[16 Nisan 2023] Bir muhayyel kriz ve sonra bir muhayyel kriz ve sonra bir muhayyel kriz daha. Dört beş yıl önce de aynı şeyleri söylediklerini unutmuşçasına: “İşte bu seçimi kaybetmeye tahammül edemeyiz!” Kaçıncı defa dinliyoruz, bu “son kavga” hikâyesini? Demokratik bir ülkede ve rejimde, nedir bu restorasyon korkusu? Alt tarafı bir seçim kaybetme olasılığı, nasıl bütün bir “karşı-devrim” umacısına dönüştürüldü? Ülkenin sürekli bir beka (= “devrim”in sürdürülmesi) atmosferinde yaşatılması, nasıl “artık bu nâzik koşullarda hiçbir çatlak sese, farklı fikire tahammül edilemez” diye diye alabildiğine darlaşmaya, katılaşmaya ve kendi içine kapanmaya götürdü?
21. yüzyılın şafağından bu yana, anayasa referandumlarını saymıyorum; altı genel seçim gördük ve yedincisine de bir ay kaldı. Bu arada iki de yerel seçim cereyan etti ve özellikle ikincisi, enikonu bir genel seçim mahiyetine büründü. İlk üç genel seçimde (2002, 2007 ve 2011) ve 2014 yerel seçimlerinde, herhangi bir anormallik haleti ruhiyesi yoktu (ya da, anormallik ve “son kavga” hali, daha çok ülkenin laik-Kemalist-solcu mahallesine aitti). 3 Kasım 2002 seçimleri oldu. AK Parti iktidara geldi. 22 Temmuz 2007 ve 12 Haziran 2011 seçimlerini de kazandı ve iktidarını korudu. Bu yıllarda AKP kendi dışına açıktı. Dışarıda Avrupa ile, içeride liberal-demokrat aydınlarla ittifak aradı ve kurdu. Bu temelde, askerî-bürokratik vesayetin geriletilmesi açısından büyük bir demokratikleşme yaşandı. Ülke ferahladı. Her şey konuşulabilir, tartışılabilir oldu. Basına ve televizyon kanallarına çok-sesli bir canlılık yasadı. İktidar medyası, çok ince eleyip sık dokumadan, illâ yüzde yüz bizim ve bizden olsun demeden, farklı görüş ve kişiliklere yer verdi. Hükümet açısından, o sırada herhangi bir otoriterleşme belirtisi gözlenmedi.
Durum 2011’den 2015’e giderken değişmeye başladı. Gülencilerle ittifakın bozulması, AK Parti’yi yargı ve bürokraside temelsiz, dayanaksız bıraktı. Dolayısıyla bu boşluğu bir an evvel kendi güçleriyle doldurma endişesine sürükledi. Aynı dönemde, iktidardan nemalanmanın beraberinde getirdiği yolsuzluklar, rant kavgaları ve yeni burjuvalaşma (ya da İslâmî ilk birikim, mülksüzleştirme ve sermaye transferi) süreçleri de, tabanda yıpranmayı besledi. Hepsi bir arada, zıt trendlere yol açtı: Bir yanda otoriter tekelleşme ve diğer yanda, buna karşı çoğulculaşma arayışları türedi.
Bu çerçevede, 2015’te iki seçim oldu: 7 Haziran ve 1 Kasım. 7 Haziran 2015 seçimlerinde (henüz parlamenter sistem çerçevesinde) AKP mecliste mutlak çoğunluğu kaybetti. Sonrasında, başbakan ve (nominal) parti lideri sıfatıyla Ahmet Davutoğlu koalisyon (ve tabii, CHP ile koalisyon) arayışlarına girdi. O dönem, CHP’siyle, HDP’siyle ve seçkin sol aydınlarıyla, muhalefetin Büyük Aptallık Ayları olarak anılmaya lâyıktır. AKP’ningörece demokrat-reformcu kanadınıkendi elleriyle sıkıştırıp, yokedip iktidarı Erdoğan’ın kucağına ittiler. Kürt hareketi içinde, Selahattin Demirtaş ve benzerleri daha o aşamada Erdoğan’ı (ve AK Parti’yi) baş düşman ilân etti. CHP de aynı şekilde, çok erken bir hesaplaşma ve intikam havasına girdi. Devirmecilik davulları çaldılar; asla olamayacak derecede maksimalist taleplerde bulundular (Kılıçdaroğlu’nun 14 koşulunu hatırlayın). Bir kısım entellektüeller de asla AKP ile koalisyon yapmayın, CHP+MHP+HDP koalisyonu olsun diye, zırvalık düzeyinde imkânsız bir formül ortaya atmak suretiyle yangına körükle gitti. Marksist solun “tek yol devrim” kalıntısı bir damarı, oldum bittim merkezci koalisyonlara düşmandır zaten, “düzen”i güçlendireceği gerekçesiyle. Bunun bir örneği, 1977-80 yıllarında, yaklaşan darbeyi önleyebilecek biricik çare olan AP-CHP, Demirel-Ecevit yakınlaşmasına, “sınıf ihaneti” gerekçesiyle karşı çıkmalarında görülmüştü. Aynı darkafalılığı 2015’te de tekrarladılar. İki merkez (merkez-sol ve merkez-sağ) partiyi birleştirmek yerine, merkez-sol partiyi aşırı-sağ ve aşırı-sol partilerle birleştirmek gibi, nasıl tarif edeceğimi bilemediğim bir saçmalığa yöneldiler. Bu da Davutoğlu’nun bir “red cephesi” duvarına toslaması anlamına geldi.
Çok kötü oldu, çünkü o sırada, biliyoruz, hemen bütün aklı başında AK Partililer umutlarını bu AKP-CHP koalisyonuna bağlamıştı. Sırf AK Parti’nin daha fazla erimemesi ve ayakta kalması umudu değildi bu; aynı zamanda, 2002-2011 arasındaki görece demokratik karakteri ve çizgisini sürdürmesi umuduydu. Bunun alternatifi ise Erdoğan’ın hem parti içinde, hem hükümette tek adamlığa yönelmesiydi. Muhalefet (ve bilhassa CHP) bunu azıcık idrak etseydi, Davutoğlu’nun uzattığı eli bırakmaz, tutar ve çekebildiği kadar kendine çekerdi. Zıddında, Davutoğlu’nun alternatif bulamaması, Reisi ve Reisçileri güçlendirdi. 1 Kasım 2015 seçimlerinde AKP tekrar mutlak çoğunluğu yakaladı ve sonrası çorap söküğü gibi geldi. Pelikan Grubu’nun beklenmedik saldırısı, gafil avlanan Davutoğlu’nun istifaya zorlanmasında önemli rol oynadı. Erdoğan doğrudan parti lideri oldu ve 15 Temmuz 2016 darbesinden sonra, MHP’nin desteğiyle, bilinen bütün başkanlık sistemlerinin ötesindeki, hemen hiçbir denge ve denetleme mekanizmasını içemeyen, kuvvetler ayrılığı diye bir şey bırakmayan, şimdiki başkanlık sistemini kurdu.
Velhasıl, muhalefetin hatâları, hele 2015’teki hatâları çok tâyin edici bir rol oynadı, son sekiz yılın böyle şekillenmesinde. Fakat buradan esas konumuza dönersek; AK Parti’nin “son kavga” söylemi de bu süreçte, esas 1 Kasım2015 seçimleriyle başladı. Oradan genişleyerek 24 Haziran 2018 genel seçimlerine, 2019 yerel seçimlerine (özellikle İBB seçiminin tümüyle gerçek dışı gerekçelerle, Yüksek Seçim Kurulu’na siyasî baskı yoluyla tekrarlatılmasına) ve nihayet şimdiki 14 Mayıs 2023 seçim kampanyasına taşındı. Başka bir deyişle, iktidarın otoriterleşmesine bire bir paralel yürüdü. Hele 15-16 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra, otoriterleşme ile kaybetme korkusu tamamen örtüştü, içiçe geçti. Kaybetmekten korktukça otoriterleştiler, otoriterleştikçe kaybetmekten daha fazla korkar oldular. Artık her seçim olağanüstülük terimleriyle anlatılır oldu. Darlaşma iktidar medyasına da yansıdı. Faraza televizyon kanallarına kim çağrılacak? Hangi konuklar güvenli, hangi konuklar tehlikelidir? Önce, yüzde 50 farklı şeyler söyleme ihtimali olanlar gitti. Sonra yüzde 25-30’lar gitti. Sonra yüzde 10-15’ler gitti. Sonra yüzde 5’ler, 4-3-2-1’ler de gitti. AK Parti kendi konuşur, kendi dinler hale geldi.