“Praetexta[1] giyinmiş, adı Forum’da iyi bilinen birini gördüğünde onu kıskanma, bu şeyler yaşam karşılığında alınır” der Seneca. Ve “adlarıyla anılan o yıllar için” bu insanların tüm yıllarını harcadıklarını ilave eder.
Bir hâkim için iyi bilinmek ve iyi anılmak, teraziyi elinde tuttuğu uzun yıllar boyunca verdiği adil kararların bir birikimi veya karnesidir. Herkese nasip olmayacak asıl yüce makam da odur.
Hakimler emekli olduklarında o gün için onları taltif eden törenler yapılır, yaldızlı belgeler takdim edilir. Ama bazıları sanki yıllar boyunca o görevde hiç bulunmamışlar gibi, daha ellerine tutuşturulan plaketler tozlanmadan unutulur.
Adil kararlarıyla insanların vicdanında yer edinenler ise gönüllerdeki makamdan hiç kalkmazlar. Bir ömür pahasına kazanılmış ya da doğru biçimde harcanmış yılların tükenmez servetidir bu.
Anayasa Mahkemesi (AYM) Başkanı Prof. Dr. Zühtü Arslan’ı yazmaya Seneca’nın bu sözüyle başlamak uygun olur. Çünkü tam da böyle bir serveti var onun. AYM Başkanı olarak görev yaptığı yıllar boyunca biriktirdiklerinin ürünü olan bir servet. Bu bağlamda başlıktaki “Prof. Zühtü Arslan’ın armağanı” ifadesi en az iki anlama geliyor: Birincisi, hayırla anılacak bir kariyer inşa ederek kendisi için biriktirdiği bir armağan; ikincisi ise, kurumuna, Türkiye yüksek yargısına ve ülkeye onun bir armağanı.
Açık söylemek gerekirse Türkiye yüksek yargısı her zaman adalet tanrıçasının alnından öpeceği bir yargı olmadı. Bütün felsefi, ideolojik veya sınıfsal farklılıkların ötesinde, insanların varlığını hissedip onun üzerinde uzlaşacağı bir yüce ilkeye, adalete bağlı olmadı. Hatta, daha açık söylemek gerekirse, öyle olsun diye de oluşturulmadı. Adaletin kurumsal bir öncelik haline gelmesi için etkili adımların atılmaya başlanması, uzun yıllar içinde, ağır bedeller ödenerek gerçekleşti ve nihai anlamda aşağıdan gelen demokrasi dalgasının bürokratik vesayet sistemini dönüştürmesinin yargıya yansıması anlamını taşıdı.
Yüksek yargının doğal hukukun varlığına işaret ettiği adalet ilkesine ve evrensel hukukun işaret ettiği hak temelli standartlara ulaşması yönündeki ilk anlamlı değişimde, onun kendi iç dinamikleri değil, demokratikleşme dalgaları belirleyici oldu. Prof. Dr. Zühtü Arslan’a ve adalet adına övülen ve her kesimden insan tarafından saygıyla anılan kararlara imza atan diğer üyelere yolu açan da esas olarak Türkiye’deki “Çevre”nin eşitlik ve hak mücadelesi oldu.
Ancak asıl heyecan verici ve değerli olan, söz konusu sürecin ürünü olan zihniyet değişiminin, başka türden bir tarafgirliği değil, bu kurumlara ilk kez adalet ve hukuku egemen kılma mücadelesi veren yaklaşımı beraberinde getirmesiydi. Başkan Arslan bu yaklaşımın bir simgesi oldu; iktidar ya da muhalefet adına değil adalet adına hareket etme çabasının simgesi.
Yüksek yargı, oluşumu bakımından, demokrasinin de bir gereği olarak siyaset kurumundan, parlamentodan ve seçimlerden bağımsız değildi; ama o makama geldikten sonra adaleti öncelemek, bazen iktidarı bazen muhalefeti kızdıran, bazen birini bazen diğerini sevindiren kararlara imza atmak mümkündü ve Anayasa Mahkemesi yeni dönemde esas olarak bunu yaptı. Bu anlamda sadece Prof. Dr. Zühtü Arslan’ın değil pek çok üyesiyle bütün bir kurumun, AYM’nin başarısı bu. Özellikle sosyal ve politik güvensizliğin söz konusu olduğu ve yargının tarafsız bir biçimde hareket etmesi ihtiyacının çok daha hayati önem taşıdığı bir ülkede Anayasa Mahkemesi’nin bu rolü paha biçilmez bir değeri ifade etti ve ediyor.
Bu tespitleri yapmak, kurumun artık hep doğru karar verdiğini veya artık doğal hukukun sesi haline geldiğini söylemek anlamına gelmiyor; ama olumlu anlamda niteliksel bir değişim geçirdiğini tespit etmek gerek. Ve elbette gerçek olmayacak kadar abartılı bir iyimser tablo da çizmemek gerek.
Bugün Prof. Dr. Zühtü Arslan’ın aldığı kararlarda ve kurumun işleyişinde belirginleşen adalet ve hak temelli yaklaşım artık kurumsallaştı ve Türkiye’de yüksek yargının kendi itibarını yok etmesi anlamına gelen yüz kızartıcı kararları geçmişte kaldı diyebilir miyiz? AYM’nin 367, Yargıtay’ın Hrant Dink ve Danıştay’ın Başörtüsü kararlarında somutlaşan ve bir kurumun kendi itibarını dışarıdan hiç kimsenin yapamayacağı şekilde düşüren kararlarına bir daha dönülmez diyebilir miyiz? Eğer tarihin kendi başına ileriye ve iyiye gittiğini zannedenlerden değilseniz buna rahatlıkla evet cevabı veremezsiniz. Daha açık söylemek gerekirse iyiye de kötüye de gidebilir; tıpkı bütün kurumlar gibi, insanlar gibi.
Ama kesin olan ve aynı zamanda önemli olan şu ki, bugün Anayasa Mahkemesi’nin temsil ettiği ve olabilirliğini gösterdiği, mümkün olduğunu kanıtladığı adalet ve hak temelli yaklaşım artık toplumsal hafızanın ve Türkiye yüksek yargısının kayıtlarına geçti. Prof. Dr. Zühtü Aslan da bu sürecin sembol ismi oldu. Bunun anlamı yarın, öbür gün toplum, siyaset ya da dünya hangi yöne doğru giderse gitsin, örnek gösterilecek ve oraya atıfla söz söylenebilecek iyi bir pratik ortaya koyuldu; bir standart oluştu. İktidarın ve muhalefetin mutlak güven duyamadığı ve kararlarını kestiremediği yeni bir durum bu. Kimseye yaranmaya çalışmamak sağlıklı bir durum ve bugün AYM’nin böyle bir görüntüsü var.
Prof. Dr. Zühtü Arslan, bağırıp çağırmadan, parmak sallamadan, polemiğe girmeden, yani AYM eski başkanlarının birçoğundan hatırladığımız kişisel, sınıfsal veya siyasi reflekslerle manevralar yapmadan, sakin ve hukuku önceleyen bir AYM başkanı oldu; bir standart oluşturdu, görev süresi dolunca vakur bir şekilde ve zarif bir reveransla sahneden ayrıldı.
Teşekkürler arkadaşım, dostlarını gururlandıran ve bu yazıyı yazdıran doğru duruşun için. Teşekkürler Prof. Dr. Zühtü Arslan, bir yaşam karşılığında kazandığın ve ülkeye bıraktığın bu armağan için.
Bu yazı ilk olarak eski AYM Başkanı Prof. Dr. Zühtü Arslan’ın için hazırlanan armağan kitabında yayınlanmıştır.
[1] Eski Roma’da hâkim giysisi.