24 Aralık 1984’te Bulgaristan’da Türklerin yoğun olduğu Kırcaali’de sabah saatlerinde sokağa çıkma yasağı ilan edildi. İlçe tanklar ve ağır makineli silahlar tarafından çevrelenmişti. Hükümet ülkedeki tüm nüfus memurlarını Kırcaali’ye göndermişti. O günden itibaren nüfus memurlarının tek görevi vardı: Türklere seçecekleri Bulgar isimlerini vermek.
Fakat o gün binlerce Türk “Biz Türküz, Türk kalacağız” sloganlarıyla belediye binası önünde toplandı. Böylesine geniş katılımlı bir protesto beklemeyen komünist belediye başkanı protestocuların silah zoruyla dağıtılması emrini verdi. Ölenler oldu. Ertesi gün yürüyüşe katılan yüzlerce Türk gözaltına alındı, işkenceye uğradı ve Belene Kampı’na gönderildi. Türkler arasında Belene Kampı, ölüm kampı olarak bilinirdi.
O günleri bizzat yaşayan Bulgaristan Türklerinden bazılarına ulaştık. Yaşadıklarını zaman zaman duygusallaşarak anlatan tanıklar, yaşananların acısının o topraklarda hâlâ hissedildiğini söylediler. Serbestiyet’e konuşanlar, ailelerinden geride kalanları ziyaret için zaman zaman Bulgaristan tarafına gitmeleri ve oradaki Türk azınlığın hâlâ tedirginlik hissetmesi sebebiyle isimlerinin saklı kalmasını istediler.
“Siz zaten Bulgarsınız, Osmanlı sizi zorla Türk yaptı!”
Bulgaristan’ın Romanya sınırına yakın Rusçuk’a bağlı Deliorman’da dünyaya gelen V.D., olaylar başladığında 24 yaşındaydı. Etnik azınlık olmanın getirdiği dezavantajı başarılı bir öğrenci olarak gidermeye çalıştığını ifade eden V.D. küçük yaşlarda yatılı okula başlamış ve hiç Türkçe öğrenememiş. Okulda Bulgarca ve Rusça öğrendikten sonra öğretmen olmayı başaran V.D yaşadıklarını şöyle anlatıyor:
“Zorunlu isim değişikliği politikasını ben ilk kez kapıma geldiklerinde öğrendim. Zaten rejim katı olduğu için politikalardan önceden haberimiz olmazdı. Kapıma geldiklerinde hükümetin bütün Türklerin isimlerini değiştirdiğini söylediler.”
Rejimin kadınlara iki yıl doğum izni verdiğini ve o esnada doğum izninde olduğunu söyleyen V.D. öğretmen olduğu için kapısı ilk çalınanlardan biri olmuş. Hükümetin aldığı karara göre öğretmenlerle iş birliği yapılacak, onların ikna gücü sayesinde halk zorluk çıkarmadan isimlerini değiştirmeye razı olacaktı.
“Bana, aslında köklerimizin Bulgar olduğu ve Osmanlı döneminde zorla Türk ve Müslüman yapıldığımız söylendi. O yüzden Bulgar ismi alarak aslımıza rücu edecekmişiz!
“Böylece bir yandan beni ikna etmeye çalışırken bir yandan da Türkiye’ye gidişimize asla izin verilmeyeceğini söyleyip gözdağı verdiler. Görevli memurları dinledim ama korkudan yüreğim göğüs kafesime sığmıyordu.
“Konuyu akşam eşim gelince onunla konuşayım dedim. Bana eşimin ismini değiştirmeyi kabul ettiği söylendi. Fakat ben yine de eşimle konuşmak istediğimi söyledim. Allahtan o esnada çocuğum ağlamaya başladı. Çocuğumla ilgilenmem gerekiyor diyerek arka odaya geçtim. Onlar da o esnada gittiler.
“Akşam oluncaya dek bir an için olsun camdan dışarı bakamadım. Korkuyordum ve çaresizdim. Bana uzatılan isim listesinden bir isim seçmem istenmişti. Ben, ben olarak kalamamaktan korkuyordum.
“Eşim şoförlük yapıyordu. Akşam eve gelince öğrendim ki şirketteki Türkler işten çıkarılmış ve Bulgar ismi almadan gelmeyin denmiş. Bir müddet sessizce oturduk, ikimiz de ne yapacağımızı bilmiyorduk. Sonra eşim ‘Biz Türk’üz, ismim bana büyüklerimden miras. Ben isim falan değiştirmem’ dedi. Bu, bize, tüm o süreçte güç veren bir çıkıştı.
“İki çocuğum ve büyüklerimizle birlikte ertesi sabah erkenden şehir merkezindeki teyzemlere gittik. Birkaç gün eve dönmedik. Bilmem kaç gün sonra bir gece yarısı evimize döndük. Belki bu işten vazgeçilmiştir diye düşünüyorduk fakat biz eve girdikten kısa bir süre sonra gece yarısı memurlar kapıya dayandı.
“Ellerinde liste ve arkalarında kolluk güçleri. İsim seçmeye zorlandık. Bırakın listeden isim seçmeyi, gözümüz bir an o yana doğru kaysa geçmişimize karşı mahçup olup kıpkırmızı kesiliyorduk.
“Sonra birden bana, senin ismin bundan sonra ‘Violeta’ dediler, eşime de ‘Alex’ dediler.
“Aman Allah’ım ben artık Alex’le evliydim. Eşim beni evde Violeta diye mi çağıracaktı?!.
“Sanki bunca yıl kimliğimizi taşıyan isimlerimiz üzerimizden alınmış ve hiç bize ait olmayan elbiseler zorla üzerimize giydirilmiş gibiydi.
“Sabah muhtarlığa gidip imza atmamızı söyleyen memurlar öylece çıkıp gittiler. Bize bıraktıkları ise koskoca bir sessizlik oldu.
“Sabah olmasın istedik ama oldu. Bırakın uyumayı, bir şeyler yemeyi, birbirimizi bile duymuyorduk. Kulaklarımda yalnızca o isim çınlıyordu: Violeta. Ben artık Violeta mıydım?
“Sabah erken saatte eli silahlı askerler yürüyün muhtarlığa dediler. Çocuğumuz olduğu için tek tek gittik. Önce ben gittim. Nereye imza atmam gerektiği gösterilmiştir elbet ama ben o anı hiç hatırlamıyorum. Sanki beynim ben evden çıktıktan sonra dondu ve ömrümün bundan sonraki yıllarında hatırladıkça azap duymamam için o anlarda yaşadıklarımı asla kaydetmedi.
“Eve döndüğümü hatırlıyorum. Kapıdan ben girerken eşim çıkıyordu. Göz göze gelemedik ikimiz de. Çünkü ben evden V. adıyla bir Türk olarak çıkmış, eve Violeta adında bir Bulgar olarak girmiştim. Eşimi de Alex olmadan önce son kez görecektim. Ama utanıyordum ve ona bakamıyordum.
“Günler geçmiyordu, biz evde çıkmıyorduk. Dışarıda diğer soydaşlarımızın zaman zaman feryatlarını duyuyorduk ama elimizden bir şey gelmiyordu.
O günlerde kapımız hiç çalmadı. Biz de çalmasından korkuyorduk doğrusu. Yine memurlar ve yine imzalar… Bu korku yüreğimizin en derinindeydi. Birkaç gün sonra zil çaldı. Evde bir anda büyük bir sessizlik oldu. Meğer babammış gelen.
Babam köyün imamıydı. Onları da palas pandıras toplayıp imza atmaya götürmüşler. Babam bir yolunu bulup dağa kaçmış. O zaman da anneme baskı yapılmış. Git demişler nerde bulursan bul kocanı diye. Çaresiz anacığım babamın ardından çıkmış dağa. O günlerde isim değiştirmekten kaçan Türklerle doluydu dağlar. Yani babamı bulması zor olmamış.
Şehre dönünce babamı nezarete atmışlar. Bir hafta boyunca hırpalamışlar onu, sonra da isim değiştirdiğine dair imzasını alıp salıvermişler. Biçare adam evine gitmeye, bunca yıllık eşinin yüzüne bakmaya utandığı için bize geldi.
İçeri geçti, oturdu. Konuşmadan hüngür hüngür ağladı. Babam, karşımda ağlıyordu. Siz olsanız nasıl hissederdiniz? Vücudundaki morluklar değildi onu ağlatan. Üzerine giydirilen yabancı libastı onu titreye titreye ağlatan…
Zor günlerdi. Camiler kapatıldı, evlerden Kur’an-ı Kerim’ler toplandı. Köylerde Bulgar mezarlığı ayrıydı Türk mezarlığı ayrıydı; askerler Türk mezar taşlarını kırdı, Türk mezarlıkları ortadan kaldırıldı. Müslüman adetlerine göre defnedilmek yasaklandı. Ölen Türkler Hıristiyan adetlerince gömüleceği için o günlerde vefat eden kandaşlarımız duyurulmuyordu. Gece karanlığında sessizce gömmek istiyorduk. Fakat komünist partili Bulgarlar ölenleri evlerinden zorla alıp Hıristiyanlar gibi takım elbiseli, ayakkabılı olarak gömüyorlardı. O günlerde iki oğlumu sünnet ettirmek istedim, onu bile yasakladılar. Hatta çocuklarımı sünnet ettirirsem hapse gireceğim söylendi.”
Yaşadıklarını bu şekilde anlatan V.D. sözlerini şöyle tamamladı:
“Bizler parçalı aileleriz. Hâlâ bir yarımız orada, bir yarımız burada. Kapanmayan yara bu. Ama ne olursa olsun, hayat devam ediyor!”
“Aman doktor, yiğitlik yeri değil, itiraz etme!
Yukarı Cuma iline bağlı Dabnitsa köyünde dünyaya gelen M.D., o günlerde büyük bir sağlık ocağında görevliydi. “3 bin nüfuslu köyün yüzde yetmişi Türk, geri kalanlar Bulgardı” diyor. Çalıştığı sağlık ocağı o dönemde bölgenin en büyük sağlık tesislerinden biriydi ve doğumhane olan üst katında eşi de ebe olarak görevliydi. M.D. olayların başladığı ilk günü şöyle tasvir ediyor:
“Eşim ve ben sağlık personeli olduğumuz için erkenden işe gidiyorduk. O sabah evden çıktığımızda köy meydanında kamyonlardan silahlı askerler iniyordu. Biz kaçakçılık ya da hırsızlık olayı olduğunu düşündük, üzerinde durmadık. Yine her zamanki gibi sağlık ocağına gittik ve mesaimize başladık.
Ancak işler değişmeye başladı. Birkaç saat sonra görevli memurlar sağlık ocağına geldiler ve yalnızca beni alarak belediyeye götürdüler. Belediyenin önünde şöyle bir durup etrafı inceledim. Her yer polis ve asker doluydu.
Ahalinin sevdiği, teveccüh gösterdiği bir sağlıkçıydım. Bunu biliyorlardı. O yüzden beni direkt olarak komünist belediye başkanının yanına götürdüler. Belediye Başkanı bana aman diyeyim doktor, sakın sana söylenenlere itiraz etme. Şu an yiğitlik zamanı değil. Sana verilen evrakları imzala, sağ salim buradan çık dedi. Meğer o esnada tüm Bulgaristan’da Türklere bu yapılıyormuş.
Beni derhal yandaki odaya aldılar. Odaya girdiğim anda aslında her şeyin çoktan hazırlandığını gördüm. Bazen kader sizi bir şey yapmaya zorlar. Geri adım atmak istersiniz. Ama kader öyle bir iteler ki arkanızdan, bırakın geri gitmeyi yerinizde sabit bile kalamazsınız. Odanın kapısından içeri girdiğim anda hissettiklerim böyle bir şeydi. Yürümekte zorlandığım birkaç dakikanın ardından bana yeni ismimi söylediler.”
Sözlerinin burasında duraklayan M.D.’ye “size uygun gördükleri isim neydi” diye sorduk.
Duygusal bir sesle, “o ismi hatırlamak istemiyorum! Mesleğim sebebiyle dünyanın pek çok ülkesine gittim, sayısız insanla tanıştım. Hepsini de sevdim, saydım. Ama tek bir ismi, yeryüzünde yalnızca bir ismi sevemedim. O isim bana odada söylenen isimdi.
“Girerken ben olarak girdiğim odadan bambaşka biri olarak çıktım. Bu tarif edilemez bir duygu, insanın kendisine yabancılaşması!
“Hissizleşmiş idrakimle tekrar arabaya bindirildim ve sağlık ocağına götürüldüm. Durumu ağır olan bir hasta vardı ve şehir merkezine götürülmesi gerekiyordu. Zihnim tamamen uyuşmuştu. Beynimin odalarında bu isim yankılanıyordu. Böyleyken hastanın sevkine nasıl karar verdim, inanın bilemiyorum.
“Ambulansta köyün dışına kadar konuşamadım. Köy çıkışında fark ettim ki tanklar ve ağır makineli silahlar köyü çevrelemişler.
“Koca okyanusta devasa bir girdap sizi içine çekiyor ve sizin cılız kulaçlarınız akıntıya direnemiyor. O gün o girdap doğduğum, büyüdüğüm köyümdü. Boğulacakmış gibi hissediyordum.
“O gün köyde küçük kıyamet kopmuş. Memurlar, öğretmenler… herkes herkes tek tek toplanmış, evlerinden çıkarılmış. Başlarında silahlı askerlerle isimleri değiştirilmiş.”
Köylerinde bu durumun üç dört ay kadar devam ettiğini söyleyen M.D, nüfus memurlarının 24 saat usulüyle çalıştıklarını hatırlıyor. Direnenlere yeni isimleri zorla verilmiş tabii. İnsanlar gönülsüz oldukları için işlemler hükümetin istediği hızda ilerlemiyordu ve elbette iş kimlikle bitmiyordu; pasaport, diploma vs. diğer tüm evraklar yeni isimle hazırlandığı için resmen yeni baştan bir insan yaratılıyordu.
“Bu süre zarfında köyde herhangi bir ayaklanma olmaması için askerler hep nöbet tutuyordu. Her sokakta 3-4 asker ellerinde silahla bekliyordu. İnsanlar burunlarını dışarı çıkaramıyorlardı. Daha sonra yeni emirler verildi: Kadınlara geleneksel giyim yasaklandı, başını örtmek, şalvar giymek yasaklandı. Bu yasaklar öyle katı uygulandı ki askerler sağlık ocağına gelip bizzat beni tembihlemişlerdi. Sağlık ocağının önünde doğum yapmak üzere olan kadın şalvarlıysa, Müslüman gibi giyinmişse, ismi Bulgar değilse içeri almayacaksın! Gerekirse sokakta doğuracak! Bu ne acımasızlık!
“Sonra sonra günlük hayatımızın her anına müdahaleler başladı. Mutluluğumuzu yaşadığımız düğünlerimiz de yasaklandı acımızı yaşadığımız cenazelerimiz de. Duyduk ki hükümet Müslüman gibi gömülmeyi yasak etmiş! Müslüman gibi gömülemeyecektik bile.
“Bu ne demek biliyor musunuz?.. İsminizi, kimliğinizi, düğünlerinizi sizden aldıkları yetmiyormuş gibi cenazenizi bile sizden alıyorlardı. İnsan bazen ölmek ister ya, ölmek dahi isteyemiyordunuz.
“Öylesine acımasızca ve vahşice uygulandı ki bu politikalar; askerler Müslüman mezarlıklarına girdi, Osmanlı’dan kalma dedelerimizin mezar taşları ya kırıldı ya da üzerlerine Bulgar isimleri yazıldı. Yıllar önce ölmüş dedenizi hafızanızdan silmek istiyorlardı.
“İlerleyen günlerde öğrendik ki önceden ayrı olan Türk ve Bulgar mezarlıkları artık bitecek ve ortak bir mezarlık oluşturulacakmış.
“Eğridere’deki 24 Aralık’taki yürüyüşten birkaç gün sonra haberim oldu. Bizler o zamanlar yanımızda hep radyoyla gezerdik. Hatta o günlerde yanında radyoyla gezmeyen Türk yoktu diyebilirim. Kulağımız hep Türkiye’den gelecek bir haberdeydi. Avrupa’nın Sesi, Deutsche Welle gibi yayınlardan Bulgaristan üzerindeki Avrupa kamuoyunun baskısını yakalamaya çalışıyorduk. Polisin, askerin olmadığı yerlerde de Türkiye’nin Sesi’ni dinliyorduk. Türkçe radyo dinlemek de yasaktı. BM İnsan Hakları Komisyonları an be an takip edilirdi, bizim sesimizi duyan birileri var mı diye.
“Son olarak şunu söylemek istiyorum. O günlerde köyümüzdeki Bulgarlar bize yardımcı olmak istiyorlardı. Silahlı askerler ülkenin uzak köşelerinden getiriliyordu. Bizim bölgenin askeri bize karşı acımasız olamaz diyerek her asker yabancısı olduğu köyde görevlendiriliyordu. Yapılan zulümlere Bulgar halk da karşı çıkıyordu. Ama rejim totaliterdi; politbüro kimseye nefes aldırmıyordu. Köyümüzde Bulgar halk dahi bu yapılanlara karşı çıksa da rejimin astığı astık kestiği kestikti.”
“Bize asimilasyon 70’lerde başladı”
1965’te Pazarcık’ta dünyaya gelen Pomak Türkü Salih Mutlu, ülkede asimilasyon politikalarının farklı bölgelerde farklı tarihlerde yaşandığını söyledi. “Ülke içinde kuş uçsa hükümetin haberi olurdu, ama bizim yan köyden haberimiz olmazdı” diyor. O yüzden Müslümanlara dönük asimilasyon politikalarının tedrici bir şekilde yapıldığını söylüyor.
Kendi köylerine isim değiştirmek için 1970 yılında gelindiğini söyleyen Salih Mutlu, olanları şöyle anlatıyor:
“O gün kadınlar ayrı yerde erkekler ayrı yerde toplandılar. Biz güya hazırlıklıydık, köyün girişine samanlar yığmıştık. Hani olur da askerler, polisler müdahale ederse birimiz o samanları ateşe verecekti ve civar köylerdeki Türkler bize yardıma gelecekti. Ama öyle olmadı.
“Köyümüzde birkaç gün önce sarhoş gençler bir polisle kavga edip onu darp etmişler. Bu haber köye yayıldıktan sonra bölgedeki tahkikat komisyonu köyümüze geldi. Yani biz köyde tahkikat yapılacak sanmıştık. Dedim ya kadınlar bir yerde erkekler bir yerde. Biz sorguya çekilmeyi beklerken bir baktık ki isimlerimiz değiştiriliyor.
“Hayır diyen, itiraz edenler işsiz kalmakla tehdit ediliyordu. Komünist rejimdesiniz tabii, tek iş kapısı devlet. Bir kez işten çıkarıldınız mı hayatınız bitmiş demektir. Sizi öldürmeden ölüme terk etmek demekti bu. Hani öyle bugünkü gibi bir fabrikada işimi yitirdim başka bir işletmede işe girerim demek mümkün değil.
“Küçüktüm, neler olup bittiğinden çok haberdar değildim doğrusu. Ama ortalıkta dolaşan olumsuz hava beni rahatsız ediyordu.
“Çaresiz hepimiz bir günde isimlerimizi değiştirmek zorunda kaldık. Benim de adım değişti. O günden sonra artık adım ‘Sokol Süleymankof Maronev’ olacakmış.
Bu ismi hiç sevmedim. Okulda bana sanki inadına bu isimle sesleniyorlarmış gibi geliyordu. Bir türlü içim ısınamadı bu isme. Oysa beş yaşıma kadar Salih olan ismimi öyle bir benimsemişim ki, sonraki yirmi beş yıl Sokol ismiyle ve Maronev soy ismiyle çağrılsam bile bu ben değildim. Türkiye’ye göç ettiğimde ismim kayıtlara bu şekilde geçti.
“Neyse, isimlerimiz değiştirildi ancak Hıristiyanlığı benimsememiz de gerekiyordu. Babam o zamanlar maden ocağında çalışıyordu. Ramazan ayında amiri babamı çağırıp sormuş, namaz kılıyor musun sen? Oruç tutuyor musun?
Yalan söyleyememiş tabii babam. Evet demiş tutuyorum oruç. O zaman demiş amiri, oruç tutuyorsan gelme.
“Babam akıllı adamdı, hemen bir ara formül bulmuş tabii: Efendim iki gün daha müsaade edin iki gün sonra ne namaz ne oruç. Tamam demiş amiri de. Tabii durumdan habersiz, Ramazan Bayramı’na iki gün varmış meğer.”
Gülerek anlatıyor bunları Salih Mutlu. Ama Bulgaristan’da ırkçılığın hâlâ devam ettiğini sözlerine ekliyor. Türkiye’ye döndükten sonra zaman zaman Bulgaristan’a gitmek zorunda kaldığını söyleyen Mutlu, “orada hâlâ Müslüman ve Türksen sana yan gözle bakıyorlar” diyor.
Ülke siyasetinde bile Türklerin hâlâ dışlandığını söylüyor Salih Mutlu: “Yeni hükümet kuruldu. Baktığın zaman genç, Harvard mezunu bir Başbakan. Ama Türklerin partisini koalisyona almıyor. Neden? Bunun cevabı yok. Hatta şu anda parlamentodaki en genç milletvekili bizim bir kızımız, 24 yaşında Nebie İsmet Kabak. Pazarcık’tan milletvekili oldu kızımız, ama bakın Bulgaristan Parlamentosu sayfasına en genç milletvekili olarak bir Bulgarı gösterirler.”