Ana SayfaHaberlerGündemFevkalâde günlerin alelâde hâlleri

Fevkalâde günlerin alelâde hâlleri

 

Hayatının önemli bir bölümünü zaten evde geçiren biriyim. Şimdi artık, sadece birkaç günde bir maskemi takıp, alışveriş için çıkıyorum. Diğer zamanlarda çok sevdiğim ev rutinleri…

 

Dolayısıyla günlük yürüyüşlerimden vaz geçtim. Aslında sokaklar o kadar boş ki, açık havada yürüyüş yapmakta bir sakınca yok gibi görünüyor. İzmir’de bahar vakti güneşli bir Cumartesi günü sahilin bile bomboş olmasının mümkün olacağını hayatta aklıma getiremezdim. Evden bakıyorum, sahilin görebildiğim kısmından uzunca bir süre hiç kimse geçmiyor, sonra bir kişi düşünceli, denize bakarak yürüyor. Sonraki yürüyüşçünün ne zaman geçeceği belli değil.

 

Bugünlerde hiçbir şekilde hayal edemeyeceğim o kadar çok şey oluyor ki, sahilin bomboş olması bunların yanında küçük bir ayrıntı kalıyor tabii ki.

 

Distopya hikâyelerini çoğunlukla sevmem aslında. Günlük hayattan fazlaca kopuk, nitelikli ya da niteliksiz komplo teorilerini esas kabul eden hikâyeler… Başlangıçta gizlice sonra yavaş yavaş netleşerek hep kendi “tek” ideolojisini doğru kabul etmemizi isteyen, çoğunlukla totaliter ve olağanüstü kahramanlık mitleri üzerinden yükselen, sıradanı önemseyen benim gibi insanlar açısından anlaşılması ve kabul edilmesi zor bakış açıları…

 

Hâlbuki, hayatın en güzel ve en anlaşılması gereken yanları sıradandır. İnsanları sevme, onlara bağlanma nedenlerimiz bizi hep aynı ortak sıradan hikâyelere götürür. Benim açımdan dikkat çekici olan da sıradan hikayelerin içindeki büyüleyici detaylardır çoğu zaman.

 

Mahallenin kedi/köpek/karga seven ablasının baharın ilk günlerinde küçük dişi kedileri yetişkin erkek kedilerden korumaya çalışırken yaptıklarını izlemek mesela. O dünyanın en sakin, iyi kalpli kadını erkek kedilere öfkeyle çıkışırken, bu detay ile bize kendisini de tanıtır sanki.

 

Ya da muhtemelen geçirdiği mühim ameliyat sonrasında kış boyunca büyük bir azimle yürüme çalışmaları yapan yaşlı adamın gün geçtikçe yakaladığı başarıya şahit olmak… İlk günlerde adeta görünmeyen bir vincin yardımıyla bacaklarını ağır ağır kaldırıyor, belki dakikada ancak üç beş adım atabiliyordu. Artık her adımı atmak için harcadığı emek ve gösterdiği özen azaldı, tıpkı yüzündeki gerginliğin azaldığı gibi. Şimdi daha özgüvenli, ne yapacağını düşünmeden “gelişine” atıyor adımlarını. Başlangıçtaki mekanik görünen robotumsu yürüyüşü şimdi bir canlının yürüyüşüne benzemeye başladı. Muhtemelen yakında başkalarından ayırt edilemez hâle gelecek. Şimdilik biz göremeyeceğiz.

 

İşte korona günlerinde, sokaklar boşaldı, yapabilenler evlerine çekildi, sıradan kişisel şeyler görünmez hâle geldi. Görünür olan ise kamusal alanda olan bitenler.

 

Artık, normalde distopya hikayelerinin konusu olabilecek birçok şey, hayatımızın tam içinde. Sınırların keskinliği, izolasyon, gece yarısı açıklanan vaka ve ölüm sayıları, küresel ölçekte harıl harıl çözüm arayışları… Ama bu durumun distopyalardan önemli bir farkı var: Kahramanlar, bizi tehlikelerden, (distopya abartısı ile söyliyeyim) belki de yok olmaktan koruyacak olanlar, bu sefer ya adı sanı duyulmamış bilim insanları veya sağlık çalışanları ya da sıradan insanlar, yani bizzat bizleriz.

 

Kimseye zarar vermemek için evde kalmak mesela, kabul edelim ki, çok zor olmamakla birlikte, başlı başına ciddi bir sorumluluk. En azından “başkaları”nı çokça içeren bir fiil. Ünlü klişeyi aklımızda tutarak, bizim için küçük, insanlık için büyük olan bu misyonumuzu uygulamaya çalışmak, birçok insan için önemli bir eşiği geçmek, dahası “kendisinden olanlar” dışındaki insanları dikkate almadan, “biz”i koruyamayacağını nihayet kabul etmek anlamına geliyor.

 

Fevkalâde günlerin yaşanması, rol dağılımında bir değişikliğe işaret etmiyor tabii. Herkes kendi meşrebince, bugüne kadarki rolü çerçevesinde yaşıyor bu günlerde de.

 

Mesela, her zaman öğretmeye ve nedense herkesi bilinçlendirmeye hevesli olanlar, her yapılanda bir eksik gedik buluyor. Asla onlar kadar “bilinçli” olamıyoruz. Bu bilinçsizliğimizi kabul etmediğimiz sürece başımıza daha fazla ekşiyeceklerini bildiğimizden, tersini kanıtlama hevesimizi bir kez daha bastıracağız, bir kenara alacağız. Kural bu: Biz çabalayacağız, onlar yetersiz bulacak.

 

Felaket senaryolarını hep sevenler ise, bu durumdan özel bir tat alıyor gibiler. Sündüre sündüre haklılıklarını anlatıyorlar. Aralarında her şeyi o “dünyayı yöneten beş şirket”e bağlayanlar da var, mini kıyamet senaryolarını sanki çok aydınlık bir şey anlatır gibi, ballandıra ballandıra anlatanlar da. O virüsü kimin çıkardığını, hangi nedenle çıkardığını, hızla yaşanan gelişmeler dolayısıyla sık sık ayarlama yapmayı ihmal etmeden anlatıyorlar. Bazen Çin çıkartıyor, bazen Amerika… “Aşı üreticilerinin gizli oyunları”nı “şahane” analiz ediyorlar. Anlattıklarının bir kısmını birtakım laboratuvarlardaki bilimsel çalışmalara bağlıyorlar. Fakat mesela, “Ama virüsün laboratuvarda üretilmediği artık biliniyor” demeye kalkarsanız, “Ah be canım, çok safsın, hâlâ bu bilim insanlarına inanıyor musun?” deyiveriyorlar. Bilimi esas alacaksak, onların dediklerini, onların ön gördükleri ölçüde esas almamız gerekiyor. Çok haklılar, hep haklılar!

 

Hayata tamamen yabancı olanlar var bir de. Sanal ortamda ya da iki metre kuralına uygun olarak gerçek hayatta yakaladıkları gündelikçilere, ustalara falan çakıyorlar lâfı: “Çıkmaman lâzım, hepimizi tehlikeye attığının farkında mısın?” Gencecikken başlayan ağır sorumlulukların ve hayat gailesinin erkenden olgunlaştırdığı bu kişiler geçiştiriyorlar bu lâfları. Gözlerindeki “oğlum bak git” bakışını anlayan anlıyor.

 

Bir zamanlar AIDS büyük ve yenilmez bir tehlikeyken, şırıngaya aldıkları virüsleri birilerine enjekte etmeye çalışan intikamcılardan bahsedilirdi. Bu şekilde gerçekleşmiş bir eylem var mıdır bilmiyorum. Bugünlerde de aynı şeyi, öfkelerini dindirmek için hayal edenler var.

 

“Vicdansız troll tayfası”nın virüsün cezaevlerinde yayılmasını umursamamasına karşılık (bir nevi “kısasa kısas” uygulanarak-G.S.) “virüs dahil her türlü musibete mâruz kalmasını” dileyenler de var, akşamları sağlık çalışanlarını desteklemek için yaptığımız alkışlama seanslarını yutmayanlar da. Diyeceğim şu ki, böylesine fevkalâde günlerde, uzaktan bir distopyada yaşıyor izlenimi veriyoruz belki ama, alelâde hallerimiz tam gaz devam ediyor.

 

Tüm bunlara şahit olduğumuz sanal dünya, evdeki vaktimizin önemli bir kısmını zapt etmiş durumda. Çoğunlukla, yukarıda bahsettiğim hallerin uzantıları, çeşit çeşit hezeyan ve haklılık krizleri ile vakit harcıyoruz. Ama nadiren de olsa, çözüme yönelik metinlerle ve konuşmalarla da karşılaşıyoruz. Bunlardan bir tanesi de, 19 Mart’ta birartibir.org’da yayımlanan Kanadalı aktivist, politikacı ve yazar Naomi Klein’ın videosuydu.

 

Video iktisatçı Milton Friedman’ın “çelişkilerin keskinleşmesi” tadındaki sözleriyle başlıyor:

 

“Ancak hakiki ya da algısal bir kriz gerçek değişime yol açar. O kriz meydana geldiğinde atılan adımlar ortalıktaki fikirlerin ne olduğuna bağlıdır.”

 

Naomi Klein, 2007 yılında yayımlanan “Şok Doktrini-Felaket Kapitalizminin Yükselişi” adında bir kitabın yazarı. Savaş, darbe, terörist saldırılar, finansal piyasaların çöküşü ve doğal afetler gibi krize sebep olan olaylardan sonra iktidarların belirsizlikleri fırsat bilip, bir anlamda demokrasiyi askıya aldıklarını iddia ediyor. Böylece alt-orta sınıfların, yani her türlü krize karşı en zayıf olan kesimlerin aleyhine ve her krizden daha da zenginleşerek çıkan grupların ve şirketlerin lehine bir dizi önlemi hayata geçirebildiklerine dikkat çekiyor. Kriz olana kadar bu fikirlerin hazırlandığını, ortaya atıldığını, krizin patlak vermesinden sonra da çözümmüş gibi sunularak uygulandığını anlatıyor.

 

Gerçekten de Korona krizi üzerine ABD’de açıklanan önlemlerin çoğu, bizdekilerle paralel olarak, krizin çözümü ile alakası olmayan sektörlere yönelik. Sağlık ya da sosyal güvenlik sistemine, “evde kal” çağrısına cevap vermeleri mümkün olmayan insanlara destek verilmesi gerekirken, uçak taşımacılığı, bankacılık, inşaat vs sektörlere vurgu yapılmasını anlamak mümkün değil.

 

“Bizim de fikirlerimiz var” diyor Naomi Klein. Herkesin barınma, eğitim ve sağlık hizmeti alma hakkının olduğunu savunan ve krizden önce radikal bulunan fikirlerin, şimdi zengin fakir ayrımı yapmayan böyle bir krizden sonra, çözüm bulmak ve bundan sonraki krizleri önlemek açısından tek makûl yol olarak göründüğünü söylüyor. Toplumsal faydanın peşinden koşmak için krizlerin yeni sözleşmeleri gündeme getirdiğinden bahsediyor. Ona göre, krizlerin sarsıcı şokları kısa süre evvel imkânsız görünen ilerlemelerin kaydedilmesi için “daha” uygun bir zemin sağlıyor.

 

Bu zeminde olumlu ilerlemelerin kaydedilmesini, bunların küçük de olsa bir kısmının hayata geçirilmesini ümit etmek belki aşırı bir iyimserlik. Ama Korona krizi, imkânsız görünenlerin kaçınılmaza dönüşebileceğini hepimize gösterdi.

- Advertisment -