Bianet’ten Hikmet Adal Gölcük, Düzce, Bingöl ve Van depremlerinin ardından yardım çalışmalarında bulunan ve şu anda Gezi davasından aldığı ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası nedeniyle 5 yıl 4 aydır Silivri Cezaevi’nde bulunan iş insanı Osman Kavala ile 46 binden fazla kişinin hayatını kaybettiği Kahramanmaraş merkezli deprem hakkında konuştu.
6 Şubat depremlerini özgürlüğünüzden yoksun yaşadınız. Neler hissettiniz?
Depremin art arda gelen iki şiddetli sarsıntısının yol açtığı yıkımın devasa boyutları benim için de şok edici oldu. Duyduğum derin üzüntünün yanı sıra yardım çalışmalarına katılamıyor olmaktan büyük rahatsızlık hissettim.
Kurtarma çalışmalarının hemen başlamadığını öğrenmek, rutin hayatınızı yaşarken enkaz altındakilerin yavaş yavaş ölmekte olduklarını bilmek, son derece ıstırap verici. Enkaz altında yakınlarının seslerini duyan ve ellerinden hiçbir şey gelmeyen insanların yerine kendimi koyduğumda dehşet hissine kapılıyordum.
1999 deneyimi
1999 Gölcük ve Düzce, 2011 Van depreminde yardım organizasyonunda faal olarak yer aldınız. O dönemlerde yardımlaşma ağı nasıl ortaya çıktı? Sahada olduğunuz dönemde nasıl koordine oldunuz, sahada kimler vardı, neler yaşandı?
Gölcük depremi İstanbul’un yakınında olan ilk büyük depremdi, 1980 darbesiyle büyük hasar görmüş sivil toplum alanında yeni girişimlerin filizlendiği bir dönemde gerçekleşti. Bu nedenlerden dolayı ilk saatlerden itibaren daha önceki afetlerde görülmemiş bir seferberlik başladı. Hatırlıyorum, bölgeye ilk giden arkadaşlar kefen bezi taleplerini iletmişlerdi. Yardımlar kısa zaman sürelerinde ulaştırılabildiğinden ihtiyaçlar da hızla değiştiğinden, yığılma olmaması ve hiçbir bölgenin unutulmaması için, sürekli bilgi paylaşımının ve destek çalışmalarında koordinasyonun önemli olduğunu düşündük ve arkadaşlarla Sivil Koordinasyon Merkezi adı altında bir platform oluşturduk.
Başlangıçta valilikler ve kaymakamlar sivil destek faaliyetlerine pek sıcak bakmıyor, kısıtlama getiriyorlardı, ancak kısa bir süre sonra durum değişti, kamu kuruluşlarıyla birlikte çalışma ilişkileri kuruldu. Sivil girişimlerle irtibatı kolaylaştırmak için bir arkadaşımızın, Zafer Kıraç’ın, Gölcük’teki kriz merkezinde görev yapması kabul edildi, çalışmaların önündeki bürokratik engellerin aşılmasında bunun büyük faydası oldu. Deprem gönüllülük ruhunu da güçlendiren bir etki yarattı.
Daha önce sivil toplum çalışmalarına katılmamış birçok insan uzun süre kadınlara, çocuklara, gençlere yönelik destek çalışmaları yürüttüler. Sivil Koordinasyon Merkezi dışında birçok farklı kuruluş bölgede önemli çalışmalar gerçekleştirdi. Sivil kuruluşlar arasında irtibatın, yardımlaşmanın sağlanmasında, ortak bir dayanışma etiğinin gelişmesinde Sivil Koordinasyon Merkezi’nin katkısı olduğuna inanıyorum. Bu dinamik Düzce depremi sonrasında da devam etti. Van depreminden sonra da İstanbul’dan destek çalışmaları oldu, ancak uzaklıktan dolayı bölgeye giden gönüllü fazla olmadı.
Biz Gölcük depreminden edinilen deneyimler ışığında Fotoğraf Vakfı ile birlikte çocuklara yönelik fotoğraf atölyeleri düzenledik, bölgeden fotoğrafçılar da eğitmen olarak çalıştılar. Van’dan ve çevre illerden hatırı sayılır gönüllü katılımı gerçekleşti.
99 depreminden sonraki süreçte neler yaptınız?
Depremden sonra İstanbul’da semt derneklerinin kurulması ve bölgelerinde depreme hazırlık, eğitim çalışmalarının yürütülmesi süreçleri yaşanmıştı. Biz, çocuklarla yapılan sanat atölyelerinin yarattığı olumlu etkiden ilham alarak, Sosyal Kültürel Yaşamı Koruma Derneği’ni kurduk ve benzer çalışmaları önce İstanbul’da sonra da Diyarbakır’da yürütmeye başladık. İstanbul’da sokakta çalışan çocukların artmasının ana nedeni 90’larda Güneydoğu’da köy boşaltmalar ile bu köylerdeki nüfusun yerinden edilmesiydi.
Diyarbakır’da da İstanbul’da olduğu gibi göç yığılması yaşanmıştı. Gölcük depreminin ikinci yıldönümünde, Değirmendere belediye başkanıyla birlikte Diyarbakır’da sanat atölyelerine katılan çocukların Değirmendere’ye gelip, oradaki çocuklarla birlikte resim yapmaları etkinliğini organize etmiştik. Sonra Diyarbakır’ın Sur ilçesinde belediye ile birlikte bölgedeki ilk çocuk şenliğini düzenledik. Deprem çalışmalarından edindiğimiz deneyimi insan eliyle meydana gelmiş afetlerin toplum dokusunda yarattığı hasarları bir nebze hafifletmek için değerlendirmeye çalıştık.
“6 Şubat çok farklı bir siyasi ortamda gerçekleşti”
Gölcük, Düzce ve Van ile 6 Şubat Maraş depremleri sonrası örgütlenen dayanışma ağını artıları ve eksileri ile nasıl değerlendirirsiniz?
Söylediğim gibi, Gölcük depremi sonrası gerçekleştirilen çalışmalar birçok açıdan bir ilk teşkil ediyordu. Gösterilen dayanışmanın önemli bir etkisi olduğuna, bu deneyimin sivil toplum hareketini güçlendirdiğine inanıyorum. 1999’un demokratikleşme dinamiğinin yaşandığı bir dönem olması, siyasi aktörlerle daha olumlu ilişkilerin kurulmasına, Avrupa’dan sivil kuruluşlarla işbirliklerinin gelişmesine imkân verdi.
6 Şubat depremi ise çok farklı bir siyasi ortamda gerçekleşti. Toplumdaki kutuplaşma ve iktidarın kutuplaştırıcı bir siyaset izliyor olması, devlet kurumlarıyla ortak çalışmaların yürütülmesi ve sivil toplum kuruluşları arasında daha kapsayıcı işbirliklerinin kurulması önünde engel teşkil ediyor. Buna rağmen son derece etkileyici bir dayanışma seferberliğinin yaşandığını izliyorum.
“İlk yardımdan sonra sivil toplumun rolü kritik hale geliyor”
1999 ve 2011 deneyimlerinizden benzer kriz anlarında sivil toplumun önemi için neler söylemek istersiniz?
Büyük depremlerde, aslında uzman devlet kurumları, eğitimli askeri birimler tarafından yürütülmesi gereken kurtarma, çadır ve gıda tedarikinde sivil kuruluşların da katkılarına ihtiyaç oluyor. Kanaatimce, acil yardım safhasından sonra sivil toplumun rolü daha kritik bir hale geliyor.
Naomi Klein’in vurguladığı gibi, afetler, şok etkisi yaratan olağanüstü durumlar, toplumların anti demokratik uygulamalara karşı tepkisiz kalmalarına yol açabilir. Ama bu tek olası sonuç değil. Deprem sonrası gelişen dayanışma hareketi yurttaşların güven kazanmalarına, eşit yurttaşlık anlayışının, ortak değerlerin güçlenmesine de katkıda bulunabilir. Depremin etkilerinin bu yönde olması, siyasi aktörlerin dönüştürücü güçlerinin yanı sıra sivil toplum kuruluşlarının aktivizmine, onların böyle bir misyonu üstlenmelerine de bağlı.
Ülkemizde olduğu gibi kutuplaşmanın yaşandığı bir ortamda, sivil toplum kuruluşlarının, sadece kendi üyelerinin değil, farklı kesimlerin sorunlarına da duyarlılık göstermelerinin, hem birbirleriyle hem farklı toplumsal kesimlerle diyaloglarını geliştirmelerinin hayati önemde olduğunu düşünüyorum.
Deprem bölgesinde, felaketi yaşamış olanlarla yüz yüze yapılan çalışmalar, bu yönde deneyim kazanılması, empati yeteneğinin geliştirilmesi için bir fırsat olarak da değerlendirilebilir. Yardım etme refleksinin ötesine evrilebilen bir dayanışma hareketi, farklılıklara rağmen ortak değerleri paylaşan, birbirleriyle eşit yurttaşlar olarak ilişki kurabilen bir toplum olma özlemini canlandırabilir.
“Can güvenliği devletin birincil görevi”
Bundan sonra hazırlıklı olmak açısından sizce neler yapılabilir?
Deprem çalışmaları konusunda deneyimi olan ve bu konuda çalışmak isteyen kuruluşların kendi aralarında iletişimi güçlendirmeleri, bilgi ve deneyimlerini paylaşmalarının önemli olduğunu düşünüyorum.
Yerel idarelerle işbirliği halinde kent konseylerinde ortak eylem programları hazırlanabilir. Yerel idarelerle birlikte çalışma onların da daha hazırlıklı olmasına katkı sağlar. Ancak, kanaatimce bunlar kadar önemli olan, depreme hazırlığın, depreme karşı yurttaşların can güvenliğini korumanın devletin birincil görevi olduğunun, sivil toplum tarafından sürekli olarak hatırlatılması, vurgulanması.
Deprem sırasında ve sonrasında sivil toplum kuruluşlarının, yerel idarelerin çalışmalarını desteklemek ve koordine etmek, bu anlayışa, kapasiteye sahip bir kurumu oluşturmak da devletin görevleri arasındadır. Depreme karşı yurttaşlarını korumayan bir devlet, devleti yöneten otorite, asli yükümlülüklerinden en önemlisini yerine getiremiyor demektir.