üretiliyorlar. Bizimkiler de bu usulü taklit etmeye çalışıyorlar ama bağlantıları çok zayıf olduğu için dünyadaki farklı uzmanlara ulaşmaları da daha sınırlı kalıyor.
Yine eskiden dar (micro) tarih yazımını Fachidiotismus olarak görürdüm. ‘Kişi üçüncü katın tuvaletinden sorumlu ama binanın tamamını hiç gezmemiş!’ böyle şey olur mu derdim. Sonra idrak ettim ki macro tarih yazımının siyasi, ideolojik, kültürel, kişisel, toplumsal bir çok sebebi var. Yani ya siyasi erk istiyor tarihçi yazıyor ya da tarihçi sahip olduğu ideolojiyle bizzat harekete geçip macro metin inşa ediyor. Toplumun talebi de çok etkili: “Ey bilge tarihçi! N’olur bize önce bizzat kendi gelmişimizi geçmişimizi sonra da bütün insanlığın gelmişini geçmişini anlat! Biz kimiz, bize söyle!” Bu övgü dolu sözleri duyunca, nefis terbiyesinde ilerlemiş de olsa bir tarihçi, iğvaya kapılıp “bilge”liğini sergilemeye başlıyor. “Ha’di gidin başımdan! Beni rahat bırakın, bu zırvalıklarınızla meşgul olamam!” diyense nadirattan. Toplumun tarihçiye verdiği bu muazzam yetkiye bakınca macro tarih yazanların bir nebze afva mazhar olabileceğini kabul etmiyor da değilim!
Bu yüzden sert olacak biliyorum ama dar (micro) hatta dapdar sorunsal (problematik) tarih ürünü vermenin dürüstlük olduğunu düşünüyorum.[1] Lakin bu idrakte olan tarihçiler bile elbette dünyanın geri kalanında ne olmuş ne bitmişi merak ediyorlar! Ama onlar, bu bilginin macro tarih ürünleri okuyarak doğru şekilde elde edilemeyeceğinin ve merakın giderilemeyeceğinin bilincindeler. Bu yüzden lisan bilmeyenler (kaç lisan bilebiliriz ki sonuçta!) en kötü ihtimalle doğru çeviri okuyarak bu aç(l)ıklarını kapatmaya çalışırlar. Türkiye gibi çeviri fakiri ülkelerdeyse meraklılar naçar macro tarihçilerin tuzağına düşerler.
Kısaca artık doğru bilginin sadece dürüst (meşkuk, mütereddit, mütevazi ve kendini ele veren) şekilde kaleme alınmış dar hatta dapdar konulara hasredilmiş ürünlerde bulunabileceğine kaniim.
Bilim dalımızdaki tüm bu lüks sorunların yanında son zamanlarda bir de farklı disiplinlerden gelenlerin tarih hakkında iler tutar yanı olmayan bilgilerle ve yorumlarla ahkam kesmeye başladıklarını ve tacizde bulunduklarını görüyorum. Bunu yapan bir çok kişi var ama iki kişi son zamanlarda çok dikkat çekmeye başladı. Dikkatlerini(zi) çekerim! İkisinin ortak yanı gizlemeye çalışsalar da son derece kibirli ve bol kitap sahibi olmaları, tarih ve din konularında sürekli konuşmaları.
Bazen okumak da işe yaramıyor demek ki hatta ters tepiyor! Mizaçta kibir baskın olunca çok kitap okumak bel ki de kişiyi ham ve geri bırakıyor! Ulaştıkları seviyenin cazibesine kapılıp orada takılıp kalıyorlar!
Bu zatlardan biri yağlı papyonu, gülerken hoplattığı göbeği ve beyaz sakalıyla maruf yer bilimcimiz, yer fıstığı bilimcimiz, Amerikan fıstığı bilimcimiz, fıstık bilimcimiz, fıstığa şaplak atan bilimcimiz. Bu zat epey bir zamandır tarihi ve dini de mıncıklamaya başladı. Yok padişahlar şöyle aptal, böyle salak ve beceriksiz diye ahkam kesiyor. Bir diğeri her zaman şık, kravatı ve cep mendili her zaman takılı emekli beyin cerrahı. Besbelli içinde kalmış ki emekli olur olmaz tvlerde boy gösterip, kitaplar yazıp tarihe, tasavvufa ve dine dair yüksek görüş ve yorumlar paylaşıyor. Bolca ürettiği üfürizmalarını (ben de aforizmalarımı bu isimle kitaplaştıracağım!) sağda solda verdiği röportajlarda ve tvlerde bilgelik nişanesi olarak tekrar edip duruyor.
Kişi kendini ölçme konusunda çok hata yapıyor, tamam biliyorum da bunlarınki de pes yani! Elbette Batı’da da bu tiplerden var, dünyanın her tarafında olduğu gibi. Ama bunlar köşelerine çekilip arka bahçelerini ekip biçmekle, torun torbayla meşgul olacaklarına atıl kalmamak için olsa gerek (ki burada felsefi bakımdan atıl kalmanın ne kadar yüksek bir değer olduğunu ele almak istemiyorum! “Bir günü bir gününe eşit olanlar…” sözünü bilmediğim de sanılmasın lütfen! Sadece bu durumlara düşmek yerine atıl kalmanın hem kişiye hem topluma hem de bilime daha fazla faydalı olacağını varsayıyorum) yapılması çok kolay görünen ve sanılan tarih ve ilahiyat alanlarına at(ı)lıyorlar. Ya da bir zamanlar uzman oldukları alanda işe yaradıkları (buna hiç şüphem yok!) ve o alanları aydınlattıkları gibi başka alanlarda da işe yaramaları ve o alanları da aydınlatmaları gerektiğini düşünüyorlar. Karanlıktaki insanları kendi ellerinde tuttukları ışıktan mahrum bırakmak istemiyorlar. “İlmimi paylaşmalıyım! Bu benim asli vazifem; yoksa borcumu nasıl öderim!..” “Borcun falan yok cancağızım! Sadece köşene çekil, yeter!” demek lazım da kim dinler!
Şöhretperestlik mi desem, çocukluk hevesi mi yoksa tatminsizlik mi bilemiyorum. Düştükleri duruma elimden sadece acımak geliyor. Bu da benim haneme kibir olarak yazılsın ya da mensup olduğu bilim dalının haysiyetini muhafaza etmeye çalışan bir tarihçinin zırıltısı…
[1] Tarih felsefesi ayrı! Orada istediğin kadar büyük düşün, devasa sorunlarla uğraş.