Türkiye’nin Güneydoğu’su tarımın sıfır noktası olan Bereketli Hilal’in de uç noktası. Bugün tükettiğimiz tahılın yabani formu bu bölgelerde evcilleştirilip dünyaya yayıldı. Çünkü bu topraklar kışın yağış alan, yazın sıcak, arazi yapısı olarak düzlük ve aynı zamanda dünyanın önemli su kaynaklarının bulunduğu topraklar. Dicle ve Fırat, uçsuz bucaksız topraklar, bir bitkinin isteyebileceği her şeyi içeren muhteşem bir iklim.
Bu bölgede 12 bin yıl önce yaşayan topluluklar yabani formda bulunan tahıl, baklagiller, mercimek gibi bitkileri kültüre alarak, o tarihten bu yana yaşamın kesintisiz sürmesini sağlamışlar. Birlikte yaşamanın kaynağı olan tarım, ilk geçim kaynağı olmuş aynı zamanda.
Yüzyıllar sonra başka bir geçim kaynağı daha keşfedildi; sanayi.
Peşinen söyleyelim, günah keçisi aramıyoruz bu yazıda.
Sanayi Devrimi’nden bu yana 1,1 derece artmış hava sıcaklığının kendi tarımsal faaliyetlerimizdeki etkilerini aktaracağız sadece.
Burada kurban tarım sektörü ve çiftçiler, katil de enerji ve sanayi sektörü ile sanayiciler değil. Bu tartışmaları bırakıp, tahrip ettiğimiz dünyayı, dengesini değiştirdiğimiz iklimi daha fazla hırpalamadan iklim için yeni normal düzene nasıl uyum sağlayabiliriz, hem tarım hem de sanayi sektöründe devamlılığı nasıl sağlayabiliriz, buna odaklanmamız gerek.
Bizim 6-7 yıllık tecrübemiz, sahada olmamız, tarımsal üretim yapmamız, üreticilerle beraber çalışmamız hem iklim krizini birebir tecrübe etmemizi sağladı hem de gözlem yapma fırsatı verdi.
İlk önce şunu öğrendik; bildiğimiz tarım bilgileri artık geçerli değil. İklim krizi veya iklimin yeni normali ekim-dikim-hasat tarihlerini değiştirdi. Tarımsal üretimi, iklimin bize öğrettiği bu yeni bilgiyle yapmazsak, daha fazla su kaynağını kullanarak, daha fazla enerji harcayarak, kaynakları daha fazla tahrip ederek krizi derinleştirmiş oluruz, üstelik daha az tarımsal verim elde ederek.
Ne demek istediğimi mercimek üretimi yaparken edindiğimiz tecrübe ile detaylandırmak istiyorum. Bize öğretilen, mercimeğin tohum atma zamanının Ekim sonu, Kasım ortası olduğuydu. Zira genel olarak Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde Kasım ayının sonuna doğru yağmur başlar. Dolayısıyla toprakla buluşan mercimek tohumu ilk suyunu almış olur. Sonra Aralık ve Ocak ayında sert soğuklar başlar, tohum soğuktan çatlar ve artık gerisi Şubat itibariyle yağacak olan yağmurun işidir.
Ama artık bu bilgiler geçerli değil. Güneydoğu’da toprağı doyuracak yağmurlar en erken Aralık ayının sonuna doğru yağıyor. İklimin yeni normaline uymazsak Aralık ayının sonuna doğru yağacak yağmura kadar, ektiğimiz mercimeği sulamak için yer altı veya yer üstü su kaynağı kullanmamız gerekecek. Bu da iklim krizi döngüsüne derinleştirmek demek. Çünkü, suyun çıkarılması, taşınması, dağıtılması için enerji sarfiyatı gerek. Var olan enerji tarımsal faaliyetler için yeterli değil. Yeni enerji üretim alanlarının oluşturulması gerekir bu durumda. Çevreyi ve doğayı öncelemeyen enerji üretim sistemleri tarımsal faaliyetlerin devamlılığını kısmen sağlıyor ama kaçırdığımız bir şey var; her enerji üretim sistemi ekosistemi etkiliyor.
Bu cümleyi böyle kurunca pratikte karşılığı yok gibi geliyor ama durum ciddi; enerji üretim sisteminin kurulduğu yerde otun yapısı değişiyor. Otun yapısı değiştiği için de bölgenin hayvanları doymuyor, hayvanları doyurmak için hasat sonrası tarla bitkisi üretimi yapılıyor. Yonca ekmek gibi. Yonca için su, bunun için de yeniden enerji gerek. Yani; mercimeği sulamak için harcadığımız enerjiyi temin etmek için bozduğumuz ottan dolayı aç kalan hayvanları doyurmak için yeniden enerji temin edip yonca ekmek zoruna kalıyoruz.
Kısacası sadece tohum atma zamanını bile iklime uyum sağlayarak belirlersek hem su hem enerjiden tasarruf etmiş olacağız. Aksi takdirde kısır bir döngüde hem suyumuzu, hem toprağı hem de enerjimizi tüketerek üretmeye çalışacağız. Ne ürettiğimiz harcadığımız suya, toprağa, enerjiye değecek ne de gıda krizinin önüne geçebileceğiz.
2021 yılında bölgede yaşanan kuraklıktan en çok arılar zarar gördü. Zira çiçekler zamanında açmadı, erken açan çiçekler erken kurudu. Kimi yerlerde ise hiç çiçek açmadı. Ancak 2022’de başka bir iklim sorunu ile karşılaştık. Hakkari’nin Şemdinli ilçesinin Çatalca Köyü’nde bulunan arı kovanlarımızı aşırı sıcaktan dolayı Yüksekova’daki yaylalara çıkarma kararı aldık. Çünkü arıların çok sevdiği boğadikeni yüksek ve nispeten daha az sıcak yerlerde yetişir. Yüksekova’ya gidildiğinde şunu gördük, havalar beklenenin üzerinde soğuk, boğadikenleri açmamış. Çatalca Köyü ile Yüksekova arasında ortalama 40-50 km fark var ama iklim olarak ayrı mevsimler yaşanıyordu aynı zaman diliminde. Yüksekova’da arılarımız umduğunu bulamadığı için tekrar Çatalca Köyü’ne taşıdık onları.
İklim krizi tam olarak bu; aynı zaman diliminde aşırı hava olayları. Bir yer mevsimin üzerinde sıcakken diğer yer mevsimin üzerinde soğuk. Bir yerde kuraklık varken diğer yerde sel taşkınları oluyor. Bu iki anormal durumun sonucu bölgenin geçim kaynağı olan arıcılık büyük tehlike altında. Yaşadığım bölge için bu aşırı makası kapatmanın en kolay, en hızlı ve en az maliyetli yolu ağaçlandırma. Kışın sert soğuğa yazın sıcağa dayanıklı, bölgenin toprağı ve iklimi ile uyumlu ağaçlandırma yapılarak mevsim normalleri sağlanabilir. Şayet önlem alınmazsa, arıcılıkla geçinen bölge halkı, engebeli araziye sahip oldukları için tarım da yapamayacaklarından göç etmeye mecbur kalabilir. İklim krizinden dolayı göç edilmesi uzak bir gelecek değil bu yüzden.
Adıyaman, Şanlıurfa, Diyarbakır bölgesi yüzyıllardır kuru tarım ile tarımsal faaliyet yapan bir bölge. Dere ve nehre yakın olmayan tarımsal arazilerde kuru tarım ürünleri yetiştirilirdi. 90’lı yıllarda ciddi bir değişikliğe gidildi. Tarımsal faaliyetlerde yeni bir üretim tarzı olan sulu tarıma geçmek için barajlar yapıldı. Kategorik olarak barajlara, HES’lere ve diğer enerji üretim sistemlerine karşı değilim. Ancak tüm enerji sistemlerinin doğayla, toprakla uyumlu olması gerektiğini düşünüyorum.
Sulu tarım ürünlerini ekmek için daha fazla enerji üretmek gerekir. Daha fazla enerji için de daha fazla baraj yapmak. Bu döngünün iklim üzerinde çok ciddi etkisi oldu. Toprak yapısını değiştirdiğini yukarıda yazmıştık. Dolayısıyla hayvancılığı sekteye uğrattığını veya en iyi ihtimalle yem için dışa bağımlı yaptığını geçen 30 yılda tecrübe ettik. Ancak daha da önemlisi var, barajların en temel işlevi olan tarım arazilerinin sulanması bile tam manasıyla yerine getirilemedi. Bunun iki sebebi var; denetimsiz sulamaya göz yummak ve baraj sulama kanallarının yetersizliği nedeniyle suyun uzak mesafelerdeki tarım arazilerine ulaşamaması.
Barajlara giden kaynaklara bağlanan vahşi sulama boruları denetime tâbi değil. Baraja ve sulama kanallarına yakın tarım arazilerinde vahşi sulama iklim krizini derinleştiriliyor. Yani birikmiş suyu gereğinden fazla alıp, toprağa gereğinden fazla yüksek basınçlı su verip hem toprağı öldürüyoruz hem de suyu bitiriyoruz. Tüm bunları gündüz yapınca kullanılan suyun yarısı toprağın ihtiyacını sağlamadan buharlaşıyor. Sonuç; vahşi sulama ile, barajlardan tarıma aktarılırken suyun yarısı uçuyor.
İklimle beraber değişen bir şey daha var; kuru tarım ürünlerinin yapısı değişiyor. Bu çok ciddi bir mesele. En bildiğimiz kuru tarım ürünü olan buğdayın sapları artık daha kısa, bu ne demektir: Hayvanlar için saman artık daha az. Yani ektiğimiz ürünlerin atıkları (mercimek sapları, nohut sapları, buğday sapları, mısır sapları) artık hayvanlara yetmiyor. Hayvan yeminde dışa bağımlığının sebeplerini bu yüzden çok uzakta aramamamız gerek.
İklimle uyumlu bir tarım stratejisi belirlemediğimiz için geldiğimiz yer otları bitmiş büyük alanlar ve aç kalan hayvanlar. Tüm bu zararımızı karşılayabilecek bir mekanizma var elbette; denetim. Barajlardan çekilen suyu denetlemek, teşvik verdiğimiz arazilerde damla sulama denetimleri yapmak, toprağı sulama saati konusunda çiftçilerle anlaşma yapmak. Bu denetimi yapmadığımız için, iklimi değiştirip kepçeyle biriktirdiğimiz suyu kazanlarla harcadığımız için sulu tarım yapmakta da zorlanıyor çiftçiler. Yani; denetim mekanizması işler olmadığı için barajları büyük maliyetlerle yapıp dolduruyoruz ama gözümüzün önünde sularımız yok oluyor. Sulu tarıma geçiş stratejisi ile değiştirdiğimiz iklim, son yılların kuraklığıyla gördük ki; bize sadece 30 yıl dayanabildi. Su zengini topraklarımız yok ve barajlarımız tarımsal sulamaya yetmiyor. Çünkü iklimimiz sulu tarıma uygun değil. Bu bölge, başta yazdığımız gibi tarımın sıfır noktası ve yüzyıllar boyunca kuru tarımın anavatanı olmuş. Barajları gözden çıkarmayalım elbette ama sulu tarımla beraber kuru tarım ürünlerinin yeniden üretilmesi için acilen yeni bir tarım stratejisine ihtiyacımız var. Krize soktuğumuz iklimi belki düzeltmek çok zor ama tarımımızı aslına rücu ettirerek durdurabiliriz.
Tüm bunlarla beraber, tarım sektöründeki tecrübelerimizle söyleyebilirim ki; ümitsiz bir durumla karşı karşıya değiliz. Hâlâ dünyanın en verimli topraklarındayız, hâlâ kilerlerimizde anneannelerimizden kalma tohumlarımız var, hâlâ ağaçlandırma yaparak iklimde aşırılıkların önüne geçebiliriz, hâlâ bölgenin toprak ve iklim yapısına uygun tarım ürünleri yetiştirmeyi iyi planlarsak gıda krizinin önüne geçebiliriz.
Herhalde bunları okuduktan sonra iklim krizinin sadece bir grup entelektüelin, sivil toplumcunun, solcunun, elit insanın, İsveçli Greta Thunberg’in hüsnü kuruntusu, takıntısı, duyar kasması olduğunu artık düşünmüyorsunuzdur.
Güneydoğu’nun tarlalarından, ovalarından, dağlarından, yaylalarından bildiriyorum.
İklim krizi diye bir şey var, elle tutulur bir gerçek ve artık bu realiteyi kabul ederek tarım yapmalıyız.
_____________Şehadet Çitil. Diyarbakır merkezli tarım ürünleri markası Hevsel Bahçesi’nin kurucusu