Ana SayfaRÖPORTAJSolun Kültür Serüveni 12 | Halil Berktay: Marksizmin benzersizliği

Solun Kültür Serüveni 12 | Halil Berktay: Marksizmin benzersizliği

Bilimcilik, Marksizmi benimseyen sosyalistleri onyıllar boyu, 20. yüzyılın ikinci yarısına, 1970’lere, 80’lere, 90’lara kadar taassuba, bağnazlığa hapsetti. Büyük tektanrıcı dinleri andıran bir inanç kudretine, bir yanılmazlık hissine yol açtı. Marksizm ve sosyalizm adına yapılan her şeyin haklı ve doğru olduğunu, bunun için de maddî-manevî her türlü bedelin ödenebileceğini yerleştirdi. Hıristiyanlıktaki martyr’lik, Müslümanlıktaki şehitlik mertebelerine karşılık gelen devrim şehitliği, komünizm şehitliği, parti şehitliği, devlet (işçi sınıfı devleti) şehitliği gibi törensellikleri besledi. Ancak bu sözcüklerle ifade edilebilecek; bireyi yok sayan kollektivist bir otoritarizme vardı.

Bir şeyi eksik bıraktığımı, ya da belki yeterince vurgulamadığımı farkediyorum. Bu, geçen sefer anlatmaya çalıştığım bilimcilik, bilimseverlik meselesiyle yakından ilgili. Marx ve Engels kime hitap ediyordu? Doğrudan işçi sınfına mı? Kurguladıkları teoriyi sıradan fabrika, kömür ve demir madeni, tersane ve demiryolu işçilerine mi götürüyor, anlatmaya çalışıyorlardı?

Hayır. Esas meseleleri bu değildi. Esas meseleleri, kurucu aydınlar diyebileceğimiz kesimi kazanmaktı. Tek tük işçi sınıfı içinden sivrilenlerle, devrimci fikirlere ilgi duyan sendikacılarla temasları yok değildi. İçinde girdikleri hemen her ortamda, üç, beş, on, onbeş, ne varsa, işçilerle de ilişki kuruyor, mahfiller oluşturuyor (veya mevcut mahfillere dahil oluyor), konuşuyor, konferanslar veriyor, “eğitmeye, bilinçlendirmeye” çalışıyorlardı. Ama asıl, bunu çok daha büyük ölçekte yapabilecek – üç beş değil yüzlerce, binlerce işçiye; bütün İngiliz veya Fransız veya Alman proletaryasına, hattâ uluslararası işçi sınıfının (uluslararası gördükleri, görmek istedikleri işçi sınıfının) tamamına seslenebilecek örgütlerin, Marksizmi temel alan sosyalist partilerin kurulmasını sağlamaya çalışıyorlardı. Böyle kitle partilerinin kurulmasına önayak olacak, kurucu-yönetici kadrolarını meydana getirecek kendileri gibi aydınları yeni teoriye kazanmak, ikna etmek için yazıp çiziyorlardı.

Ortamı hatırlamamız lâzım. Devrim fikri, sosyalizm fikri zaten vardı. Onlar icat etmedi. Çeşitli devrimler ortalıkta dolaşıyordu. Fransız Devrimi’nin (yeni bir edisyonunun), 1830 ve 1848’de de görüldüğü gibi cumhuriyet ve demokrasi fikri etrafında (bunun ötesine geçmeksizin) ve gene kentsel bir ayaklanma biçiminde tekrarlanabileceğini düşünenler vardı (örneğin Blanqui). Çeşitli sosyalizmler de ortalıkta dolaşıyordu, kendilerinin sonradan ütopik (hayalci) diye niteleyip küçümseyecekleri dahil. Kapitalizmin getirdiği eşitsizlik ve sınıfsal uçurumlara karşı isyan ve sosyal adalet arayışları, özel mülkiyet ve piyasa karşıtlığı mevcuttu. Ama nasıl gerçekleşebileceği son derece belirsizdi. Hiçbir yol haritası yoktu. Biraz daha somutlarsak, sosyalizmin bir siyasî mücadele konusu ve sonucu olabileceği düşünülmüyordu.

Marx ve Engels işte bunu gündeme getirdi. Marksizm genel teorisini kurar ve içini alt-teorilerle doldururken, bir de buna bilimsellik izafe ederken, işçi sınıfını eğitecek eğitimcileri birleştirmeyi amaçlıyorlardı. Kendilerinden önce ve kendi kuşaklarında mevcut ilericilik, emekten ve yoksulluktan yana hayırseverlik, reformculuk, devrimcilik, sosyalistlik eğilimlerini toparlamaya ve bu tür insanlara (mealen) “bakın, biricik doğru devrim budur (sosyalist devrimdir) ve biricik doğru sosyalizm de budur (devrimci sosyalizmdir); bırakın şimdiye kadar inandıklarınızı, nelerin peşinde koştuğunuzu; burada, bu yeni işçi partisinde (veya sosyalist partide veya sosyal demokrat partide) birleşelim, hep birlikte bunun mücadelesini verelim” demeye çalışıyorlardı. İlk ağızda peşinde koştukları, kendileri gibi aydın, entellektüel, bilgili, okur-yazar bir kesimdi. Bilimsellik, kendilerinin de ait olduğu (içinden çıktığı) bu kesimin ortak inancıydı. Kendi kendilerini inandırma ve ikna etmede ne kadar önemliyse, bütün diğer kurucu aydınları inandırma ve ikna etmede de o kadar önem taşıyordu.

Geçen sefer de söyledim; bu bilimciliğin, bilimsellik iddiasının, zorunluluk ve kaçınılmazlık saplantısının hiç öngörülmemiş, çok negatif sonuçları oldu. Marksizmi benimseyen sosyalistleri onyıllar boyu, 20. yüzyılın ikinci yarısına, 1970’lere, 80’lere, 90’lara kadar taassuba, bağnazlığa hapsetti. Büyük tektanrıcı dinleri andıran bir inanç kudretine, bir yanılmazlık hissine yol açtı. Marksizm ve sosyalizm adına yapılan her şeyin haklı ve doğru olduğunu, bunun için de maddî-manevî her türlü bedelin ödenebileceğini yerleştirdi. Hıristiyanlıktaki martyr’lik, Müslümanlıktaki şehitlik mertebelerine karşılık gelen devrim şehitliği, komünizm şehitliği, parti şehitliği, devlet (işçi sınıfı devleti) şehitliği gibi törensellikleri besledi. Ancak bu sözcüklerle ifade edilebilecek; bireyi yok sayan kollektivist bir otoritarizme vardı.

Ancak bu, madalyonun bir yüzü. Diğer yüzünde, yaratılan teorinin inanılmaz zenginliği ve kapsayıcılığı yatıyor. 19. yüzyılda vücut bulan şekliyle Marksizm, âdetâ bir “herşeyin teorisi” (theory of everything) veya “birleşik alan teorisi” (unified field theory) gibi çıkageldi. Felsefeyi, tarihi, ekonomiyi, sosyolojiyi, siyaseti… hepsini birleştiren ve hepsinin üzerinde yer alan bir “bilimler bilimi” havasına büründü. Marx ve Engels’in ağzından hiç böyle bir şey çıkmadı. Çok daha mütevaziydiler, hele kişi olarak. Ama ortaya attıkları teori, inşa ettikleri bina, kendi içinde böyle yorumlanma potansiyelini taşıyordu. Nitekim sonradan ve hele 20. yüzyılda, takipçileri arasında aşırı büyüdü, bu komünist hadis geleneği. Tam bu noktada kişisel anılarıma dönebilirsem, Mamak Askerî Cezaevi’nde yattığım 1972-74 yıllarında aramızda cereyan eden bazı tartışmalara gidiyor aklım. Geleceğin sosyalist toplumunda, diyordu birileri, bütün (diğer) bilimler ortadan kalkacak, sadece Marksizm kalacak. Marksizm zaten bilimlerin bilimi (aynen bu ifadelerle); onun için tarihe, iktisada, sosyolojiye, antropolojiye vb artık gerek kalmayacak. – Farklı bilgi alanlarının spesifikliğini (ya da, diyalektik materyalizm terminolojisiyle konuşacaksak, her alanın kendi çelişmelerinin somutluğu ve özgüllüğünü) toptan inkâr eden bu indirgemeci cehaletin sahibinin gidip de ulusalcı faşizmin lideri olmuş olması, ortadan kaldırmıyor Marksizmin bu ciddî içsel problemini. Ona bakarsanız, Marksizmin “herşeyin bilimi” olduğu, ya da hemen bütün sosyal bilimleri Marx’ın kurduğu gibi imâlara, Nâzım Hikmet’in 1930’lardaki köşe yazılarında da rastlıyoruz.

Geçtim; fakat benzersiz, olağanüstü bir teori gerçekten. Amacı ve iddiasını bir yana bırakıp sadece içeriğine bakarsak; Marx ve Engels’in kendi yazdıklarından hareketle, felsefeye, tarihe, ekonomiye, sosyoloji ve sosyal antropolojiye katkıları olarak düşünürsek, zamanının en müthiş birikimi ve sentezi çıkıyor karşımıza. Neler biliyorlar ve bildiklerini geliştirip nereye yerleştiriyorlar, hangi alanlarda taş üstüne taş koyuyorlar? İlkçağ Tarihi biliyorlar, Eski Yunan ve Roma klasikleri de dahil, Kutsal Kitaplar da. Avrupa Ortaçağ Tarihi biliyorlar: köyler ve köylüler, feodalizm, serflik, rant biçimleri (bkz Kapital, cilt III). İçinde yaşadıkları sanayi kapitalizmini, burjuvazisiyle, işçi sınıfıyla ve ara katmanlarıyla, müthiş biliyor ve tanıyorlar, hem teorik hem pratik açıdan. Bütün İngiliz, Fransız, Alman iktisatçılarını okumuşlar; Marx’ın üç ciltlik Artı-Değer Teorileri’ne bakmak yeter. O sırada hızla gelişen arkeoloji, prehistorya, antropoloji ve paleoantropoloji alanlarında ne yayınlanırsa okuyup içselleştiriyorlar (Kovalevsky, Maurer, Henry Lewis Morgan). Düşünce tarihi, hukuk, sanat, edebiyat biliyor — ve birleştiriyorlar, kendilerinden önce kimsenin yapmadığı kadar. Balzac’ın romanlarını 19. yüzyıl Fransız kapitalizmi ve burjuvazisi çerçevesine oturtabiliyorlar örneğin, ya da Aiskhylos’un tragedyalarını (Oresteia) Eski Yunan’da oligarşiden demokrasiye geçiş çerçevesine, ya da Gracchus kardeşler veya Cicero gibi Roma politikacılarını plebler ile patriçiler arasındaki sınıf mücadelesi, fethedilen toprakların kime verileceği ve köle emeğine dayalı latifundium ekonomisinin boy atması çerçevesine. Bu temelde, belki en temel mesele, toplumu her kertesiyle ve insanlığın her döneminde bir bütün olarak tasavvur etmeleri, her unsurunu birbiriyle bağlantılı gibi görmeleri. Haksız yere horlanan “ekonomik temel (üretim tarzı) ve üstyapılar” modeli, böyle bir vizyon kazandırıyor. Henüz profesyonel akademik tarihçilikte bir “dünya tarihi” janrı yokken, Marx ve Engels dünya tarihçiliğini kuruyor.

O zamana kadar (belki Aristo hariç) böyle tek (veya iki) kişiye mahsus bir bilgi birikimi de yok, bu zeminden kaynaklanan böyle bütüncül bir teori denemesi de. Bir daha da kimsenin kurmaya kalkışacağını sanmıyorum. Bizim Mamak tartışmalarımızın tam tersi oldu, bir bakıma. Marksizm bütün insan ve toplum bilimlerinin yerini almadı. O bütün diğer insan ve toplum bilimleri, Marksizmin yerini aldı. Marksizmin siyasî projesi yok artık. Ama bilimsel katkıları yaşıyor. Söz konusu siyasî projeden bağımsızlaştıkları için yaşıyor. Ayrı bir Marksizm etiketi altında değil, çağımızın ileri tarihçiliği, sosyolojisi ve antropolojisinde yaşıyor.  

- Advertisment -