Yazar Selçuk Orhan’la ilk romanı 40 Hadis’ten yola çıkarak dizileri, son yirmi otuz yıllık hallerimizi ve edebiyatı konuştuk. Türkiye’nin iletişim ve iletişimsizlik hallerini diziler ve sanat piyasası hattından anlamaya çalıştık.
Hatırladığım kadarıyla mütedeyyin, muhafazakâr insanlar ve cemaatlerle ilgili ilk roman 40 Hadis değil mi?
90’larda Mehmet Efe’nin Mızraksız İlmihal’i, 40 Hadis’den birkaç yıl önce çıkan Barış Müstecaplıoğlu’nun Şakird’i var diye biliyorum. Cihan Aktaş’ın, Fatma Barbarosluğu’nun yazdıkları da katılabilir. 40 Hadis İslami çevrelerle ilgili, belki başka yanları da var ama ilk denemez.
40 Hadis aynı zamanda ilk romanınız, 2004’te hazırlık süreci başlamış ve 2010’da yayımlanmış; yazıldığı dönemlerde -2000’lerin başları- nasıl bir Türkiye vardı?
Bu beş-altı sene boyunca bütün mesaimi bu romana vermiş değilim. Yazdığım eleştirel denemeler, öyküler oldu ve zaten edebiyatla ilgili olmayan bir işte tam zamanlı çalışıyordum. Biraz parça parça ve tabii ilk roman olduğu için birçok acemilikle beraber ilerledi. İlk romanı yazmak diğerlerine göre daha zor.
“Nasıl bir Türkiye?” çok geniş, büyük bir soru. Ona kaç kişi, ne kadar cevap verebilir, böyle bir şeyi büyük araştırmalardan sonra bile ne kadar bilebiliriz? Bugün yaklaşık seksen milyon nüfustan bahsediyoruz, iç içe geçmiş yığınla kimlik var. En fazla kendi çevrem açısından gözlemlerimi bilebilirim. Onlar da herhangi bir insanın gözleminden daha kıymetli olmaz. Yazarlıkla meşgul olduğum için birtakım ayrıntıları ifade etmede belki bir miktar daha becerikliyimdir. 2004 Türkiye’sine dönecek olursak siyasi görüntü, herkesin malumu olduğu üzere çok daha farklıydı. Meselâ bugün adına “vesayet” denen güçlerin hiç aşılamayacağı düşünülürdü. Cemaatler, tarikatlar ya da benzer din tabanlı oluşumlar çok daha saklı, arka planda kalmaya çalışıyorlardı, görünmemek esastı. Bugün tam tersine görünür olma arayışındalar, içlerinden TikTok fenomenleri bile çıkıyor.
O yıllarda İslami camia içerisinde heyecanlı bir filizlenme, bir hareket vardı; İslamcı entelektüellerin önemli bir kısmı, benim yaşlarımda genç, hevesli, dünyaya ilgili insanlardı. Tartışmaya, düşünmeye, öğrenmeye açtılar. Bugünlerde sözüyle, diliyle ortaya çıkanların bir kısmıyla son derece mütevazı yerlerde karşılaşıp oturur konuşurduk. O zamanki düşünce çerçeveleri, en azından benim gözlemlediğim kadarıyla daha kapsayıcı, daha özgürlükçüydü. Entelektüel çevrelerden bahsediyorum yoksa cemaatlerin ya da tarikatların asli düşünceleri hiçbir zaman çok özgürlükçü olmadı. İslamcı entelektüeller, siyasetle, felsefeyle, şiirle, romanla uğraşanlar, hem eski abilerine karşı hem de o sırada Türkiye’de gücü temsil eden kesimlere karşı muhalif ve eleştirel çizgideydi ve bu hâl belki 2010’ların başına kadar, Gezi sürecine kadar sürdü, diyebilirim.
Özellikle Milliyetçi kesimle sol çevreler arasında -sol çevrelerin kendi içinde de- ağır çatışmalar olmuş, cinayetler işlenmiş. Arkasından bir darbe oluyor. Darbeden sonra insanlar yıllarca hapiste kalıyor ve o noktada karşı tarafla diyalog kurmak artık söz konusu değil. Karşı tarafa ancak tavır konabilir. Bırakın diyaloğu, edebiyat dünyasına ilk girmeye başladığım yıllarda, edebiyat dergileri arasında çok ciddi kopukluk vardı.
Hatta Gezi sürecine kadar bir bütünleşme vardı; her çevre birbiriyle iç içeydi. Hilal Kaplan’ın, Pınar Selek üzerine pozitif yazıları çıkmıştı. Hangi dergide hangi gazetede hatırlamıyorum ama araştırınca ortaya çıkıyor. Bizim Afili Filintalar platformunda Hakan Albayrak’la Murat Uyurkulak, Samed Karagöz’le Alper Canıgüz gibi isimler buluşuyordu. “Müthiş bir diyalog vardı, herkes birbirine sarılıyordu” diyemeyeceğim, ama “diyalog” teklifi reddedilmiyordu. Bu açıdan bakacak olursak şimdiki ile o zamanki pozisyonlar arasında uçurum var. Yani insanlar birbiriyle konuşmayı zûl görmüyordu ya da bir düşmanlık içerisinde değillerdi. Bu bir miktar şöyle bir gelişmeye de yol açtı; 2010’lara doğru, çok yaygın okunan romanlara bakarsanız, Türkiye’nin farklı kesimlerini pozitif açıdan birleştiren romanlar. Benim aklıma gelen, arkadaşım da olduğu için iyi bildiğim örneklerden birisi Murat Menteş, 2006’da galiba Dublörün Dilemması’yla çıkmıştı. Bizim için bildiğimiz, hep kıymet verdiğimiz bir yazardı ama Türkiye genelinde tanınması o romanla oldu. Şimdi romanın çerçevesine bakarsanız çok ilginç detaylar var. Yani karakterler aslında Tarantino filminden fırlamış gibi, çok zekiler, çok veciz sözler edebiliyorlar. Girip çıktıkları ortamlar şaşırtıcı, birisi Baudrillard ile ilgili bir seminere katılıyor, bir diğeri başka bir şey yapıyor ama aynı zamanda namaza yetişmeye çalışıyor, taksiciyle beraber Orhan Gencebay dinliyor. Eklektik, ama Türkiye’nin bütün kesimlerini bir araya getirme, hatta eski Türk filmlerindeki gibi mutlu bir fon üzerinde bir araya getirme çabası vardı.
Gezi’deki kırılma noktasından sonra toplum kesimleri arasındaki diyalog çok zayıflamaya başladı. Şimdi, sanki çok keskin bir ayrım varmış, adeta ülke içerisinde iki millet varmış gibi bir hava var, en azından dile yansıyan o ve artık her mesele, karşılıklı suçlayıcılık üzerinden tartışılmaya başlandı. En temelde, en sağlıksız gelişme olarak gördüğüm kısım bu. Tabii şunu da sormak lâzım, şimdi medyaya yansıyan havayla halk içinde yaşanan tarafı tam olarak öyle mi?
Bugünkü dizileri, toplumun kendi iç barışını sağlama noktasında ürettiği bir çözüm olarak görmek istiyorum. Böyle bakıyorum. Çünkü dizi çok yaygın, çok geniş kitleler tarafından izlenen bir şey. Edebiyatta bazı kitaplar çok satar olsa da asla bir dizinin, bir televizyon yapımının eriştiği yaygınlığa erişmiyor.
Bahsettiğiniz diyalog ortamını hatırlıyorum. Gazeteciler, yazarlar entelektüel alanda ne kadar ağır tartışırsa tartışsın, en azından bir araya geldiklerinde konuşabilecek düzeyde arkadaşlıklarını korurdu.
Bu 60’lara, 70’lere kadar da böyle. Sabahattin Ali, Sait Faik, Necip Fazıl bunlar aynı masada oturup konuşabilecek insanlardı. 70’lerdeki hareketlilikten sonra; o radikal sol büyümeyle birlikte siyasi anlamda sekterlik çatışma noktasına gelmiş. Özellikle Milliyetçi kesimle sol çevreler arasında -sol çevrelerin kendi içinde de- ağır çatışmalar olmuş, cinayetler işlenmiş. Arkasından bir darbe oluyor. Darbeden sonra insanlar yıllarca hapiste kalıyor ve o noktada karşı tarafla diyalog kurmak artık söz konusu değil. Karşı tarafa ancak tavır konabilir. Bırakın diyaloğu, edebiyat dünyasına ilk girmeye başladığım yıllarda, edebiyat dergileri arasında çok ciddi kopukluk vardı. Örneğin Dergâh dergisinde yazanları, Varlık dergisindekiler okumazdı, tam tersi de geçerliydi. Sanat anlamında, kendileri de kabul ettiği için söylüyorum, sağ kesim nispeten zayıf taraf olduğundan sol -tam olarak sol da değildir ne Varlık ne Kitaplık- diyebileceğimiz kesimleri takip etmeye daha heveslilerdi. Orada Enis Batur gibi birleştirici isimler biraz alan açsa da her şeye rağmen bir engel vardı. Enis Batur’un daha muhafazakâr kesimden bir genç şairin şiirini basmasını pek hoş karşılamayan, dergiye tavır koyan, eleştiren sol abiler olurdu. Sağ kesimde de entelektüellerin bir bölümü sol dergilerde görünme hevesini aşağılar, bir çeşit züppelik olarak damgalardı.
Aslında sanat çevresi biraz bugüne de benziyor sanki. Sol/seküler kesim hâlâ en çok bilen, sağ/muhafazakârlar hâlâ alttan alta küçümsendiğinin farkında, ama şöyle bir fark var -en azından sosyal medyaya yansıyan- “kültür alanını ele geçirme” hırsları geçmişe nazaran daha görünür halde. Bilmem siz ne dersiniz?
Şimdiki ortamda şu var, meselâ sağ kesimdeki yayınlar -en azından benim gördüğüm- olaya şöyle yaklaşıyor; “Biz bir çeşit değerler sistemi üzerinden sanat yapmayı teklif eden yayınlarız, dolayısıyla belli şeyleri yayımlayamamamız olağan bir şey olmalı. Erotik unsurlar içeren bir öyküyü tabii ki basmamalıyım çünkü zaten dünyaya bakış açımı buna göre koymuşum.” Veya “ortada Filistin meselesi varken başka bir şeye spotlarımı çeviremem”, diyen bir yayıncılık anlayışına sahipler ve burada rasyonel zeminleri kendi içinde tutarsız değil. Ama bence şu anki diyalogsuzluğa engel olan da bu değil. Şu anki diyalogsuzluğun sebebi karşılıklı güvensizliklerle ilgili. Bu güvensizliğin birçok sebebi olabilir. Daha ortada kalan biri olarak iki tarafta da açıkçası ne bir düşmanlığım ne de çok sıkı bağım var. Ama bir cepheleşme oluştuğunu inkâr edemeyiz, “O (öteki) beni imha etmek istiyor” endişesi bu. O karşılıklı korkuyu hissediyorum, meydan okumalar, kesip atmalar biraz bunun göstergesi. Bir kere işin içine siyaset girerse sanat oradan kaçıyor. Siyasi bir dergi, siyasi bir gazete olabilir elbette! Aslında o da daha çok yoruma, tartışmaya dayalı olmalı ama bizdeki yayınlar daha çok propagandist. Çünkü felsefi ve kültürel anlamda geçmişimiz biraz zayıf. Sadece meseleler üzerinden sanat üretilen bir ortamdan da sanat çıkmıyor, zayıf bir gazeteciliğe dönüşüyor. Aslında bizde kurmacada yazılanların çoğu, bir bakıma kötü bir gazeteciliğin soslanmış hali diyebilirim.
Düşünün, Kurtlar Vadisi’nde PKK militanları bile vardı karakter olarak ve inanabiliyor musunuz? Sevildiler, başka yapımlar doğdu o karakterlerden. Bu ölçüde radikal bir kurgu 90’larda hayal bile edilemezdi. Ama bunu yapma cesareti olan yapımcı başörtülü karakterlere hiç ilişmemiş.
Meseleler üzerinden sanat üretmek demişken dizilere geçebiliriz. Birkaç sene önce yayınlanan Bozkır (birinci sezon 2018) ve Bir Başkadır mütedeyyin, muhafazakâr kesimin dizi senaryolarına, baş rolden girişinin başlangıcı diyebiliriz. 2023 sonbahar sezonu itibariyle Kızılcık Şerbeti, Ömer başladı, Kızıl Goncalar ve Kübra ile devam ediyor. Senaryo ve karakterlerin işlenişini nasıl buluyorsunuz ve mütedeyyin kesimin ana akıma bunca geç girmesinin sebebi nedir?
Başörtülü bir karakterin ekrana girmesi ilk ne zaman olmuştur? Tabii, Çalıkuşu gibi dönem dizilerini saymıyorum.
Perihan Mağden’in romanından uyarlanan İki Genç Kız (2005) filmi geliyor aklıma ama çok eskide kaldı. Arada Behzat Ç., Yargı gibi dizilerde olağan akışta görünüp kaybolan figürasyonlar vardı.
Ama doksanlarda meselâ doğal akışta da yok. En fazla temizlikçi karakteri etrafında olurdu. O da kötü şiveyle konuşurdu. Başörtülüler Bizimkiler’de kapıcı karısı olarak ortaya çıkarlar ki aslında tam da girmesi gereken dönemdi ama o dönem için televizyon bu işlere çok kapalıydı. Niye kapalıydı sorusu ilginç bir araştırma konusu! Keşke o günün insanlarıyla sohbet edilse ve “Önünüze gelen senaryolarda bu tür içerikler hiç mi yoktu, ne düşündünüz de elediniz? Toplum cevap vermez diye mi düşündünüz? O zamanki prodüktörlere, yönetmenlere, karar vericilere sormak lâzım diye düşünüyorum. Böyle işler üretmek senaristlerin vesaire aklına gelmemiş midir? Çünkü o dönemde başörtülü kızların el ele tutup köprüden geçtiği büyük protestolar vardı. Ama Türkiye’de her zaman bu tarz yaşanmışlıkların ekrana yansıması biraz geriden geliyor.
Dizi konusu çok sık gündeme geliyor ve önce şuradan başlayayım; dizinin yapısı edebiyattan biçimsel olarak, sanat olarak çok farklı. Sıradan okur, hatta risk alarak söyleyeyim, vasat yazarlar bu iki tür arasında çok yakın akrabalık varmış gibi düşünebiliyor. Her şeyden önce dizi bir çeşit ticari iş olarak başlıyor ve öyle sürmek zorunda. İçinde ürün yerleştirmeleri yer alan, belli bir hedef kitle için tasarlanan ve o hedef kitlenin duyarlılıklarını yakalamaya çalışan bir yapısı var ve zaten ele aldığı mesele ne kadar karmaşık, girift olursa olsun popüler kalabilmek adına karakterleri indirgemek durumunda. Bir noktada her karakter basit kıskançlıklara, basit çatışmalara, basit duygulara çekiliyor. Gelin görümce çekişmesi, kuşak çatışması, bir kadının iki erkeğin aşkı arasında kalması gibi basmakalıp temalara demir atıyor. Çünkü dizi kendisine oradan alan yaratabiliyor, seyircisine öyle sevdirebiliyor.
İslami kesime ait sayılan yaşama biçimlerinin ekrana yansıması biraz da şununla alakalı diye düşünüyorum: Basında da başka mecralarda da insanlar seslerini zor duyurmaya başladılar ve toplumun bunu ortaya atıp tartışmaya ihtiyacı var. Mesele sadece İslami kesime ait değil çünkü, bütün memlekete ait. Açıkçası o baskının, o zorlamanın bir sonucu olarak televizyona yansıyor. Geçmişteki dizileri düşünelim, örneğin Kurtlar Vadisi kaç sezon, bayağı uzun süre, herhalde beş on yıl ekrandaydı. En azından Milliyetçi muhafazakâr temaları olan bir dizi, ne kadar şovenist tarafları olsa da dini meselelerde öğüt veren bir baba vardı ve o dizi içinde tesettürlü birini hatırlamıyorum. Sorgulasak bu yapımcıların bilinçli bir seçimi de olabilir. Ömer Baba karakteri var, herkese dinî, ulvi öğütler veren, namazında niyazında bir amca ama onun eşi açıktır.
Bazen hiç akıllarına bile gelmiyordu diye düşünüyorum.
Emin misiniz! Osman Sınav, İsmet Özel okuyan ve bu konularda çok uyanık, çok dikkatli bir insandır. Yani ben çok bilinçli olarak uygulanmış bir tercih olduğunu düşünüyorum. Meselâ dizide tarikat konularını da işlediler, aslında Türkiye’de ne varsa üç aşağı beş yukarı çıkarıp bizlere dökmeye başladılar. Düşünün, Kurtlar Vadisi’nde PKK militanları bile vardı karakter olarak ve inanabiliyor musunuz? Sevildiler, başka yapımlar doğdu o karakterlerden. Bu ölçüde radikal bir kurgu 90’larda hayal bile edilemezdi. Ama bunu yapma cesareti olan yapımcı başörtülü karakterlere hiç ilişmemiş. Ana karakterleri geçtim ara karakterlerde bile tesettürlü birisini pek kullanmadılar. Şundan kaçınmış olabilirler; özellikle o dönem için tesettürlü bir karakter, üzerinde çok geniş bir anlam dünyası taşıyordu ve yeterince işlenmemişti. Belki o riski almak istemediler çünkü oraya koydukları tesettürlü bir karakter, başka bir sürü soruyu taşıyan bir karakter olacak. Çok basit bir karakter bile olsa toplumsal anlamı daha geniş olacak. Böyle düşününce bu zamana kadar beklenmesi bir anlam taşıyabilir çünkü öyle bir karakterle birlikte bütün bir tartışmayı ekrana taşıyan ilk yapım olmak, anladığım kadarıyla biraz zaman istemiş ve bugünü beklemiş.
Günde iki buçuk saatlik, yılda kırk elli bölüme varan bir dizide senaristlerin elinde başka araç yok. Dolayısıyla aynı çatışmaları defalarca uygulamak durumundalar. Galiba dizilerin alıcısı da bunu bekliyor. İki saat, iki buçuk saati bulan dizi bölümlerinin de sosyolojik açıdan incelenmesi gerekiyor. Çünkü insanlar akşam saati evlerinde kapalılar ve tek eğlenceleri bu gibi görünüyor.
Yine de başta bahsettiğiniz yapay da olsa diyalogların, temasların yaşandığı bir dönemde televizyona yansımaması bir eksiklik.
Edebiyata da geç girdi bu arada. 90’ların, 2000’lerin tesettürlü karakterleri, Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, Cihan Aktaş’ta vardı ama bunlar pozitif karakterlerdir. Pozitif karakter olabilir, sakınca yok. Yalnız eleştirel boyutta girmesi de çok geç ve ortada iç çatışmanın yüksek olduğu bir dünya vardı. Onun resmedilmesi de o kadar erken olmadı ki şu an da var mı, hâlâ bilmiyorum! Benim bazı öykülerimde ve 40 Hadis romanımda var, ona yakın belki birkaç yapıt daha vardır diye düşünüyorum.
Eleştirel boyutta meseleyi ele alan sizin kitaplarınız dışında bir örnek geldi mi aklınıza, benim gelmiyor da?
Sizinle konuştuğumuz örnekleri düşünüyorum, meselâ Müstecaplıoğlu’nun (Şakird) romanında aklımda kalan tesettürlü karakter yok, malzemesi bile değil neredeyse. Onun haricinde, yani tıpkı o Behzat Ç.’de olduğu gibi yan karakter olarak görünüp gittikleri anlar var. Tarikat meselesi biraz gizemli, soğuk, karanlık bir meseleydi. Ahmet Karcılılar’ın yazdığı romanlar öyleydi meselâ, Yağmur Hüznü (1998) gibi. Orhan Pamuk’un Kar romanında vardı birkaç karakter onu atlamayalım tabii. Bence o çok iyi işlenmiş değildi. Hatta belki en çok konuşulanıdır ama Orhan Pamuk’un toplumsal bir meseleye bakış açısında en zayıf kaldığı roman olduğunu düşünüyorum.
Bugünkü dizileri, toplumun kendi iç barışını sağlama noktasında ürettiği bir çözüm olarak görmek istiyorum. Böyle bakıyorum. Edebiyatta bazı kitaplar çok satar olsa da asla bir dizinin, bir televizyon yapımının eriştiği yaygınlığa erişmiyor. Televizyonun öğretici olduğunu düşünmüyorum ama eğlence formatlarının da bir miktar özgürleştirici bir tarafı olması gerekiyor. Bizde bu özgürleştirici tarafla ilgili bir sorun var. Eğlencenin eğlence olmasının nedeni, söylenememiş, insanın içinde kalanları söyleyebildiği bir ortam sağlaması. Batı’da karnaval kültürü vardır, bizim bakış açımızda büyük bir rezillik olarak görülür. İnsanlar sokaklara dökülür ve orada yaşayacaklarını yaşar, yapacaklarını yapar, belki arada kelle götürecek şeyler de söyler ama dikkate alınmaz o gün, o günde kalır.
Shakespeare’de meselâ deliler her türlü şey söyler ama deli olduğu için göz ardı edilir. Bugünün edebiyatına, hatta sinemasına kadar gelmiş bir patern. Şimdi bizde bu tarz bir görüntüye de çok izin verilmiyor. Yani bir yapıt varsa bu ister dizi olsun ister roman ya da şiir olsun; bir değerler sistemi üzerinden yapılması ve mutlaka buna bağlı kalması gerektiği gibi bir kanı var. TRT’deki Milliyetçi tipte dizilerde bu çok net. Kahraman Türkler var, onların düşmanlarına karşı sürdürülen bir savaş var. Abdülhamid’in anlatıldığı dizi de keza öyle, hep bir meydan okuma, global güçlere karşı savaşan, tek başına direnen bir karakter var. Bunu da insanlar seviyor; belki bir ihtiyaca karşılık geliyor ama bir yandan da söyleyemediklerini söyledikleri, duydukları bir alan olması gerekiyor.
Dizilere dönersek Kızılcık Şerbeti ve Kızıl Goncalar ilk bölümlerinin hemen ardından yasaklanan diziler (röportaj günü Kızıl Goncalar hâlen yasaklıydı).
Öncelikle şunu not edeyim, bu dizileri ben A’dan Z’ye izlemedim. Parça parça izlediğim bölümler ve başkalarından işittiklerim üstüne konuşuyorum. Yasaklamayla başlayalım. Bence yasaklayana zarar veren bir yasaklama bu! Çünkü açıkçası iktidarda olsaydım, bunlar birazcık işime de yarardı. Böyle işler, bir çeşit katarsis imkânıdır. Gerginliği azaltır, bireyleri kontrole hazır gevşekliğe getirir. Bu dizilerde öne çıkan asıl mesele kadın; kadınlara dair en güncel rahatsızlıklara değiniyorlar. Tabii anladığım kadarıyla taciz gibi ağır konular girmiyor bu dizilere çünkü “prime time”da o kadar sert içerik tercih edilen bir şey değil. Zaten aile ilişkilerinin çok yoğun olması ve sıkıntıların daha çok aile ilişkileri üzerinden çıkması gibi noktalar, kadının hedeflendiğini gösteriyor. Bunun da çeşitli sebepleri var. Türkiye’de kadınların önemli bir kısmı nasıl diyeyim, aile çevreleri dışında çok yaygın sosyalleşme imkânı bulmuyor belki erkeklerde de böyledir. Diziler, en kolay eriştikleri eğlence formu. Bu nedenle büyük porsiyonlarda tüketilmelerine şaşırmamalı.
Nursema sahnesi, tesettüründen bağımsız olarak tamamıyla kadın sorunuydu. Bir kadının bizim ülkemizde yaşamış olabileceği bir şiddet meselesi üzerineydi. Keza diğerinde de gördüğüm kadarıyla eğitim hakkı engellenen bir genç kız var ve dizinin ana çözümünü, gerilimini o oluşturuyor. Hatta Bir Başkadır’da bile asıl konu, daha çok kadının kendini nasıl ifade ettiğiyle ilgili. Sadece tesettürlüler açısından değil, daha seküler kesime ait kadın karakterlerde de böyle.
Bunun yanı sıra, muhafazakârlık ve modernlik çatışması global bir tema olarak da gündemde görünüyor. Meselâ Ömer de aslında İsrail tabanlı Shtisel dizisinden alınmış. Ama tabii Türkiye mantığına göre çok değiştiriyorlar. Genel paterne bakacak olursak, muhafazakâr ya da eski, sabit değerlere bağlı bir kesimle çatışan bir gençliğin, bir kuşağın ortaya çıkması yaygın bir tema. Herkesin kendini bulabileceği bir tema bu, artık komedilerde de çok karşımıza çıkıyor. Çünkü aslında herkes kendini, bir çeşit otoriteyle çatışma halinde hissediyor. Haliyle savaş içinde olduğumuz bir dünya tahayyülü ile yetişiyoruz.
Doğu Demirkol’un bir dizisi var; ana karakter Doğu, üniversiteyi uzatmış bir öğrenci, komedyen olmak istiyor. Aile pek marjinal sayılmaz ama Demirkol ilginç bir semptom yaratmış: Anne çok dindar, dini sohbetlere de katılıyor, namazında niyazında ama baba ateist. İnanmıyor. Demirkol, komedi açısından ele almış ama böyle aileler, çevremde olduğundan da biliyorum, kadının ateist, erkeğin inançlı olduğu veya tam tersi aileler Türkiye’de artık var. Benzer temalar da artık toplumun gündemine gelebilecek çünkü Türkiye, toplum yapısı anlamında çok çeşitlendi. Ne muhafazakâr kalıbı ne seküler kalıbı bu çeşitliliğe pek karşılık gelmiyor. Ve bu çeşitlilik kendi iç damarlarını yaratıyor. Bir kısmı pek görülmüyor ama onlar da görülecek düzeye çıkacak ve muhtemelen dizilerin ya da edebiyatın malzemesi olmaya başlayacaklar.
Tabii dizi olduğu için bu formlar marjinalize ediliyor. Dizilerde bütün tesettürlü insanlar, sahte, rol yapanlar bile, dini konularda çok özenliler, titizler; meselâ günahtan kaçınma konusunda detay düzeyinde sürekli hassaslar. Diğer tarafta da meselâ Bir Başkadır örneğinde olduğu gibi, çok rahat yaşayan, birkaç ilişkiyi idare etmeye çalışan bir seküler kadın profili var. Dizilerin insanları marjinalize etmesi de çok pozitif değil, biraz bizim dizi prodüksiyonlarının da sorunu. Yani tesettürlü kadınlar içerisinde cilve yapan, sevdiğiyle oynaşan, aklı başka yere kayan birileri yok mu, var. Çünkü onlar da insan, onlar da kadın, diğer tarafta da tam tersi çok daha mazbut yaşayan insanlar yok mu? Çok var. Başı açık olup da yabancı bir erkek kapıyı çaldığında kendisi açmayan kadınlar çok Türkiye’de, bu toplumun yapısına ait bir şey. Bir ortalamada buluşmayı sağladığı noktada diziler, biraz daha normalleşmeyi sağlamış oluyor aslında.
Bu marjinalleştirme o kadar da masum değil diyebilir miyiz; yoksa -çok indirgemeci bir yaklaşımla- sadece reyting için mi?
Aradaki marj o kadar açık değil aslında ve birbirine çok yakın yaşayan insanlar bunlar. Hatta Türkiye’de artık, bir kadın hayatının bir döneminde başı açık oluyor, bir döneminde tesettürlü yaşamayı tercih ediyor, tesettürünün formu değişiyor. Tarikatlar içerisinde yaşayanlar da o kadar dirençsiz değil, birçok kanal buluyorlar. Hatta tarikatın içinde kanal buluyorlar. O hocaların vaazlarında sürekli güldürücü cinsel şeyler söyleme sebeplerinin bir nedeni de kadınların şikayetleri, temennileri, beklentilerinin arka planda dile getirilmesi. İslam fıkıh kültüründe böyle bir şey var çünkü.
Ama şu aşırı marjinalize etme konusu, bir dizi yapımcısının yapmak zorunda kaldığı da bir şey. Meselâ bir romanda çatışmayı daha flu, daha insani işlemek mümkün. Dizi filmlerde şöyledir: Birisinin babası öldürülür, oğul intikam almak için elinden gelen her şeyi yapar, ama gerçek hayatta böyle değildir. İnsanın kendi hayatını korumak için her şeyi de yapmadığı veya pes edip başka yere çekildiği bir nokta vardır. Hatta hayattaki birçok denklem böyle kurulur ama böyle kurulduğunda izleyiciyi heyecana sürükleyecek materyal gücünü kaybediyor. Televizyon yapımıyla edebiyat arasındaki fark da bu noktadan kaynaklanıyor. Ekran, sürekli gerilim kurmak zorunda ve hatta bazen gereksiz gerilim kurmak zorunda; işte sofrada oturanlar durduk yerde birbirleriyle çatışır, elli bölüm sonra anlarız ki o kadının doğurduğu çocuk bir başkasının çocuğu… İş işten geçtikten sonra gerilim yaratmak için böyle şeyler uydurulmak o işin doğasında var. Ama mevcut durumda ciddi marjinalizasyonu yaratan da bu olabilir, “sen” böyle yaşıyorsun, “ben” böyle yaşıyorum. “Sen herkese yatıp kalkıyorsun,” “ben kendime dikkat ediyorum” ya da “sen” cahilsin, “ben” her şeye eğitim tarafından bakıyorum gibi çatışmaların da fazla marjinalize olma olasılığı var.
Kızılcık Şerbeti bu anlamda özellikle ilk sezonda, iki tarafından birbirine benzeyen yanlarına da işaret ediyor gibiydi. Tabii seküler ve mütedeyyin ayrımı kesin.
Bu ayrım net mi, çünkü orada daha çok işaretler üzerine ayrım var. Yani biri tesettürlü diğeri değil. Birisi alkol ikram edilmesinden hoşlanmıyor, diğeri alkolsüz bir etkinliği biraz yavan buluyor gibi çok yüzeysel şeyler üzerinden değil mi? Çünkü aslında dizinin teması çok tipik, aile içi çatışmalar, gelin kaynana, damat baba veya işte zengin fakir çatışması. Örneğin hala “Ben artık parası olan, güçlü, zengin delikanlıyım. Bir zamanlar, evet, fakirdim,” gibi bayat meydan okumaların varyasyonları var. Ama günde iki buçuk saatlik, yılda kırk elli bölüme varan bir dizide senaristlerin elinde başka araç yok. Dolayısıyla aynı çatışmaları defalarca uygulamak durumundalar. Galiba dizilerin alıcısı da bunu bekliyor. İki saat, iki buçuk saati bulan dizi bölümlerinin de sosyolojik açıdan incelenmesi gerekiyor. Çünkü insanlar akşam saati evlerinde kapalılar ve tek eğlenceleri bu gibi görünüyor. Uzun diziler üretilmesinin sebeplerinden bir tanesi bu kapalılık, seçeneksizlik diye düşünüyorum. Yabancı dizilere baktığımızda kırk, kırk beş dakikalık bölümler uzun sayılıyor ve sekanslar da çok daha kısa, ortalama bir sayfa sürebilecek bir diyalogda bir sekans bitiyor. Çatışma hiçbir zaman yüz yüze uzun uzun bakışmalarda uzayıp sünüp bıktırıcı bir hale gelmiyor.
Şöyle bir şey de var; dizi izlemek artık bir çeşit bağımlılığa dönüştü. Hikâyenin başından sonuna hızla varılıyor, merakın hızla giderilebilmesi edebiyatı, okuru ve yazarı nasıl etkiliyor?
Diziyi bir form olarak anlamaya çalıştım kendimce. Yazar arkadaşlarımdan bir kısmı için de cazip bir şey haline geldi, içlerinde dizi yazanlar var, yazmak isteyenler var. Açıkçası benim için hiçbir zaman o kadar güçlü bir motivasyon olmadı. O yüzden bu durumun yazar üzerine etkisi hakkında kapsayıcı bir çözümleme getiremem.
40 Hadis’in dizisini yazmak istemez misiniz meselâ?
Yazmak istemem, oturur birisi yazarsa onu görmek isterim tabii ama dizi yazmak başka bir şey ve benim için pek de heyecan verici değil gibi.
Şimdi 19. yüzyılda romanlar tefrika edilir, parça parça gazetede yayınlanırdı. Gazetelerin hepsi de günlük değildi ya da günlük olsalar bile muhtemelen romanın parçaları haftanın her gününde çıkmıyordu. Bir romanın devamını okumak için haftada bir gazete alıyorsunuz, bu da dizideki deneyime kısmen tekabül ediyor. Meselâ Savaş ve Barış böyle çıkmış, bizdeki birçok roman da bu şekilde yayımlanmış, hatta basının o dönem en önemli işlevlerinden biri romanları tefrika etmesi. Çünkü televizyon yok. Onun işlevini de kısmen üstlenmiş oluyordu. Dolayısıyla dizinin de roman gibi zengin tartışmaları açan bir forma evrilmesi beklenebilir mi, diye düşünmedim değil. Şimdi iki form arasında bir üstünlük ilişkisi, bir üstünlük sıralaması yapmak istemem. Bununla birlikte işlev açısından ikisinin, belli şeyleri başarmada farklı yönlerde olduğu kesin. Dostoyevski romanlarında olduğu gibi bir felsefi tartışmayı açma yeteneğine, en azından şu anki görünümleriyle diziler pek de sahip değil. Çünkü büyük bir hızla kendi karakterlerini ve dizideki meseleyi indirgemeye yöneliyorlar ve belli paternleri gereğinden fazla tekrar etme eğilimindeler.
Bu yönden Amerikan pazarındaki en iyi örnekleri de aklıma getirmeye çalışıyorum. Yıllar içerisinde izlediğim diziler içinde, edebiyata en yakın diyebileceğim forma sahip Madmen vardı. Karakterlerin gelişimi de çok daha temizdi, bir yerden gelip bir yere doğru gelişen, çakılı kalmayan karakterlerdi. O dizi bile melodramatik unsurların giderek arttığı bir yapıya dönüştü. Ona yakın Sopranos diye bir örnek var. Madmen’e göre daha zayıf bir örnek ama bunlar realist edebiyata nispeten yaklaşan formda dizilerdi. Böyle bir formülün bizim ekranlarımıza ulaşması muhtemelen çok uzun sürecek. Belki hiç sirayet etmeyecek gibi anlıyorum. Ama dünyada da o noktadan daha ileri gidebilecek mi, çok emin değilim. Çünkü dizi formunun kendisi bir şekilde belli örüntüleri dayatma eğiliminde oluyor. Hâliyle biçimsel açıdan bakınca, kağıt üstünde sınırsız denebilecek kadar imkân bulunmakla birlikte, bu imkânları kullanmaya teşvik eden bir endüstri şu an yok gibi! Hatta platformlarla beraber endüstri bir miktar daha zayıflamış durumda.
Meselâ 90’ların filmleriyle bugünkü platform filmlerini karşılaştırdığımda karakter geliştirme anlamında, hikâye çözümü üretme anlamında, platform yapımlarının biraz daha geride kaldığını görebiliyorum. Efektlere ve oyunculuktaki belli paternlere çok daha fazla yaslanmış durumdalar. Platformlarda izlediklerim arasında güzel filmler olmakla beraber, şimdiye kadar bir Kurosawa filmi ya da benzer seviyelerde başyapıt diyebileceğim bir iş yokmuş gibi geliyor. Bazen ilginç hikayeler bulduklarını tabii ki görüyorum. Bu mini dizi dedikleri, yedi sekiz bölümlük bir form var, aslında uzun bir sinema filmi denilebilir. Doğru işlenirse romana daha yakın bir form olur gibi… Bununla birlikte uzun uzun, her bölümü Tennesse Williams kalitesinde yazmak, o şekilde bir prodüksiyon yaratmak çok pahalı olacağı için belki de prodüktörlerin yanaşmak istemeyeceği bir şey haline de gelebilir. Türkiye’den bir örnek vereyim: Afşin’in (Kum) kitabından uyarlanan Sıcak Kafa’da romanla yapım arasında bence bir mesafe vardı. Romanın kendisi daha iyiydi ki; dizideki oyuncuların hepsi tartışmasız üst düzey oyunculardı, mesleklerinin zirvesinde isimlerdi. Ama o romandaki çözüm dizi formuna getirildiğinde bilim kurgu için aşırı derecede temposuz bir akışa dönüşüyor. Yine de dizi kültürümüzle karşılaştırıldığında iyi bir iş denebilir. En azından farklı bir deneme.
Edebiyata olumlu bir etkisi olabilir mi? Ben göremiyorum ama sormak istedim.
Bu soru daha çok endüstriyel pratikler açısından değerlendirilmeli. Pazar beklentileri, tüketici alışkanlıkları gibi. İnsanlar, daha zahmetli sayılabilecek kitap okuma gibi bir işe ayıracakları vakitten kısarak, zamanlarını daha çok böyle etkinliklere yatırmayı tercih ediyorlar. Okurluğun sosyolojisi başka bir dünya, eskiden beri çok kolay anlayamıyorum bunu. Bence insanlar çok okumalı çünkü okuma etkinliği içerisinde başka etkinlikte bulunamayan bir zenginlik var ama bu bana göre böyle. Toplumun bütünü açısından, diziler veya başka bir nedenle insanların okuma etkinliği azalacak mı bilemiyorum. Azalabilir çünkü okur yazarlık da aslında modern dönemler açısından yakın bir olgu, işte matbaanın icadı 16.- 17. yüzyılı buluyor. Zaten ilk belki birkaç yüz yıl boyunca kitap okuma ayrıcalığına sahip insanlar, toplumun daha elit kesimleri. Okuma yazma seferberliklerinden sonra, 20. yüzyılın başından itibaren aslında geniş kitlelerin kitap okuduğu bir durum söz konusu. Son yüzyıla bakıp sanki ilelebet insanlar kitap okumuş gibi düşünüyoruz. Ama belki bir süre sonra kitap okumak gene bu iş için eğitilmiş veya bunu seven kişiler arasında kalan kısıtlı bir etkinliğe dönüşecek. Gönüllü bir Ortaçağa döneceğiz. Bunu bilmek zor. Bu konularda o kadar idealist düşünen birisi değilim. Edebiyat sonsuza kadar bizim rehberimiz olacak, asla aşılamayacak, bir kenara bırakılmayacak diyemiyorum.
Bugün, bizim için sorun gibi görünmeyen meseleler gelecekte büyük bir sorun olabilecek. Biz meselâ oturuyoruz, boyuna Türkiye ile ilgili konuşuyoruz. Yeni gelen kuşakların ilgi alanına girmediğini hissediyorum, Türkiye’nin hali ne olacak fikrini o kadar da umursamayabiliyorlar.
Aynı şeyi diziler için veya dizi, sinema formuna yakın kurmaca eserler için de söyleyebiliriz. Hatta onların ömrü daha da kısa olabilir. Çünkü şu an İnternette tüketilen içerik formu çok çok daha kısa sekanslara dayalı parçalardan oluşuyor. Instagram’lar, TikTok’lar insanların paylaşım becerilerini çok köklü şekilde değiştiriyor, çünkü birkaç basit içeriği arka arkaya izlemek beynin çok daha hızlı dopamin pompalamasını sağlıyor. Diğer tarafta iki buçuk saatlik bir meydan okuma var yani bitmiyor. Geleceğin toplumunda diziler belki anlamsız, uzun yavan bir eğlence olarak görülecek. Bu oluyor da zaten. Eski yapımlara baktığımızda örneğin, Türk filmlerini seviyoruz ama nostaljik duygularla seviyoruz. Oradaki hikâyeye bayıldığımızdan değil. Çok iyi dediklerimiz bile aslında insanların biraz sanat merakıyla seyrettiği şeyler. Metin Erksan’ın Sevmek Zamanı güzel filmdi ama bugün gerçekten, ilk defa seyretme duygusuyla insanlar seyredebiliyorlar mı? O film çıktığında televizyon bile yoktu insanların evlerinde. Sinema, sinema salonunda ya da bahçesinde izlendirdi. Sinemaya gitmenin kendisi başlı başına keyifli bir ayrıcalıktı. Ama şimdi bir içerik bolluğu var.
Örneğin benim oğlum gördüğüm kadarıyla Türkçe içeriğe neredeyse çok az baş vuruyor. Özel olarak İngilizce eğitimi vermedik veya ötekinin daha iyi olduğunu dayatmadık. Tam tersi benim evimde Türk edebiyatıyla ilgili birçok kitap var. Ama en başından beri Anglo Amerikan tabanlı içeriklere yöneliyor. Arkadaşlarıyla İngilizce konuşarak oyun oynuyor, normali bu olmaya başladı. Toplumu nasıl bir yere götürecek bilmiyorum. Meselâ büyüdüğünde, büyük olasılıkla bu uzun diziler ona ilginç, eğlenceli gelmeyecek, başka bir şeyler arayacak. Belki o zamanki formlar da değişecek. Bakıyorsunuz yurt dışındaki dizilerde işte o mokümenter denen formlar, başka şeyler var. Yabancı dizilerde cinselliği dışa vurma anlamında çok daha rahatlar. Hatta olağan ilişki kabul ettiğimiz formlar yok gibi, dünyada başka bir şey yaşanıyor.
Bir roman yazarı ve edebiyatçı olarak Türkiye’deki atmosferi nasıl tarif edersiniz?
Negatif değilim, bizim entelektüeller siyasi açıdan yıkıcı düşüncelere kapılıyorlar. Türkiye toplumunun nispeten -tabii ki birtakım çatışmalar, ileri geri gidişler, dalgalanmalar oluyor ama- olumluya gittiği kanaatindeyim. Gençliğime göre kıyasladığımda kendi yaşam deneyimim açısından iyiye gidişe karşılık geldiği için belki öyle düşünüyorum. Bu iyi herkese göre iyi olmayabilir, çünkü insanların iyiden anladığı daha çok “İnsanlar neden benim anladığım şekilde yaşamıyorlar!” biçiminde. Ama zaten bu sağlıklı toplum belirtisi değil. Sağlıklı toplum belirtisi, ifade özgürlüğünün yüksek seviyede olduğu, insanların kendilerini özgürce ifade edebildiği için ciddi bir yaptırıma maruz kalmadığı toplumlardır diye düşünüyorum. Hatta teknik anlamda ileri toplumlar da bunlardır. Refah seviyesi, hatta çok acayip bir şey söyleyeceğim ama savaş kazanma olasılığı bile o ülkedeki ifade özgürlüğünün yüksek olması ile bağlantılı diye düşünüyorum. İster yasa yoluyla olsun ister mahalle baskısıyla herhangi bir şey yasaklanıyorsa, herhangi bir şey susturuluyorsa orada hastalık türü bir şey var diye düşünmeden edemiyorum.
Kenan Evren meselesinde şöyle bir şey oldu: Bütün toplum Kenan Evren ve 80 darbesiyle son derece mutsuz ve hesaplaşmaya hazırmış, böyle bir hesaplaşmadan büyük heyecan duyarmış gibi hava vardı. Dönemin siyaseti de bu görüşü destekledi ve gerçekten Kenan Evren, hastane odalarında mahkemeye çıkarıldı. Ama siz Youtube’da yargılama haberlerinin yorumlarına neler yazıldı okudunuz mu? Ortalama insanın görüşü şu, “yapılan bazı şeyler yanlış olabilir ama Kenan Evren’in yönetime el koyması aslında iyi oldu.”
Son soru artık, yirmi otuz yıl sonra anlatılan hikâyelerde ne tür çatışmalar kurulur?
Edebiyatta Kırmızı Başlıklı Kız Etkisi dediğim bir şey var. Burada size Kırmızı Başlıklı Kız’ı anlatsam sizin için sıkıcı bir hikâye olur, çünkü biliyorsunuz. Ama yeni doğan bir insan için Kırmızı Başlıklı Kız diye bir hikâye yok. İlk defa duyduğunda belki büyülenecek, yıllar içerisinde defalarca duyacağı için ilginç, heyecanlı bir hikâye olmaktan ağır ağır çıkacak. Haliyle bugünün meselelerini ortaya koyacak olanlar da bugünün meseleleriyle ilk kez karşılaşan insanlar olacak. Bizim için şu an tartışılmaya değer görülmeyen birtakım konular onlar için farklı olacak. Meselâ bizim gençliğimizde üniversiteye giremeyen başörtülü kızlar için “ne var başını açıversin” diyenler oluyordu. Gerçekten böyle hissettikleri için diyorlardı. Başka meselelerden geldikleri için baş örtüsü onların gözünde kayda değer değildi. Çok siyasileştirildiği için atlanan şeylerden bir tanesi şuydu: Baş örtüsü, o kızların okuma imkânıydı. İnsanlar şöyle yaklaşıyor, işte özgürleşmek istiyorsa büyük bir fedakârlık yapsın. Neden, ne gerek var böyle bir şeye? Önünde imkân varsa herkese tanıyacaksın. Dolayısıyla bugün, bizim için sorun gibi görünmeyen meseleler gelecekte büyük bir sorun olabilecek. Biz meselâ oturuyoruz, boyuna Türkiye ile ilgili konuşuyoruz. Yeni gelen kuşakların ilgi alanına girmediğini hissediyorum, Türkiye’nin hali ne olacak fikrini o kadar da umursamayabiliyorlar.
Tabii şu da var; doksanların basınında daha bariz bir meseleydi, şimdilerde sosyal medyayla geri plana çekilmiş durumda. Basına damga vuran olaylar toplum açısından benzer derecede önemli kabul edilmeyebiliyor. En bariz örneği Kenan Evren meselesi. Kenan Evren meselesinde şöyle bir şey oldu: Bütün toplum Kenan Evren ve 80 darbesiyle son derece mutsuz ve hesaplaşmaya hazırmış, böyle bir hesaplaşmadan büyük heyecan duyarmış gibi hava vardı. Dönemin siyaseti de bu görüşü destekledi ve gerçekten Kenan Evren, hastane odalarında mahkemeye çıkarıldı. Ama siz Youtube’da yargılama haberlerinin yorumlarına neler yazıldı okudunuz mu? Ortalama insanın görüşü şu, “yapılan bazı şeyler yanlış olabilir ama Kenan Evren’in yönetime el koyması aslında iyi oldu.” Burada başka bir şey; bizim bürokrasiden entelektüellere devrettiğimiz bir şey var. Şimdi Türkiye bürokrasi devleti olarak subaylar tarafından kurulmuş bir ülke. Osmanlı da aslında büyük ölçüde tepeden yönetilen bir ülke. Yani padişah ne derse o kabul edilmiş ve toplumun bütününe yerleşmesi ne kadar zaman alırsa alsın çok umursanmamış. Şimdi de aynı şey. 90’larda dizilere başörtülü kızlar fazla girmiyordu diyorduk ya, belki bunun da etkisi var ve halkın orada basınla, televizyonla, entelektüellerle; kendini ifade edebilen kesimle bir bütün olarak bir kopukluğu var. Bu kopukluk da hâlâ tam giderilmiş değil. Aslında bu kopukluk mevcut iktidardakilerin çok yararlandığı bir şey oldu.
Biraz geri gitmek pahasına, şu kopukluk dediğiniz durumu biraz açar mısınız?
Çok geriden başlayacak olursak; 19. yüzyılda İstanbul’da Ermeni toplumu içerisinde tiyatro var ama Türk, Müslüman “asli unsur” buna dahil olmuyor. Bizde tiyatroyu topluma kazandıranlardan biri Ahmet Vefik Paşa. En azından resmi öğretide böyle. Bursa’da tiyatro açıyor ve insanları zoraki tiyatroya götürüyor. Devlet memurları zaten gidiyor çünkü emir demiri keser. Sanata bile biraz böyle girmiş bir toplumuz, Ermeniler yanı başımızda tiyatro yaparken o kadar talep etmiş değiliz. Ahmet Vefik Paşa “Tiyatroya gidilecek!” dedikten sonra tiyatroya gitmeye başlamışız ve evet, belli şeyleri de sevmişiz. Ama tiyatro toplumdan gelen bir dürtüyle benimsediğimiz bir şey olmamış. Keza sonra sinema çıktığında tiyatroyu çok kolay bir kenara itip yolumuza devam etmişiz. Birçok noktada aynı durum toplumda var diye düşünüyorum. Kopukluk dediğim bu hal, toplumun hastalık noktalarında daha çok ortaya çıkıyor; meselâ az önce verdiğim darbe örneğinde olduğu gibi. Kenan Evren’le ilgili bir söylem var. Gelecekten bir tarihçi olarak Kenan Evren’le ilgili yazılı her şeye bakacak olsam şu sonucu çıkarırım; Türk halkı bu adamdan nefret etmiş. Bu adam Şili’de Pinochet’nin yaptığının on katını yapmış rezil, berbat bir adam. Ülkenin bütün problemlerinin altından girmiş, üstünden çıkmış ve halk bunu çok iyi anlamış diye bakarım. 1980’lerin sonundan bugünlere, filmlere kadar her yere sirayet etmiş bir 80 Darbesi (12 Eylül) anlatısı var, dokümante edilmiş kısma baktığımda yüzde yüz bunu görüyorum. Ama bugün sosyal medyayla dokümante edilmemiş tarafa baktığımda daha açıklıkla görüyorum ki halk o söylemi o kadar benimsememiş! Şöyle düşünüyorlar: Arada bazı insanlara yazık edilmiş olabilir, yanlış kararlar alınmış olabilir, ama bir uygulama olarak Darbenin kendisi iyiydi, “kardeş kavgasını bitirdi”. O günlerle irtibatı daha az olan genç kesim, belki arşivden nispeten etkilenmiştir ama o kadar umursamıyorlar. Onlar için de Darbe bir kurmaca içerisinde olup bitiyor. Tıpkı bizim ilkokul ya da ilk gençlik çağlarımızda 1915 olaylarını düşündüğümüz gibi belki de; devlet ne derse o doğrudur. Birçok mesele için geçerli bu, Hrant Dink suikastini hatırlayalım. Hem sağda hem solda, en radikal sağ yayınlarda bile kınanmıştır. Ama bana göre o noktada toplum, hâlâ Ogün Samast’ın fotoğraf çektirdiği polislerden çok uzak bir zihin yapısında değil ve önemli bir kısmı da bu olayı Türkiye’de bir dönüm noktası, çok kritik bir olay olarak görmüyor. Görenler nispeten küçük bir azınlık ve nispeten eğitimli, tartışmaya farklı noktalardan dahil olmuş insanlar. Yani bizim dokümante ettiğimiz, basında, kurmacada başka yerlerde Türkiye açısından yansıttığımız kadar, halkın bütünü tarafından benimsenmiş bir mesele değil, hiçbir zaman da olmayacak gibi.
Yukarıda bahsettiğiniz refah seviyesi ile ya da ekonomik durumla alakası var mı acaba?
O çok kolay bir kaçış olur. Bizim ülkemizde insanlar zaten geçim derdinde, başka bir şey düşünemiyorlar değil. Kabaca söylemek gerekirse bu tür hikayelerin basına yansıyan tarafıyla halkın anladığı biçimi arasında ciddi fark var. Ahmet Vefik Paşa’nın tiyatrosuna giden memurlar gibi halkın ciddi bir kesimi örneğin Hrant Dink suikastını televizyondan izliyor, söylenenleri dinliyor, yani görevini yerine getiriyor ama ülkeyle ilgili fikirlerinde hiçbir değişiklik olmuyor.
Ama başta söylediğim gibi, ben pozitif düşünüyorum. Bence bu ülkede ciddi umut veren bir taraf var; kadın hakları ve özgürlüğü anlamında kolay olmayan bir ilerleme var ve bu ilerleme her kesim için geçerli. Kadının daha çok söz alması birçok anlamda çok sesliliği etkileyen bir şey. 90’larda İslami kesim tarafından cepheye sürülen kadınlardı, aslında düşününce bu derece erkek egemen bir hareket açısından garip bir şey ama onlar cepheye sürüldü. Üniversitelerde ön safta mücadele vermesi gereken, birtakım bedeller ödemesi gereken o kadınlar oldu. Örneğin 70’lerin sol hareketlerinde kadınların etkinliği çok kısıtlıdır. Belki siyasi harekette bile birebir rol alanlar kısmen kadınlar oldu. İlkel bir şey söyleyeceğim ama evet cephede savaşanın toplum içinde söz hakkı artıyor, onun karşısındaki taraf da artık bir adım geri atmaya başlıyor. Bunun sonucunda Türkiye için bir kazanım oldu. En azından son yirmi beş senede kendini yenilemeye çalışan siyasi hareketlerin hepsinde, kadın hareketinin bir etkisi var ve bu olumluya doğru bir evrilme yaratabilir. Ekranlarda, mecliste hâlâ erkekleri görürüz, ama mesele zaten zihniyetin yaşaması. Ekranda gördüğümüz erkeklerin bir kısmı da aslında kadınlardan aldıkları fikirlerle orada konuşuyorlar, bu da işin önemli taraflarından bir tanesi. Ama örneğin bu hepimizi dehşete düşüren tarikat içi taciz meselesinde, tarikat öncülerinin şu an en çok şikayet ettiği kişiler “başörtülü feministler” dedikleri İslamcı kadınlar oldu. Siyaseti domine etmek isteyen herhangi bir hareket geniş bir özgürlüğe göz yummak istemez. Siyaset açısından bir fayda sağlıyorsa bunu yapmaya çalışır. Kadın hareketi deyince spesifik olarak Türkiye’deki feministler gibi anlaşılıyor ama bence bir bütün olarak kadınların hareketlenmesi anlamına geliyor. Burada şu da anlaşılmasın: Bu anlamda dünyanın ileri demokrasileri seviyesinde hareketleri yaratmaya çok elverişliyiz denebilir mi? O kadar yol alınmış mıdır emin değilim. Ama bir potansiyeldir ve bu potansiyelin ileriye gitme ihtimali var.