Nerede kalmıştık? Diyordum ki Marksizm “işçi sınıfının ideolojisi” filân değildir; zamanın iki genç devrimsever aydını tarafından (kabul etmek gerekir ki, çok bilgili, çok kültürlü, evrensel birikimleri üst düzeyde, düşünsel ufukları çok geniş iki aydın tarafından) geliştirilmiş bir siyasî proje, bir devrim projesidir; aynı zamanda, bu projeyi desteklemek için kurgulanmış felsefe, tarih, ekonomi ve siyaset teorileri bütünlüğüdür. Amacı da, dönemin yeni işçi sınıfının alabildiğine ağır yaşama ve çalışma koşullarından kaynaklanan hak taleplerini programlaştırmak, etrafında bir parti kurmak, bu partiyle işçi sınıfına gidip onun adım adım desteğini kazanmak, sonra da büyük bir ekonomik ve siyasî kriz ânında bu tabanı seferber edip devrim yapmaktır. Entellektüeller her zaman toplumun küçük bir azınlığıdır. Bütün diğer ideolojik ve siyasî akımlar gibi, Marksizm de bu küçük azınlığın içinden çıkmış bir fikir, bir tasavvurdur. Gerçekleşmesini, tarihte bir dönem toplumun çoğunluğunu meydana getirdiği (veya getireceği) kabul edilen yoksul sınıflara, daha spesifik olarak sanayi işçilerine bağlamıştır; onlar sayesinde, onların aracılığıyla devrim yapmayı ummaktadır. Ama gerçeği tersyüz edip, (sanki Platonik idea’lar âleminin bir köşesinde bir de “işçi sınıfı ideolojisi” asılıymış gibi) işçi sınıfına bu (yani Marx ve Engels’in geliştirdiği paradigma) aslında sizin ideolojinizdir; sizin kendi yaşama ve çalışma koşullarınız itibariyle varmanız gereken ideolojidir diyebilmektedir.
Ama özünde, döne döne vurguladığım gibi, elit bazı 19. yüzyıl aydınları tarafından geliştirilip işçi sınıfına maledilmek istenen, 1848-1989 arasında bunu kısmen de başaran bir siyasî ideoloji, bir devrim projesidir. Bir noktaya kadar, ahlâkî bir tercih meselesi gibidir. Mealen: “Bunu yapın, bu iyidir, doğrudur; sizleri ve bütün toplumu yoksulluktan, sefaletten, baskıdan, zulümden, sömürüden kurtaracak ve daha iyi, daha âdil, daha eşitlikçi bir düzenin kapısını aralayacak, size, bize, partimize, insanlığa böyle bir sistem kurma olanağı sağlayacaktır.” İlk ağızda böyle seslenir Marksizm (veya Marksist sosyalizm) hedef kitlesine, sanayi proletaryasına ve limitte bütün insanlığa. Ancak bununla yetinmez; aynı zamanda bunun bilim olduğunu, bilimsel bir önerme olduğunu, bilimsel açıdan zorunlu ve kaçınılmaz olduğunu vurgular. İşçi sınıfının kapitalizme karşı ayaklanıp, burjuvaziyi devirip sosyalizmi kurması, toplumların tarihsel gelişme kanunlarına uygundur. Mealen: “Bu zaten olacak. Tarihsel gelişmenin net bir yönü var. İnsanlık buraya gidiyor. İyisi mi, bu kaçınılmazlığı bir an önce idrak edin ve bu kervana katılın. Özgür iradenizi bu zaruret yönünde kullanın. Kaçınılmaz olanın daha çabuk ve daha acısız gerçekleşmesini sağlarsınız.” Örneğin bkz Plehanov, Tarihte Bireyin Rolü. Aynen bunu savunuyor.
Daha fazla ilerlemeden, iki uyarı gerekli. Bir, Marx ve Engels’in düşünce sürecinde böyle iki aşama yok, yani önce ahlâkî tercih fikri ve sonra bilimsellik iddiası geliyor değil. Başından itibaren her ikisi bir arada. Ben analitik açıdan böyle ayrıştırıyorum; burada aslında iki farklı fikrin, iki farklı düşünce momentinin söz konusu olduğunu söylemeye çalışıyorum. Yani Marksizmin kurucuları ahlâkî bir çağrı yapıp orada durabilirlerdi; üzerine bir de bilimsellik (zorunluluk ve kaçınılmazlık) iddiasında bulunmak zorunda değillerdi, demek istiyorum.
Dikkat çekmek istediğim ikinci nokta da şu: bilerek yalan söylemiyorlardı; bilinçli ve kasıtlı bir manipülasyon değildi bilimsellik iddiası. “Bilim/sel olmadığını biliyoruz, ama öyle dersek insanları daha kolay ikna ederiz.” Hayır. Tersine, teorilerinin bilimselliğine gerçekten, yüzde yüz safiyetle inanıyorlardı. Çünkü… üç gerekçe göstereceğim bu konuda. (1) Bir bütün olarak 19. yüzyılın düşünce ortamı son derece bilimci, bilimsever veya bilimperest (scientific değil scientistic) karakterdeydi ve bu, Marx ve Engels’e de kuvvetle yansıyordu. Geçmiş programlarımızın birinde anlatmaya çalışmıştım; Bilimsel Devrim 16. yüzyılda başlamış, üzerine bir de 18. yüzyıl Aydınlanması binmişti. Descartes’a, Newton’a ve sonrasına geldiğimizde, kapitalist modernleşmede başı çeken Batı Avrupa toplumlarında bilim, en sağlam “bilme yolu” haline gelmişti. “Nasıl biliriz” (how do we know) sorusunun cevabı, artık “vahiy ve otorite yoluyla” değil, “akıl, mantık, deneyim ve deney yoluyla” şeklinde veriliyordu. Bilim, kendi yanlışlanabilirliğini de içeren (bu açıdan benzersiz) bir metodoloji sunduğu için, tartışılmaz bir üstünlük konumuna yükseliyor; madalyonun diğer yüzünde, Batı toplumları bilim ve teknoloji yoluyla ilerlemenin kaçınılmazlığı ve sürekliliği etrafında örülmüş bir kültür peydahlıyordu. “Bilim iyidir, teknoloji iyidir; insanlığı sınırsız, kısıtsız ilerlemeye ve mükemmelleşmeye götürür.” (Birinci Dünya Savaşına, sonra 20. yüzyıl totalitarizmlerine, sonra İkinci Dünya Savaşına toslayıncaya kadar) 19. yüzyıl optimizmi buydu, bu inanç üzerine kuruluydu. Jules Verne’in alabildiğine iyimser bilimkurgusuna da yansıyordu örneğin. Marksizm de bütün siyasî projesi ve insanlığın geleceğine (açık konuşmak gerekirse, pekâlâ ütopyacı, ama bilimle maskelenmiş ütopyacı) yaklaşımıyla, aynı bilimperest iyimserlik içinde yer alıyordu.
(2) Aynı ortamda, fizik, kimya, biyoloji ve tıp gibi doğa bilimleri (veya uygulama alanları) dev adımlarla ilerlerken, aynı zamanda toplum bilimleri de yeşeriyordu. Daha 18. yüzyılda, yeni birer bilgi dalı olarak uç vermişlerdi gerçi. Ama asıl Berlin Üniversitesi’nin kurulması (1809) ve açılmasıyla (1810) birlikte kendilerini buldular. Bu ilk modern araştırma üniversitesiyledir ki, Ortaçağ tarzı din merkezli eğitim (İslâm dünyasındaki adıyla medrese eğitimi) terkedildi ve yerine, “her bilim dalına bir bölüm” diye özetleyebileceğimiz departmantal sistem kuruldu. Bu model hızla bütün diğer Alman, Fransız, Atlantik ötesinde Amerikan ve sonra Eski Dünya’ya geri gelip İngiliz üniversitelerine yayıldı. Bu çerçevede, tarih, iktisat, sosyoloji, siyaset bilimi, giderek antropoloji, arkeoloji vb bölümleri de vücut buldu. Söz konusu dalların “bilimliği”nin tâyin edici tescili bu şekilde, kurumlaşmaları üzerinden gerçekleşti. “Tabii biz de bir bilimiz, çünkü bakın, ayrı bir bölümümüz var.” Eskiden sadece bilim vardı, sadece science. Ayrıca doğa bilimleri (veya pozitif/müsbet bilimler) denmesi gerekmezdi; herkes anlardı. 19. yüzyıl başlarında sosyal bilimler de zuhur edince, terminoloji doğa bilimleri ve toplum bilimleri şeklinde değişti. Fakat konumuz açısından asıl mesele şu: sosyal bilimlerin bilimleşmesi, Marksizmin bilimsellik iddiasına, “doğru sosyal bilim” olma iddiasına, hattâ “bilimlerin bilimi” olma iddiasına ek bir kredibilite boyutu kazandırdı.
(3) Nihayet 19. yüzyıl, jeoloji ve biyolojide muazzam sıçramalara tanık oldu. Darwin, bir bakıma ikisinin kesişme noktasında yer aldı. Dünyanın (gezegenimizin) ve onun da gerisinde, kâinatın evrimi anlaşılmaya başladı. Keza, canlı varlıkların (ve bu çerçevede insanın) evrimi anlaşılmaya başladı. Doğanın döngüsel bir tekerrürden ibaret olduğu fikrinin yerini, her alanda tekâmül (gelişme, değişme, evrim) fikri aldı. Peki, bu açıdan insan toplumlarının gelişme ve değişmesi hakkında ne diyebiliriz? Darwin benzeri bu sıçramayı Marksizm yaptı. O zamana kadar bütüncül bir toplumsal evrim teorisinden söz etmek zordur. Tarih daha çok devletlerin, savaşların, fetihlerin, hanedanların birbirini izlemesi, düşüp kalkması, yükselmesi, çökmesi ve tekrar yükselmesiydi. Marksizm, “üretim tarzı”na atfettiği belirleyicilikle, ekonomik temel ve üstyapı/lar yaklaşımıyla bu alanı toparladı; genel ve birleştirici, anlamayı kolaylaştırıcı bir vizyon sundu. Entegrasyonu oldukça başardı; ideolojik misyonunun empoze ettiği takıntı konseptlerin (aşırı sınıfsallık, devrim, tarihin yönü vb) kamburu yüzünden, kısmen başaramadı. Bunlara ileride tekrar dönmeyi umuyorum. Fakat işte bu tekâmül veya evrim fikri, bunun insan toplumlarının evrimi alanına taşınması, Marksizmin bilimsellik iddiasının üçüncü ayağını oluşturdu. İşçi sınıfı devrimi ve sosyalizm projesinin bilimsel bir kaçınılmazlık olduğu inancını pekiştirici bir rol oynadı.
Bir kere daha altını çizeyim: Marx ve Engels yüzde yüz safiyetle, samimiyetle inanıyorlardı, daha önce kimsenin düşünmediği bir bilimsel zarureti, tarihsel bir kanuniyeti keşfettiklerine. O kadar ki, kendilerinden önce varolan sosyalizmler ve sosyalistlerle ilişkilerini, bir yanda Ütopik (Hayalci) Sosyalizm ve diğer yanda Bilimsel Sosyalizm diye tanımladılar. Başka ifadeler de kullanabilir; faraza Siyasi Olmayan Sosyalizm ve Siyasî Sosyalizm, ya da Devrimci Olmayan Sosyalizm ve Devrimci Sosyalizm de diyebilirlerdi. Fakat hayır; Engels’in ünlü kitabının başlığıyla Ütopik ve Bilimsel Sosyalizm ifadesi çok normal, âdetâ doğal geldi onlara. Zamanlarının bütün diğer reformcularını, ilericilerini, cumhuriyetçilerini, sosyalistlerini, devrimseverlerini… işte bu biricik doğru “bilimsel sosyalizm” tarafında birleşmeye çağırdılar.
Hiç düşünmediler, öngörmediler olumsuz sonuçlarını. Hep söylerim; tarih büyük ölçüde öngörülmemiş, kastedilmemiş, planlanmamış, niyetlenilmemiş sonuçlarla oluşur, akıp gider. Maliyeti çok yüksek oldu, bu bilimsellik iddiasının. Sırf “ahlâki tercih” telkininde kalsalardı, onun da problemleri vardı kuşkusuz. Ama asıl ikinci iddia, “bilimsellik” iddiasıdır ki, sosyalizm tarihinde yaşanan en vahim olumsuzluklarla, en büyük trajedilerle elele gitti. Dogmatizm ve fanatizm sorunları, demokrasi düşmanlığı sorunları, hegemonya ve diktatörlük sorunları, çok büyük ölçüde bu bilimsellik iddiasının pekiştirdiği aşırı epistemolojik özgüvenden kaynaklandı. Paradoksa bakın ki bilimsellik zıddına dönüştü; Marksizmi, birçok eleştirmenin gözlediği gibi, “seküler bir din”e dönüştürmede belki başrolü oynadı. Sosyalist solun çöktüğü ve silindiği bugün bile, eski solcuların (mealen) “her şeyin doğrusunu biz biliriz” kibirinde de somutlanıyor.