Ana SayfaANALİZLERRÖPORTAJ | “Ali Kemal’in ortaya koyduğu geniş ve özgürlükçü bakış açısının bugün...

RÖPORTAJ | “Ali Kemal’in ortaya koyduğu geniş ve özgürlükçü bakış açısının bugün dahi aşılabildiğini söylemek zor”

Yakın tarihimizin en tartışmalı figürlerinden Ali Kemal’in gazete yazılarının bir bölümünden oluşan ‘Sabah Yazıları: (17 Ekim 1918 – 4 Mart 1919) başlıklı kitap ISIS Yayınları’ndan çıktı. Çalışmada, kitabı yayına hazırlayan Muharrem Varol’un geniş bir değerlendirme yazısı da yer alıyor. Varol’la, 6 Kasım 1922’de İzmit’te bugün hâlâ tam olarak açıklığa kavuşturulamamış bir cinayete kurban giden Ali Kemal hakkında konuştuk: “Ne yazık ki hayatının son on yılı ve ölümünden sonraki on yıllarda Ali Kemal hakkında oluşmuş ya da oluşturulmuş kötü şöhretli imaj, yazıların kıymetini ve kendisinin entelektüel yönünü gölgelemişe benziyor.”

Ali Kemal deyince Türkiye’de genellikle akıllara bir “İttihatçı muhalifi” ve bir “Milli Mücadele muhalifi” geliyor. Bunlar Ali Kemal’i anlamak için yeterli mi? Kendisi hakkında çalışan bir sosyal bilimci olarak Ali Kemal’i siz nasıl tanımlıyorsunuz? 

Sorunuzda geçtiği üzere, bu karşıt duruşu onun en bariz vasfı haline gelmiş gibi görünüyor. Halbuki bu tanımlama Ali Kemal’i değerlendirmek için yeterli değildir. Hayatının son yirmi beş yıllık diliminde Paris’teki Jön Türk hareketi içinde bulunması ve burada daha sonra İttihat ve Terakki ekibinin çatısını oluşturacak kadro ile iyi geçinememesi, hocası Mizancı Murad’ı desteklemesi, bir müddet sonra II. Abdülhamid rejiminin yanında yer alması gibi hususlar daha sonraki İttihatçı karşıtlığını beslediği gibi İttihatçıların da ona karşı yaklaşımını pekiştirmiştir. Milli Mücadele’yi gerçekleştiren ekibin de İttihatçıların devamı olduğuna inandığı ve bu yönde bir muhalefet geliştirdiği için bu niteleme pekişmiştir. Hatta, ona değişik lakaplar da takılmıştır. Fakat bu siyasi niteleme Ali Kemal’i bir bütün olarak göstermekten uzaktır. 

Çankırı Kalfat köyünden gelen Mumcular esnafı Ahmed Efendi’nin oğlu Ali Kemal, Süleymaniye’de bir konakta yetişir. Yeterince değerlendirildiğini düşünmediğim o önemli hatıratında (Ömrüm) bu çocukluk yıllarını, babasının ve annesinin üzerindeki tesirini çok güzel yansıtır. 

Mülkiye Mektebi’nde okumaya başlamasını, Namık Kemal’e olan hayranlığını, özellikle Cağaloğlu’ndaki kitapçı ve yayıncı dünyası içerisinde geçen gençlik yıllarında Muallim Naci’yi benimsemesini ve idealist bir genç olarak “istibdat” karşıtlığı ile Halep taraflarına sürgüne gönderilmiş olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Paris’teki öğrencilik yıllarında İkdam muhabirliği ile üne kavuşmasının ardından yayın çevrelerinin aşina olduğu biri haline gelen Ali Kemal’in yazıları, kitapları, monografileri ve tematik konuları içeren etütleri bir bütün halinde incelendiği zaman Osmanlı toplumunun kültür dünyasına ciddi bir katkıda bulunmuş gayet velüt bir münevverle, muharrirle, yazarla karşı karşıya kaldığımızı göreceğiz. Bilhassa tarih ve edebiyat sahasında kaleme aldığı yazılar, önemli yazarları bir araya getirdiği mecmualar Türk edebiyatı, tarihi ve kültürü adına çok önemli işlerdir. Arapça ve Farsçası ile Şark’ı tanıyan Ali Kemal, tefsir denemesi yazacak kadar din ilimleri üzerine çalışmalar yapmıştır, hatta ahlak üzerine bir kitabı dahi vardır. Bunun ötesinde Avrupa eğitim kurumlarında ayrı bir disiplin kazanarak Batı dünyasını, kültürünü, maarifini ve dünya görüşünü kavradığı da görülebilir. Doğu ve Batı’yı telif etmeye çalışan, ikisini bir potada eritme gayretinde bir Osmanlı aydınıdır Ali Kemal; Osmanlı geleneksel dünyasını reddetmez, Osmanlı tarihine ve siyasi pratiğine yönelik sağlam ve yerinde eleştirileri vardır, buna rağmen Şark’ın Batı’ya açılan ve hiç kapanmaması gereken süslü, müzeyyen ve mutantan bir pencere olarak, Avrupa’nın Osmanlı kimliğini, toprağını ve harsını tanıması taraftarıdır. Dolayısıyla, bilhassa 1918-22 arasında giriştiği agresif yayın politikası ve sivri diliyle Ali Kemal’i tanımaya çalışmak daha baştan onu, eski ifadeyle söyleyelim, ademe (yokluğa) mahkûm etmek demektir. Kanaatimce mevcut ve hâkim bakış açısıyla biraz oynamak lazım. Ne Ali Kemal’i göklere çıkarmak veya iade-i itibar etmek gibi bir yaklaşım ne de onu daha baştan ihanet batağına gömmek gibi bir niyetim var! Sosyal bilimler perspektifi ya da sosyal disiplinlerin metodolojisiyle bakmak, siyasi ve ideolojik bukağılardan kurtulmayı gerektirir. Önce araştırmaya nesne olan kişinin nerede ve hangi şartlarda ne söylediğini, muhataplarının ona ne şekilde ve hangi saiklerle cevap verdiğini görmek ve her şeyden önce tarihsel bağlamı içerisinde nerede ve nasıl durduğuna bakmak lazım. A priori bazı ön kabullerle hareket etmek ve bunu doğrulamak için çabucak neticeye ulaşacak bazı verileri ortaya koymak, daha baştan itibaren perspektif ve yaklaşım problemi getirir. İttihatçı-sever ya da latifeyle söyleyelim İttihatçı-savar bakış açıları bu tür konularda sağlıklı sonuç üretmez. Öncelikle anlamaya çalışmak, ama ondan önce de ne dediğine bakmak lazım. Bizdeki meşhur vecizeyi burada kullanmak, bilemiyorum doğru olur mu; “Vur, fakat dinle!”. Bu aslında yakın dönem tarih çalışmalarına yönelik daha genel bir usul ve metodoloji sorunudur. Ali Kemal vakası da bu usulsüzlüğün vusulsüz bir klişesi olarak karşımızda duruyor. Sahih verilere istinat eden, dayanan yeni bakış açılarına ihtiyaç var. 

Ayhan Aktar’ın kitap hakkında K24’te yayımlanan ‘Ocak ve Ocaklılar’ başlıklı yazısında dikkat çektiği Ali Kemal’in bazı ifadeleri ile günümüzde Türkiye’deki siyasi tablo arasında bağ kurmak, Aktar’ın da belirttiği gibi çok mümkün görünüyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Henüz kitabı okumayanlar için bu alıntıya burada da yer verelim:

“İttihat ve Terakki, 1908 devriminden sonraki şekliyle, endişeleriyle, emelleriyle artık bir cemiyet değil, hatta bir fırka bile değil, bir ocak idi. Ocak nedir? Şark’ta hepimiz biliriz, biz Şarklılar siyasi örgütlerden, siyasi partilerden, oldukça bir süsleme görmeyince anlayamayız, fakat ocağı derhal kavrarız. Yeniçeriler bir ocak idi. Daha evvel Celâlîler bile bir ocak sayılırdı… Partiden, cemiyetten, ocağın farkı şudur ki bir ocaklı ocağın çıkarı üstünde vatanı olsun, hatta dini olsun, ne olursa olsun, [daha yüksek bir] çıkar bilmez, ocak reisinin emrine körü körüne itaati adeta farz bilir. Reis cahil olmuş, Genel Merkez cahilane işler görmüş, devleti batırmış, milleti mahvetmiş, ocaklı oraları düşünmez, düşünse de içini çeker, ah eder, of eyler, fakat yine ocaktan ayrılamaz, ocağa hizmetten, boyun eğmekten vazgeçmez. Ocaklılar senelerden beri var kuvvetleriyle İttihat ve Terakki’nin bu topraklarda yaptıklarından sual edilmez bir hâkim olmasına çalıştılar ve başarılı oldular, ocağın her hatasını affolunmuş, her cinayetini mazur gördüler, [Gazeteci] Hasan Fehmilerin, Samimlerin, Zekilerin o vahşice öldürülmeleri, bütün o cinayetler ocaklılarda ocağa karşı ufak bir kırılma ve gücenmeye bile sebep olmadı… Genel Merkeze de öyle en âlimler, en erdemli, en düşünürler değil, Talat gibi, Kara Kemal gibi, Nazım gibi, Baha[eddin] Şakir gibi pek kaba, pek saba olsalar da ocak gayretiyle en çok sivrilenler geçtiler, ılımlı olanlar, makuller bir dereceye kadar gölgede kaldılar. İşte İttihat ve Terakki ocağı bu ‘mübarek ellere’ düştüğü, bu baskı düzeyine yükseldiği zaman haline, idrakine göre büyük işler görmek, ocaklılarını mesut, zengin kılmak istedi… O keyfi icraatında dilediği gibi devam edebilmek emeliyle Almanya’dan tarafa savaşa karıştı, artık ondan sonra öyle çılgıncasına hareketler etti, öyle cinayetler işledi, gerek üyeler ve gerek yöneticiler itibarıyla öyle yolsuzluklarda, utanç dolu davranışlarda bulundu ki ocaklılarda harikulade bir ocak gayreti olmasaydı, İttihat ve Terakki bin kere devrilirdi, fakat o gayret nedeniyle bütün üyeler gerek başlıca elebaşların, gerek Genel Merkez’in cinayetlerini bile hoş görebiliyordu, doğruyu söylemek lazım ise çoğunlukla şahsen de bu durumdan yararlandıkları için ses çıkarmıyorlardı. Zaten, arz ettiğimiz gibi, ocak gayreti, ocak muhabbeti vatan, memleket endişelerinin üzerinde idi.”

Doğrusu, bendeniz, siyasi aktüaliteden bağımsız bir şekilde konuşmak ve yazmak taraftarıyım. Aksi takdirde çalıştığım konuya yönelik yukarıda işaret ettiğim değerlendirme zaafının yeniden oluşacağı kanaatindeyim. Olgular, ilkeler ve prensipler açısından Ayhan Aktar Hoca’nın işaret ettiği ve alıntıladığı kısım gibi derlemede daha pek çok yazı görülebilir. Ali Kemal’in söylemeye çalıştığı şey ideal bir devlet yönetimi için gerekli olan unsurların kaybolmuş olduğudur. Meclisin işlevsiz hale gelmesi, muhalefete hayat hakkı tanınmaması, hukukun yap boz tahtasına döndürülmesi, basının sesinin kısılması gibi cebir ve zora dayalı bir yönetim anlayışının 20. yüzyılın ilk çeyreğinde artık olmaması gerektiği temennisidir, inancıdır. Bu sebeple İttihatçıları bir fırka ya da parti olarak görmekten çok, onların teşkilat merkezinin güç ve kuvvet ile hareket eden bir ocak asabiyesiyle toplumsal mühendislik yapmış olduğunu öne sürer. Bu bir çeşit çeteciliktir. Her ne kadar Ali Kemal bir İttihatçı karşıtı ve müzmin bir muhalif olsa da ve bu durum, değerlendirmelerinin mutlak olarak kabul edilmesi önünde bir engel taşısa da 1908-1918 arasında cereyan eden siyasi gelişmeleri; örneğin gazetecilerin katli, seçimler, Mahmud Şevket Paşa suikastı ve sonrasında yaşananlar, Bâbıâli Baskını, Cemal Paşa’nın Araplara uyguladığı baskı siyaseti gibi hadiseler değerlendirildiğinde yukarıda işaret ettiği saptamaların isabetsiz olduğu da söylenemez. Ali Kemal’in bu anlamda ortaya koyduğu geniş ve özgürlükçü bakış açısının da bugün dahi pratikte aşılabildiğini söylemek zor görünüyor.

Ali Kemal Osmanlılar özelinde istibdat ve meşrutiyet rejimlerinin, devletin adil yönetim ve “devlet ana” anlayışını neden iptal ettiğini anlamaya çalışır ve vekayinamelerden hareketle bunun toplumsal ve tarihsel kökenlerine işaret eder. Siyasi içtihatların birbirinin tam tersi olan partilerin serbestçe mevcut olması, basına özgürlük tanınması ve fertlerin düşüncelerini özgürce ve güven içerisinde dile getirmesi gerektiği hususlarının altını çizer, çağdaş Avrupa siyasetinden örnekler getirir ve “Şark”ın sosyo-kültürel ve siyasi geleneğinde aşılamayan bazı handikapları vurgular. Zümre çıkarlarının çok üstünde tüm tebaasını ve unsurlarını emniyet altına almaya çalışan, refah ve huzur sunmaya gayret eden bir devlet nizamının kurulması gerektiğini söyler. Bu bağlamda dile getirdiği eleştirilerin, yapmış olduğu yorumların dikkate alınması gerekir. Ne yazık ki hayatının son on yılı ve ölümünden sonraki on yıllarda Ali Kemal hakkında oluşmuş ya da oluşturulmuş kötü şöhretli imaj, yazıların kıymetini ve kendisinin entelektüel yönünü gölgelemişe benziyor. 

Ali Kemal’in İttihatçılara yönelik eleştirilerinde yolsuzluk, istibdat gibi konuların yanı sıra gayrimüslimlere yönelik tutum ve özelikle 1915’te çıkartılan ‘Tehcir Kanunu’ sonrasında Ermenilere yönelik katliamlar da önemli yer tutuyor. Bazı tarihçiler Ali Kemal’in öldürülmesinde bunun önemli payının olduğunu, 1915’te yaşananlardan sorumlu olanların Ali Kemal’in bu konuyla ilgili yazdıklarından ve bildiklerinden rahatsız olduklarını belirtiyorlar. Buna katılıyor musunuz?

Ali Kemal’in İttihatçılara yönelik eleştirileri kanunsuzluk, cebir, şiddet, tedhiş, tehdit, tehcir, taktil, vurgun, yağma ve yolsuzluk gibi çeşitli konularda teksif eder. Aslında mülakata konu olan kitabın ilgilendiği zaman dilimi açısından (Ekim 1918-Mart 1919) katline yönelik bu soruya verilebilecek doğrudan bir cevap imkânı yok. 1922 sonuna kadar yazdığı yazıları topluca değerlendirip konuşmak daha doğrudur. Ancak, şimdiki okuduklarım açısından böyle bir değerlendirmenin ve sorudaki iddianın doğru olduğunu zannetmiyorum. Ali Kemal’in tehcir meselesi hakkında yazıp çizdiği şeyler, hatta haber tekniği açısından eleştirilmeyi hak eden bir takım yorum-haberleri dönemin İttihatçı ve milliyetçi çevrelerini elbette rahatsız etmiştir. Ancak, öldürülmesinin gerisindeki başat nedeni buna bağlamak yanlış olur, diye düşünüyorum. Kitap çerçevesinde tehcire dair düşünceleri açısından şu söylenebilir: Ali Kemal’e göre; İttihatçı “çete” savaş sırasında kantarın topuzunu kaçırmış ve sınır boylarındaki Ermenileri daha gerilere çekebilecekken bunun çok daha fazlasını, ötesini yapmış ve açık bir zulüm işlemiştir. Burada özellikle Türk halkını masum bulur ve İttihatçı yönetimle arasına kalın bir çizgi çizer. İttihatçı idare sadece Ermenilere değil bu anlamda Rumlara, Araplara, Arnavutlara da aynı şekilde baskı ve cebir kullanarak büyük yanlışlar yapmıştır. Mütareke sürecinde bu yanlıştan geri dönülmeli, asırlardan beri birlikte yaşayan bu halklara hakları iade edilmeli ve yeniden Osmanlı yönetimi altında güven ve emniyet içinde yaşamaları sağlanmalıdır. Bu unsurlar da yönetimde söz hakkı olmalı. Siyasetten ticarete kadar bir Osmanlı vatandaşı sıfatıyla temel haklarını hiçbir ayrıma tabi tutulmadan kullanabilmeliler. Burada Mütareke süreci, işgal güçlerinin mevcudiyeti ve kontrolü gibi unsurları da hesaba katarak Osmanlı Devleti’ni özerkliğini muhafaza edebilmesi için bu hususlarda acil çözüm geliştirmek gerektiğini vurgular. 

Ali Kemal ile ilgili geçmişten bugüne kadar gündemde olan suçlamalardan biri de Türklük ve İttihatçılık arasındaki ilişki üzerine yazdıklarıdır. Kitapta yaptığınız değerlendirmede siz de bu konuya değiniyorsunuz. Kitabı henüz okumamış okurlar için soruyorum. Ali Kemal’e yönelik “bütün Türkler İttihatçıdır” dediğine dair suçlamayla ilgili olarak ne düşünüyorsunuz?

Yukarıda da değindiğimiz gibi, Ali Kemal İttihatçılığın Türklüğü yansıtmadığı inancındadır. Ona göre “bu uğursuz hizip” (hizb-i meş’ûm) siyasi teşkilat açısından güçlü ve hatta kayda değer bir niceliğe dayansa da iktidarı gasp etmiş ve Türklerin devlet geleneğini işlevsiz hale getirmiştir. Masum Türk halkı onların bu işlediği zulümlerden, yanlış uygulamalardan sorumlu tutulamaz. Bu sebeple, İttihatçıların Türk ırkına mensup olup olmadığını bile satır aralarında sorgulamaya kalkar, hatta bazı imalarda bulunur. Onu çok iyi gözlemlemiş Yahya Kemal bile kaynak göstermeden, onun bir makalesinde, bütün Türklerin İttihatçı olduğunu yazdığını öne sürer. Halbuki kitapta görüleceği gibi Ali Kemal’in yapmış olduğu edebi bir istiare ve benzetme, bağlamından koparılmış ve daha o dönemde ona karşı yazılar yazan Celal Nuri, Yunus Nadi ve Ahmed Emin gibi yazarlar tarafından propaganda malzemesi olarak kullanılmıştır. Pek çok yerde ve ısrarla tam tersini söylemekte; bütün Türklerin İttihatçı olmadığının altını çizmektedir. Ali Kemal’in bu argümanı sonraları galip İtilaf devletlerine yönelik geliştirilmiş bir siyasi söylem haline de gelmiştir. 

Kitapta yer alan 17 Ekim 1918- 4 Mart 1919 dönemi yazılarında Ali Kemal’in yine en çok suçlandığı konulardan birine, İngiliz yanlısı olduğuna dair yazılar da yer alıyor. Dönemin şartları içinde Ali Kemal’i deyim yerindeyse “İngiliz muhibbi” olarak nitelemek ne ölçüde doğruluk taşıyor? 

Birinci Dünya Savaşı’nın kaybedildiği, İngiliz ve Fransız generallerinin mağlup Osmanlı başkenti İstanbul’a gelmeye başladığı, donanmalarının Dolmabahçe önüne demirlediği, her türlü ticareti, ulaşımı ve iletişimi tahdit eden deniz ablukasının konulduğu, ordunun terhis edilmeye başladığı koşullarda, bütün bu yıkımın müsebbipleri olarak gösterilen, en azından siyasi sorumluları olarak kabul edilecek olan İttihatçı tepe yönetiminin 2 Kasım 1918’de firar etmeleri Osmanlı memleketini büyük bir enkazla karşı karşıya getirmiştir. Harpten bu yana devam eden sosyal ve ekonomik krizin geldiği korkunç boyut ise artık kaçınılması zor bir çöküşü kapının eşiğine getirmiştir. Böyle bir atmosferde, devr-i sabıkta muhalif olarak görülen ya da İttihatçı olmadığı bilinen kadroların iş başına geçmesi de kaçınılmaz olmuştur. Dolayısıyla, diyardan gitmektense deveyi gütme derdine düşen bu kadronun anti-İttihatçı siyaseti göz önünde tutulduğunda Fransa ve İngiltere ile karşı karşıya gelmek istemeyeceği de çok tabiidir. Artık kılıç kınına girmiş ve diplomasinin yolu açılmıştır. Eski deyimle adavet yerine, muhadenet kapıları; yani, düşmanlık yerine dostluk kapıları açık tutulmuş ve bir asırlık Osmanlı dış siyasetinin vazgeçilmez ve kadim unsurları haline gelen bu güçlü ve galip devletlerle sözün, dayanışmanın, uzlaşmanın ve uyuşmanın yolları aranmaya başlanmıştır. Ali Kemal de bu devrede yazılarında bu anlayışı benimser. Doğrusu bu fikrinde ve tutumunda yalnız da değildir, karşıtlarının bile yazıları incelendiğinde benzer tavır alışlar rahatlıkla görülebilir. Örneğin, Wilson Prensipleri Cemiyeti’nin tam da bu dönemde kurulmasını hatırlamak lazım. Üyeleri arasında Ali Kemal de var, onunla kavga eden Celal Nuri, Yunus Nadi ve Ahmed Emin de var. Aslında bu cemiyet, sanki İngiliz ve Fransız güçlerine karşı bir denge unsuru olmak için kurulmuş gibidir. Hâsılı, bu şekilde İngiliz dostu, Fransız işbirlikçisi gibi negatif çağrışıma uygun sloganik cümlelerle bahse konu olguyu ya da şahısları değerlendirmek ilmi disiplinden ziyade kahvehane ağzıyla konuşmak demektir. Bir de bu kitapta çok değinmemekle beraber belki serinin diğer ciltlerinde işlemeyi düşündüğüm bir hususa da işaret etmek lazım. Dünya Savaşı’nın mağlubu diğer üç ülkedeki iç ve dış gelişmeleri de mukayese ederek bu tür olguları değerlendirmek bize daha sağlıklı bir bakış açısı kazandıracaktır. 

Bu, Ali Kemal üzerine uzun soluklu bir projenin ilk kitabı. Bu proje kapsamında bundan sonra hangi kitapları okuyacağız?

Müteakip ciltler devam edecek, bu sene içerisinde 1919’un ikinci yarısındaki Peyâm yazıları basılacak. Orada da benzer bir perspektif ve yöntemle ilerleyeceğiz, Ali Kemal’in yazıları, fıkraları, yorum haberleri, ilmi ve mizahi yazıları, karşıt ve destekleyici yazılar ile bir dönemin panoramasından orijinal ve sahih kareler aktarmaya çalışacağız. Böylelikle ayrıntılı çalışmaların bazı genel geçer ezberleri nasıl bozabildiği de – Sabah Yazıları’nda görüldüğü üzere – ortaya çıkmış olacak.  

- Advertisment -