Tarihçi ve jeopolitik uzmanı yazar Nora Şeni’nin, radargazete.com’da “Fransız Medyasında Türkiye Konusunun Semantik Değişimi: ‘Otoriter Sürükleniş’ten ‘Kaçınılmaz Ülke’ye” başlıklı bir yazısı yayımlandı. Şeni ile makalesinde kullandığı “otoriter sürükleniş” kavramından yola çıkıp, Türkiye’de yaşanan son gelişmelerin Fransa ve Avrupa kamuoyunda nasıl algılandığına uzanan bir söyleşi yaptık.
2008-2012 arasında Fransız Anadolu Araştırmaları Enstitüsü’nün direktörlüğünü yapan Prof. Dr. Nora Şeni, halen Paris 8 Üniversitesi Jeopolitik Enstitüsü’nde dersler veriyor. Şeni’nin son araştırma makalesi “La Libye, tête de pont de la Turquie en Afrique” (Libya, Türkiye’nin Afrika’ya doğru köprü başı) Politique Internationale, no.174 (2022) başlığını taşıyor.
“Fransız Medyasında Türkiye Konusunun Semantik Değişimi: ‘Otoriter Sürükleniş’ten ‘Kaçınılmaz Ülke’ye” başlıklı yazınızda, 2009’dan itibaren Fransız anaakım medyasında Türkiye’deki siyasal gelişmelerle ilgili olarak, ‘otoriter sürükleniş’ kavramının sıklıkla kullanılmaya başladığını, 2010 sonrasında ise bunun artarak sürdüğünü belirtiyorsunuz. 2009’da neler oldu da ‘otoriter sürükleniş’ kavramı Fransız medyasında kullanılmaya başladı?
2009’da hem Avrupa Birliği’nin hem de Türkiye’nin, AB-Türkiye ilişkilerine dair doktrinleri değişti. O yıl dönemin Almanya Şansölyesi Angela Merkel ve dönemin Fransa Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik yolunu bir şekilde kapattılar. Bunu da hayli kaba bir şekilde yaptıklarını söyleyebilirim. Özellikle Sarkozy’nin, “Türkiye Avrupalı bir ülke olsaydı şimdiye kadar bilinirdi…” mealindeki sözleri oldukça küçümseyici idi. Merkel de AB yolunun ucunda üyelik olmayacağını Türkiye’nin kavraması gerektiğini söylemişti. O güne kadar AB ve Türkiye arasında, daha doğrusu Jacques Chirac, Gerhard Schröder ve Türk tarafı arasında bir sessiz anlaşma vardı; üyelik prosedürünün neticesinden çok, üyeliğe hazırlığın, AB müktesebatına uymak için yapılacak reformların yararı önemliydi Türkiye için. Bu prosedür yıllar sürecekti, sonuna gelindiğinde ise Allah kerimdi. Ancak Sarkozy ve Merkel bu konsensüsü çiğneyerek karşı bir tavır aldılar. Bu tavırdan sonra AB sürecini kendisini orduya karşı korumak için de kullanan AKP iktidarı AB’ye karşı tavrını değiştirdi, yeni bir doktrin benimsedi, “komşularla sıfır sorun” politikasını. Bu doktrin çerçevesinde de başta Ortadoğu’daki sınır komşuları olmak üzere Ortadoğu ülkelerinin geneliyle ekonomik ve politik ilişkilerin geliştirilmesi hedeflendi. Bu doğrultuda toplumun alttan İslamlaştırılması hızlandı, orta ve lise eğitim programları değişti, dini eğitim veren okullar çoğaldı ve onlara kız erkek ayrımı getirildi. Kentin ise bir Müslüman kent olarak varolması istendi, sanki Riyad’dan bakıldığında bu ne biçim müslüman şehri denmesi engelleniyordu. Bu süreç, Ortadoğu’ya yakınlaşmaya paralel olarak yürüdü. Almanya ve Fransa ise Fas, Tunus, Mısır, Türkiye’nin katılımıyla bir Akdeniz Ülkeleri Birliği projesi attılar ortaya. Türkiye’ye sunulan yem, bu birlik içinde lider ülke olacağı idi. Ankara Sarkozy’nin bu senaryosuna yanaşmayınca proje çok çabuk terk edildi. 2010’a varıldığında Erdoğan yönetiminin otoriter damarı, medya eleştirisine tahammülsüzlüğü, baskısı iyice ortaya çıkmıştı. Başkanlık rejimine doğru yol almaya bu sıralarda başlandı. Nitekim Konya’da bir hastane açılış merasiminde Erdoğan “sizler için daha çok şey yapmak, daha fazla hizmet getirmek istiyoruz, ama gelin görün ki kuvvetler ayrılığı diye bir şey var daha fazlasını yapamıyoruz bu yüzden” minvalinde bir konuşma yaptı. Basın, medya bunun karşısında şaşırtıcı derecede sessiz kaldı. Rejimin otoriter-baskıcı niteliği 15 Temmuz 2016’dan sonra iyice arttı. Bu süreçte Avrupa dışişleri bakanlıklarının Türkiye’ye yönelik tutumu sertleşmedi, aksine Recep Tayyip Erdoğan’ın “hassasiyet”ini incitmemeye Sarkozy-Merkel zamanında olduğundan çok daha fazla özen gösterildi. Tanık oldukları rejim sertleşmesinin bir yerlere doğru evrildiğini görüyorlardı. Gördüklerini “otoriter sürükleniş” sözcükleriyle ifade etmeyi uygun buldular. Bu ifade pek suya sabuna dokunmuyordu, otoriter deyince totaliter demekten kurtuluyordunuz, seçimleri vardı bu ülkenin, totaliterin tam tanımına uymuyordu. Totaliter rejimlerin otuzlu yıllarda seçimle iktidara gelmiş oldukları hesaba katılmıyordu. Ayrıca “sürükleniş” (dérive) kelimesinin Fransızcada bir yan anlamı vardır, sürüklenen şeyin bir yere varacağı, bir engele çarpacağı iması taşır. Dolayısıyla bu sözler yıllar boyu kullanılınca absürt bir durum ortaya çıkıyor, sürüklene sürüklene bir yere gelip çarpmadı mı halâ diye düşündürüyor, bir engel çıkmadı mı karşısına onu durduran?
Yazınızda da belirttiğiniz gibi, 1 Kasım 2015 seçimlerinden önce AB ile Türkiye arasında imzalanan göçmen anlaşması da Avrupa’da Türkiye’deki gelişmelere karşı ölçülü bir dil kullanılmasının bir nedeni. Son dönemde yine yazınızda belirttiğiniz gibi Ukrayna-Rusya Savaşı ve Erdoğan-Putin ilişkileri de AB’nin Türkiye’ye karşı tutumunda belirleyici bir rol oynadı. Bir başka deyişle, uluslararası konjonktür AB’nin Türkiye’deki otoriterleşmeye karşı tavır almasını engelledi diyebilir miyiz?
Şunu unutmamak gerekir, Recep Tayyip Erdoğan, bir siyasetçi olarak tuttuğu çizgiden aniden 180 derece dönüş yapabilen bir lider. Donald Trump’ın ABD başkanlığı sırasında başta Avrupa olmak üzere Batı’yla ittifaklarının getirdiği mecburiyetleri önemsemediğini belirtirken, Biden’ın başkan olma ihtimali ortaya çıkınca tamamen tavır değiştirdi. Trump döneminde Fransa Cumhurbaşkanı Macron’a “beyin özürlü”, Merkel’e ise Nazi diyen Erdoğan, Biden’ın ABD başkanı olma olasılığı belirir belirmez “Türkiye’nin geleceği Avrupa’dadır” şeklinde bir açıklama yaptı.
Şimdi gelelim Fransa’da anaakım medya dilinde Türkiye konusuna yapışmış sözcüklerin, nasıl “otoriter sürüklenişten” “vazgeçilmez ülkeye” dönüştüğüne. 2021’e gelindiğinde Erdoğan Avrupa kamusal alanında negatif imajı olan, Türkiye’yi, ekonomi alanı başta olmak üzere, felakete sürükleyebilecek bir karakter olarak temsil ediliyor. Ancak gelin görün ki Rusya Ukrayna’yı işgal ediyor ve bu sahnede Türkiye’ye Batı dünyasının bir kahramanı rolü atfediliyor. Zira Ankara bir yıl evvel Ukrayna’ya seksen insansız uçak ihraç etmişti. Ukrayna onu işgale gelen Rus tanklarını o uçaklardan yararlanarak büyük kayıplara gark etti. Savaş başladıktan sonra birkaç gün gecikmeyle de olsa Boğazlar’ın savaş gemilerine kapatılmış olması da bir başka gösterge. Rusya-Ukrayna Savaşı’nda aldığı tutum Türkiye’nin hâlâ Batı kampında olduğunun ifadesi olarak da algılandı. Bu savaş Türkiye’nin “büyükler masasında” var olmasını sağladı, Erdoğan’ın en büyük isteklerinden “yerel güç olma” (puissance régionale) iradesine uygun olarak. Ankara’nın Ukrayna ve Rusya arasında arabulucu olma rolünü yüklenmesi, tahıl krizinin çözümü için aktif ve olumlu rol oynaması bu iradenin yansımaları. AB’nin Türkiye’deki otoriterleşmeye karşı tavır almasını engelleyen en önemli faktör siyasetçilerin ülkeleri için kısa dönem çıkarlarından ötesini düşünmemeleri. Avrupa’nın sınırında demokratik olmayan otoriter bir Türkiye oluşumunun AB ülkeleri için zaman içinde neye mâl olacağını hesaplamak istememeleri. Demokrasi eksikliği sâri bir hastalık gibi. Nitekim Türkiye yalnızca İsveç’in NATO’ya girmesine engel olmakla kalmadı, İsveç içinde de gerginlik yarattı, gayri demokratik kararlar alınmasının eşiğine gelindi.
ABD’deki yönetim değişikliğinin Türkiye’nin AB’ye yönelik tutumunda değişikliğe neden olmasını biraz daha açar mısınız?
Bu sadece Türkiye için geçerli değil. AB için de aynı şey söz konusu. AB liderleri de Türkiye’ye yönelik tutumlarını netleştirmek için ABD seçimlerinin sonuçlanmasını beklediler. ABD seçimlerinden önce AB liderleri bunu açıkça ifade ediyorlardı zaten. Biden’ın gelmesiyle ve ABD dış politikasının değişmesiyle AB Türkiye’ye karşı tavrını muhtemelen sertleştirecekti ki Ukrayna-Rusya savaşı çıktı.
Erdoğan-Putin ilişkilerini nasıl okumak gerekiyor?
Şuna dikkatinizi çekerim: Türkiye ile Rusya, Suriye’de, Libya’da, Karabağ topraklarında karşı karşıyalar. Buna rağmen ilişkilerini bozmuyorlar. Bu aslında sadece Türkiye ve Rusya’ya özgü bir durum değil. Uluslararası alanda, yeni dönemde, güçlü bir eğilim şu: müttefikler arası uzun dönem anlaşmalara dayanan ilişkilerin yerini konjonktüre göre değişebilen, noktasal iş birlikleri alıyor.
Peki o zaman bu yeni dönemde Türkiye’nin NATO üyeliğinin anlamı nedir?
Yazımda da belirttiğim gibi NATO’yu oluşturan ülkeler için en başta coğrafi konumundan dolayı Türkiye “vazgeçilmez ülke”dir.
Türkiye, çok kısa bir süre sonra, büyük ihtimalle 14 Mayıs’ta seçime gidiyor. Avrupa’da, özellikle Fransa’da Türkiye’deki seçimlerle ilgili beklenti nedir?
Fransa’da basında ve kamuoyunda bu seçimin Türkiye’de demokrasiye doğru dönüşüm için son seçim olabileceği endişesi hâkim. Türkiye karşıtlığı değil ama Erdoğan karşıtlığı anaakım medyanın hem solunda hem de sağında hayli güçlü. Kamuoyundaki genel hava da böyle. Öte yandan Türkiye’deki rejimin daha katı bir otoriter rejime dönüşmesinin Avrupa’daki dengeleri uzun vadede nasıl etkileyeceği konusunda kimse çok fazla düşünmüyor. Fransa’da ve Avrupa kamuoyunun genelinde Erdoğan’a yönelik net bir tepki var. Kürt meselesi konusunda Erdoğan’ın tavrı, özellikle Kuzey Suriye’deki Kürt varlığına karşı tutumu da bu tepkiyi besliyor.
Erdoğan’ın yeniden seçilmesi Türkiye-AB ilişkilerini nasıl etkiler?
Biraz önce de belirttiğim gibi Erdoğan çok hızlı manevra, pozisyon ve yol, strateji değiştirebilen bir siyasi lider. İktidarda kalabilmek için yapmayacağı yok gibi. Avrupa kamuoyunda da bu biliniyor. Öte yandan Avrupa için şu anda en önemli gündem maddesi, Ukrayna-Rusya savaşı. Bu savaşın geleceğiyle ilgili de şu anda belirsizlik hâkim. Bu savaşın ne kadar süreceği bilinmiyor. Dolayısıyla Erdoğan gibi bir liderin gelecekte tavrının ne olacağını bugünden kimse kestiremiyor. Öte yandan Putin Erdoğan’ın seçimde en etkili desteği. Bunu bilmek lazım.
Peki, Erdoğan karşıtı muhalefete yönelik nasıl bir tutum söz konusu Fransa kamuoyunda ve medyasında?
O konuda herhangi bir yorum bulmak çok zor. Sanıyorum Altılı Masa da biraz suni, kırılgan bir oluşum gibi algılanıyor.