“Vatan toprağı” değişebilir mi sizce?
“Başkalarını bilmem, ama Türk’ün vatanı atalarımızın kanıyla sulanmıştır, kutsaldır, değişmez ve ilelebet değişmeyecektir.” Çok güzel cevap, ama heyhat, yanlış!
Hem Türk’ün hem başka herkesin vatan toprakları, neyle sulanmış olursa olsun, değişebilir ve hatta bazen toprak olmaktan bile çıkabilir.
İnandırıcı olabilmek amacıyla, iki ayrı örnek olarak mini minnacık bir ada ile koskocaman bir kıtanın öykülerini anlatmak istiyorum.
Mini minnacık bir ada
Amerikan savaş uçakları 1987 yılında bir gün Akdeniz’de bir hareket fark eder, alçaktan uçup inceler ve dalgaların arasında bir periskop görür gibi olur. Tam emin olamaz ve fena halde kıllanırlar.
Amerika ordusu derhal harekete geçer. Washington ile çeşitli deniz üsleri arasında ateşli haberleşmelerden sonra, uçaklar Sicilya açıklarında “denizaltıyı” gördükleri noktaya döner. Ve şansları yaver gider, “denizaltıyı” bulur ve eşek sudan gelene kadar bombalarlar.
Sonradan anlaşılır: Denizaltı filan yok! Bombaladıkları “şey”, suyun otuz metre altında kayalıklarla volkanik lavdan oluşan, yirmi metre çapında bir sütun.
On beş yıl sonra, Sicilya’nın 48 km batısındaki aynı yerden geçmekte olan balıkçılar beklemedikleri bir adayla karşılaşır! Beklemiyorlardır, çünkü haritalarda yoktur. Ada mada olmaması gerekir orada! Birkaç gün öncesinde de yoktur zaten.
Balıkçıların kullandığı haritada ada görünmüyordur, ama ellerinde 1831 tarihli bir harita olsa göreceklerdir adayı. O yıl öyle bir ada varmış çünkü.
Ama sonra yok olmuş!
İtalyan kanıyla sulanmış İtalya diye bir memleket henüz yokken, ama İngilizler kendi memleketlerini özellikle İrlandalıların kanıyla bol bol sulamışken, İngiliz Deniz Kuvvetleri daha önce hiç farkına varmadığı bu adacığı 1831’de keşfetmiş ve adaya İngiliz bayrağı dikilmiş. Ve bir ucundan bir ucuna birkaç dakikada yürünebilecek boyutlardaki ada, üzerinde güneşin batmadığı imparatorluğa dahil olmuş.
İtalya henüz yok, ama Fransa var. Ve Fransız jeolog Louis Prévost bölgede volkanik bir hareketlilik olduğunu farketmiş, yanına bir ressam da alıp İngilizlerden birkaç ay önce gitmiş, adanın dünyaya gelişini izlemiş ve belgelemiş.
Ama bayrak dikmeyi ihmal etmiş! Onun yerine, volkanik adalar hakkında bilimsel bir makale kaleme almış.
Ne var ki, Prévost’un makaleyi yazması uzun sürmüş, biraz da geç yayınlanmış. Ve 1835’te nihayet yayınlandığında, ada batalı dört yıl oluyormuş!
Altı ay yaşamış zavallı ada!
İngilizlerin Graham Bank dediği adaya, Prévost ve Fransızlar L’Isle Julia demiş, sonradan İtalyan olacak nüfus ise Isola Ferdinandea adını takmış.
Ve 2002 kasım ayında yine çıkmış ada ortaya.
İngiltere, Fransa ve İtalya arasında giderek kızışan bir diplomatik savaş sürerken, birkaç ay sonra yok olmuş yine!
Sorulduğunda, jeofizik profesörü Antonio Zichichi, “Ada bir yükselip bir iniyor, çünkü dünyanın kabuğu bir yükselip bir iniyor, o kadar basit” demiş.
Koskocaman bir kıta
Profesörün dediği gibi, dünyanın kabuğu ve dolayısıyla coğrafyası sürekli değişiyor. Hep değişiyordu ve değişmeye devam ediyor.
Harita, atlas ve vatan imalatçılarının henüz kaygılanmasına gerek yok. Bugün yaşayan hiç kimsenin, ne kadar uzun ömürlü olursa olsun, telaşlanmasına mahal yok. “Sabah evden çıktığımda, akşam evimin nerede olduğunu bilemeyecek miyim?” diye endişelenmek gereksiz.
Çok yavaş değişiyor çünkü dünyanın kabuğu. Ama değişiyor.
Önünüze bir dünya haritası açıp bakın. Afrika’nın batı kıyısıyla Latin Amerika’nın doğu kıyısını aklınızda bitiştirin. Tık diye oturur. Aynı şeyi Avrupa’nın batı kıyısıyla Kuzey Amerika’nın doğu kıyısına uygulayın. Yine şıp diye otururlar.
Bu garipliği ilk farkeden Hollandalı harita meraklısı Abraham Ortelius (1527-98) olmuş, ama adamcağızı kimse ciddiye almamış.
Çok sonra, bir başka gariplik farkedilmiş. Afrika’da yaşayan hayvan türleriyle Latin Amerika’da yaşayanların akrabalığı göze batmaya başlamış. Bu kadar yakın olan türler nasıl olur da bu kadar uzak yerlerde yaşıyor olabilir? Bir taraftakilerin ataları bilmem kaç yüz milyon yıl önce okyanusu mu geçmiş? Nasıl geçebilir?
Derken, bir gariplik daha izlemiş bunu. Charles Darwin ile aynı zamanda evrim teorisini geliştirmiş olmakla ünlü olan ve ömrünün önemli bir kısmını Malaya Takımadaları’nda geçiren Alfred Russel Wallace ilginç bir şey farketmiş. Mindanao adasının güneyinden geçip Borneo ve Sulawesi adalarının arasından kıvrılan ve Lombok Boğazı’ndan devam eden bir çizgi çekip takımadaları ikiye bölerseniz, bu ‘Wallace çizgisi’nin kuzeyinde başka, güneyinde çok başka tür canlıların yaşadığını görürsünüz. Bu kadar uzak olan türler nasıl olur da bu kadar yakın yerlerde yaşıyor olabilir?
Atlantik Okyanusu’nun doğu ve batı kıyılarının ikiye yırtılmış bir sayfa gibi uyumlu olmasının ve canlı türlerinin garip dağılımının nedenlerini artık biliyoruz.
Bir zamanlar dünya tek bir kıtadan oluşuyordu.
Adını koyacak kimse yokmuş o zaman, ama şimdi adı bile var: Pangaea.
Kimse yokmuş, çünkü Pangaea yaklaşık 500 milyon yıl önce oluşmuş ve yaklaşık 200-250 milyon yıl önce, dünyanın kabuğunu oluşturan tektonik levhaların hareketi sonucunda parçalanıp dağılmaya başlamış. Ta bugünkü hâlini alana kadar.
Tektonik levhalar ve bunların hareketleri bilinmezken, “yakın akrabalar niye birbirlerinden uzakta yaşıyor?” sorusunun cevabı olarak, zaman zaman “batık kıta” çözümü ileri sürülmüş.
İngiliz bilim adamı Philip Sclater 1856 yılında lemur adlı hayvanın coğrafî dağılımını incelemiş, Madagaskar’da ve Hindistan’da yaşadıklarını saptamış, arada eskiden kara olması gerektiği sonucuna varmış. Ve “batık kıta Lemuria” söylencesi çıkmış ortaya!
Şimdi biliyoruz ki, Pangaea parçalanırken Hindistan Afrika’nın doğusundan kopmuş, kuzeydoğuya doğru yol almış, Asya’nın güneyine çarpmış. Çarpınca da darbenin etkisiyle Himalayalar oluşmuş. Yani Madagaskar’la Hindistan bir zamanlar bitişikmiş. Batık kıta filan yok.
Kıtalar hâlâ hareket ediyor. Ve işin kötüsü, Afrika kuzeye doğru ilerliyor. Akdeniz küçülüyor, birgün kapanacak.
Afrika güney Avrupa’ya çarptığı gün, Türkiye Himalayalar gibi yüce dağlara dönüşecek. Ne Haymana ovası kalacak, ne Misak-ı Millî sınırları! Ne kanla sulanmış topraklar kalacak, ne vatan, millet, Sakarya!