Ana SayfaVİDEO HABERSolun Kültür Serüveni - 9 | Halil Berktay anlatıyor: Devrimseverlikten Marksizme

Solun Kültür Serüveni – 9 | Halil Berktay anlatıyor: Devrimseverlikten Marksizme

“Türkiye’de de ideolojik etkilenme, makro planda Marksizmden İttihatçılığa ve Kemalizme doğru aktı. Sosyalist sol, Kemalist önderliğin Millî Mücadele ve Cumhuriyet devrimi başarılarından çok etkilendi kuşkusuz. O gücün, o meşruiyetin, o modernizmin gölgesinde kaldı. Tek Parti’ye, demokrasi açısından kapsamlı bir itiraz platformu ve cephesi oluşturamadı. Ama bu, Kemalizmin siyasî etkisiydi, ideolojik etkisi değil. Atatürkçülüğün kuyruğuna takılmanın teorik gerekçelendirmesi, damarlarında akan asil Marksizm-Leninizm kanında zaten mevcuttu.”

İZLEMEK İÇİN

Fransız Devrimi siyaset ve düşünce alanına devrim fikrini soktu. Bundan böyle devrim hep bir olasılık haline geldi. 1640-1648 İngiliz İç Savaşı ve  1775-1783 Amerikan Bağımsızlık Savaşı yapmadı bunu. Fransız Devrimi yaptı. Bir yanda, düzeni devrimle değiştirmek isteyenler; diğer yanda, devrim istemeyenler ortaya çıktı. Artık bir normal, olağan siyaset vardı, yani gelişen hak ve özgürlüklerle birlikte sınırları giderek genişleyen parlamenter demokrasi. Bir de siyasetin böyle bir anormal yan pisti. Politika sahnesinin etrafındaki daha geniş kültür halkasında, devrimseverlik (revolutionism) ve devrimsevmezlik (anti-revolutionism) kuvvetle mevcuttu.

Devrimcilik ve karşı-devrimcilik demiyorum; öyle pratik karar ve eylemlerden değil, devrimseverlik deyince daha çok bir duygu ve düşünce halinden söz ediyorum. 1815 Viyana Kongresi sonrasının Restorasyon Avrupası (tabii entellektüel elitleri) böyle devrimseverlerle doluydu. Bir önceki devrimi, o büyük ve benzersiz heyecanı, yeryüzünde devlerin gezindiği o destansı kahramanlık çağını kaçırdıklarına hayıflanıyor; dolayısıyla bir sonrakini özlüyor, bekliyor, umuyor, hattâ gelmesine çalışıyorlardı — ki bu, hepsi değil ama bazıları için, devrimseverlikten devrimciliğe geçiş adımını oluşturuyordu.

Marx ve Engels de tam böyleydiler aslında; biraz, Stendhal’in Kırmızı ve Siyah’ındaki Julien Sorel gibi, Restorasyon Çağında boğulan ve bunalan genç aydınlardandılar. 20. yüzyılın (Sovyetlerde) Progress Publishers ve Foreign Languages Publishing House, ya da (İngiliz, Fransız, Amerikan komünist partileriyle bağlantılı) Lawrence and Wishart, Editions Sociales veya International Publishers basımı kanonik antolojilerinde, en yakışıklı fotoğrafları hep yanyana kondu ve altına “Proletaryanın Büyük Öğretmenleri” yazıldı. Ama doğrusunu isterseniz, başlangıçta pek bir ilgi ve ilişkileri yoktu o proletaryayla. İktisattan değil felsefeden geliyorlardı. Yeni Hegelciler veya Sol Hegelciler diye bilinen çevrelere mensuptular. Daha sonra Engels’in kullanacağı ifadelerle, Hegel’in “sistemi”ni (çağının Prusya monarşisini tarihin sonu gibi görmesi ve övmesini) reddediyor, buna karşılık “yöntemi”ni, yani diyalektik düşüncesini benimsiyor; Hegelci diyalektikten, sonsuz değişim ve tek bir büyük çelişmenin kendini adım adım açımlaması fikrinden, gene Hegel’in reddettiği devrimin kaçınılmazlığını çıkarsıyorlardı.

Ama hangi devrimdi bu? Nasıl bir devrimdi? Somut insanî düzeyde, kim yapacaktı? Niçin yapacaktı? Başlangıçta bilmiyorlardı; yalnız devrimseverlikleri vardı. 1844-1847, geçiş yılları oldu, bu soruların cevapları açısından. Sanayi kapitalizmi ve sosyal, sınıfsal sonuçlarıyla önce Engels tanıştı ve Marx’a tanıttı. Babasının Manchester’daki işinin başına geçtiği 1842-1844 yılları arasında, hem olanca sefaletini, hem potansiyel gücünü gördü yeni işçi sınıfının. Ve yazdı: Die Lage der arbeitenden Klasse in England (1845; İng. çev 1887, The Condition of the Working Class in England; İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu). Marx daha 1844’te, yayınlanmadan bir yıl önce okudu ve çok beğendi; beğenmenin ötesinde, Engels’in etkisiyle yöneldi bu alana. İkisi birlikte, özledikleri devrim için aradıkları faili, aktörü bulduklarına hükmettiler. Kabaca şöyle düşündüler: Bir parti kurar, işçi sınıfının sefil yaşama ve çalışma koşullarından kaynaklanan bütün âcil taleplerini programlaştırır, bu programla gene işçilere gider, somut hak mücadelelerini destekler (hattâ başına geçer), zaman içinde fabrikalarda ve işçi mahallelerinde kök salar, işçi sınıfını kendimize (partimize) taban edinir, sonra büyük bir kriz patlak verdiğinde (ki kapitalizmin iç çelişmeleri gereği mutlaka patlak verecektir) bu kitleleri seferber edip devrim yapar ve çok daha âdil bir sosyalist düzen kurarız.

Marksizmin ana fikri, belirleyici siyasî projesi bu oldu. Daha çok gençtiler: Marx 26, Engels 24 yaşındaydı. Bu andan, 1844’teki ikinci buluşmalarından itibaren, bunun etrafında ördüler, ömür boyu sürecek arkadaşlıklarını — ve bütün teorik çabalarını. Marksizmin felsefe, tarih, ekonomi ve siyaset alanlarına yayılan teorik yapılanması, hep işçi sınıfı devrimi ve sosyalizm tasavvurunu temellendirmeyi, kanıtlamayı, ispatlamayı amaçladı. Ortaya, insanlık tarihinin en kapsamlı tarih teorisi ve en güçlü devrim teorisi çıktı. Devrimseverliğin doruğunda, esaslı bir yanlışı: devrimin zorunlu ve kaçınılmaz, dolayısıyla evrensel olduğu yanlışını, dayatabileceği kadar dayattı, payandalayabileceği kadar payandaladı. Öyle ki, ele geçirdi ve uzun süre elde tuttu bu düşünce sektörünü. Devrim teorileri sahasında rakipsiz kaldı. Zaman içinde hemen bütün diğer devrimci akımlar, Marksist olmasalar da dönüp dolaşıp gene Marksizmden ödünç aldılar, devrimin haklılığı ve meşruiyetine, devrimci şiddete ve devrimci diktatörlüğe ilişkin görüş ve inançlarını. Buna Kemalizm de önemle ve kuvvetle dahildir. En basiti, “devrimin kanunu bütün kanunların fevkindedir” aforizması ve benzerleri, Fransız Jakobenlerinden Marksizme (ve Leninist uzantısına) geçti; oradan, dönemine göre, ister 19. yüzyıl sonlarının Avrupa içindeki millî devrimlerine, ister 20. yüzyılın Avrupa dışı anti-kolonyal milliyetçilikleri ve bağımsızlık mücadelelerine yayıldı.

Bu açıdan, Türkiye’de de ideolojik etkilenme, makro planda Marksizmden İttihatçılığa ve Kemalizme doğru aktı. Sosyalist sol, Kemalist önderliğin Millî Mücadele ve Cumhuriyet devrimi başarılarından çok etkilendi kuşkusuz. O gücün, o meşruiyetin, o modernizmin gölgesinde kaldı. Tek Parti’ye, demokrasi açısından kapsamlı bir itiraz platformu ve cephesi oluşturamadı. Ama bu, Kemalizmin siyasî etkisiydi, ideolojik etkisi değil. Atatürkçülüğün kuyruğuna takılmanın teorik gerekçelendirmesi, damarlarında akan asil Marksizm-Leninizm kanında zaten mevcuttu. 

Evet, kendi çağında çok güçlü, çok kapsamlı bir teoriydi gerçekten. Entellektüel ikna gücü çok yüksekti. Bugün ise zaafları çok daha iyi görülebiliyor. Gelecek bölümlerde değineceğim.

- Advertisment -