Eşinden dinlemiştim. Kocası hiçbir özel gününü kutlamıyormuş. Bir gün canına tak etmiş ve dikilmiş karşısına: “El âlemin kocası her gün karısına bir sürpriz yapıyor. Sen bugüne dek bana bir çiçek bile almadın!”
Bunu nasıl bir ses tonuyla söylediyse kocasından çıt çıkmamış. Fakat bu durum kocasının içine gizliden gizliye dert olmuş.
Gel zaman, git aman bir gün kapı çalmış. Açtığında kocasının eli arkasında bir şey tuttuğunu görmüş. Şöyle yana eğilip bakınca ne görsün, bir demet çiçek! Tabii ki çığlık atmaktan başka çaresi yok. Kocası, bu aşırı sevinç karşısında çiçeği karısına uzatırken “Bunu bir başkasına anlatırsan, seni gebertirim!” demiş.
Bir çiçek vermek bu kadar mı zor? Anadolu insanı işte. Duygularının açığa çıkması ona göre bir kişilik zafiyeti. Onu böyle düşünmeye iten faktör ise içinde bulunduğu kültürden kaynaklı ‘toplumsal bask’ıdır. Zira ‘Taş Fırın erkeği’ bu topraklarda her zaman makbul bir karakterdir. Dizilerimize, şarkılarımıza boş yere girmemiştir.
Seçim süreciyle ilgili Alper Görmüş ’ün Serbestiyet’ teki iki yazısını okuyunca aklıma geldi bu hikâye. Görmüş, “Tercihlerimizi beyan ettiğimizde bunun bize ‘toplumsal baskı’ olarak döneceğini düşünüyorsak tercihimizi “gizleriz ya da çarpıtırız” demişti.
Özellikle ‘çarpıtma’ tespiti çok hoşuma gitti. Görmüş, her iki kavramı oy verme davranışı bağlamında kullansa da ben kendi malımmış gibi daha geniş bir çerçevede yorumlayacağım.
‘Tercih’, ‘duygu’, ‘sorumluluk’ ve isterse ‘hedef’ olsun; bunları ‘gizleme’ veya ‘çarpıtma’ tamamen kültürel dinamiklerle ilgilidir. ‘Toplumsal Baskı’ da bu dinamiklere paralel olarak şekillenir.
Batı kültüründe gençlerin ebeveynlerin önünde birbirlerine sarılmaları ne kadar doğalsa, Doğu’da bir kişinin babasının yanında çocuğuna sarılması bir o kadar ayıp karşılanır.
Tersini düşünmek de mümkündür. Doğu kültüründe bırakın akrabayı, komşunun bile evde misafir edilmesi ne kadar doğalsa, Batı’da bir gurbetçinin otel yerine yakın bir akrabasının evinde konaklaması bir o kadar anormaldir.
Eski Fransız rahip Abbe Pierre ile bir genetikçi olan Albert Jacquard’ın karşılıklı konuşturulduğu ‘Mutlak’ isimli kitapta, kavramlar konusunda şöyle bir tespit yapılır:
“ ‘Kilise’ sözcüğü yorulmuş sözcüklerden biridir. Bu sözcük yirmi kişi tarafından kullanılsa, yirmi farklı kavram çıkar. Birileri için Teresa Ana’dır; diğerleri için köyün çan kulesi ve daha başkaları için Engizisyon ’dur.”
Bu ifadeden mutlak ve kesin diye bir şeyin olmadığını anlıyoruz. Yani bir sözcük ona yüklediğimiz anlam kadar vardır.
Bizdeki ‘Beka’ sözcüğü de yorulmuş sözcüklerden biridir. Kimine göre ölüm kalım meselesi, kimine göre oy toplama taktiği, kimine göre de dört harfli bir kelimedir.
Bu sebeple, toplumsal ilişkileri, kendimizce anlamlandırdığımız kavramlarla yorumlamak sağlıklı olamaz. “Bunu aşmanın yolu empatiden geçer,” demek de yeterli değildir. Empati ancak aynı kültürel ve düşünsel kodlar içerisinde başarıya ulaşır.
Lideri kutsamak, şeyhe biat, aşiret liderine itaat, etnisitecilik gibi olgular sırf karşı çıkmakla anlaşılmaz. Bunun yolu ‘Hermenötiksel Düşünce Yöntemi’dir. Bu yöntem metnin içine girip biraz da olsa ona teslim olmayı esas alır. Yani İbranice bilmek ‘Tevrat’ı tercüme etmek için yeterli değildir. Az da olsa ‘Tevrat’a iman etmek bu işin olmazsa olmaz koşuludur.
Kısacası olaylara hep aynı zaviyeden, daha doğrusu dışarıdan bakmak yanıltıcıdır.
Mesela askerlerimizin büyük bir ekseriyetinin Atatürkçü, Kemalist, milliyetçi veya ulusalcı bir çizgide olması bir tesadüf eseri mi? Ya da Fatih, Çarşamba’da yaşayan insanların İsmailağa Cemaati’ne yakın olması.
Bunun eğitim/öğretim veya coğrafyanın etkisiyle biçimlendiğinin hepimiz farkındayız. Ancak bir faktör daha var ki asla inkâr edilemez.
Biz buna kader (kimine göre şans) diyoruz. Mesela kendimi örnek vereyim… Eğer bir tarikat ortamında doğup büyümüş olsaydım, din anlayışım bugünkü gibi olur muydu, emin değilim!
Bu doğrultuda Cübbeli Ahmet Hoca’dan LGBT’ye, İlker Başbuğ’dan da tarikatlara kucak açmasını beklemek safdillik olur.
Dolayısıyla insanları kaderlerine göre yargılamak, ötekileştirmek ve aşağılamak adil midir?
Karşımızdakine katılmamak ile aşağılamak arasındaki çizgiyi itinayla korumalıyız.
Muhataplarımızı “bidon kafalı”, ‘göbeğini kaşıyan’ “kömürcü’, ‘makarnacı’, ‘gerici’, ‘cenabet’, ‘kâfir’, ‘dinsiz’, ‘milliyetsiz’, ‘dönek’ ve benzeri sözcüklerle sözde aşağılamak, onları alt edemediğimizin bir göstergesidir. Bu aynı zamanda olaylar karşısında kendi acizliğimizin de tescili demek olur.
Köyünden gelen adam denize donla, atletle girmişse bu onun suçu mudur? O köyündeki dereye de bu şekilde girmiştir. Ondan farklı bir davranış bekleyemezsiniz. Bu kişi annesi doktor, babası avukat bir kentli çocuğu olsaydı eleştirmekle haklısınız. Etrafına bakıp zamanla öğrenecektir. Adama kızacağımıza ona zamanında fırsat eşitliği tanımayan düzenle uğraşmalıyız.
Yukarıda sözünü ettiğim kitabın bir yerinde ise şöyle bir ifade geçer:
“İşsizliğin kabul edilmesi çok korkunç bir şeydir. Bu birisine kendisinin fazla olduğunu zannettirmektir.”
“Benim oyumla çobanın oyu bir mi?” diyenin de yaptığı böyle bir şeydir. Hâlbuki oy konusunda ‘fazla olduğu’ düşünülen o çoban olmasa sürü başsız kalacaktır.
Şunu hafızalarımıza yazmak zorundayız: Her canlının bir diğerinden farklı ve üstün bir yanı vardır. Genel bir kabulle parti liderleri yetenekli, çobanlar yeteneksiz diyemezsiniz!
Siyasi bir lideri “Önüne üç koyun koy, güdemez!” şeklinde aşağılamaya kalktığınızda, beğenmediğiniz o çobanın yeteneğini de kabul etmiş olursunuz.
Çobanın sürü liderliğini küçümsemek aynı zamanda sürüden beslenmeyi de yok saymaktır.
Böyle bir yaklaşım ise sizi her açıdan ‘proteinsiz’ bırakır.
Kitapta yabana atılmayacak bir tespit daha var:
“ABD’de siyah esirlerin, İncil’de durumlarının haksızlığını keşfetmemeleri için okumayı öğrenmeleri engelleniyordu.”
Demek ki burada kızılacak kesim asla ‘siyah esirler’ olamaz.
Bu nedenle siyasal aktörlerle yapılan bir mücadeleyi kaybedip hıncını destekçilerinden çıkarmak olur şey mi? Ancak bizde yapılan aynen budur.
“O da aklını kullansaydı da oy vermeseydi canım!” diyemezsiniz. Sizin ‘akıl’ dediğiniz şey aslında sizin tek taraflı kabulünüzdür. Zira size akılcı gelen şey içinde yaşadığınız kültürün dayatmasıyla vücut bulmuştur. Size rasyonel gelenin ona da gelmesi beklenmemelidir.
Kendini bütün hatalardan âri görüp bütün olayı bir başkasının üzerine yıkmak sorumluluk çarpıtmasıdır.
Haklılığımızı ve gücümüzü eşitlerimiz yani alttakiler üzerinden tatmin etmek sadece karşı tarafın direncini artırır.
Çare dinamiklerin kaynağına inmektir.
Victor Hugo “Alt sınıftaki sefalet üst sınıftaki insanlıktan çoktur” demiş.
Bu anlamda hesap sorulacak merci ‘alttakiler’ değil, ‘üsttekiler’ olmalıdır.
“Benim birey olarak ne gücüm var?” diyemezsiniz!
Cevabını Eski Rahip Pierre’den alalım:
“Siz, tüm iktidarınızla aslanlarsınız; biz ise pireyiz. Ama aslanların pireleri ısırdığı görülmezken, pirelerin aslanları ısırdığı bir gerçektir. Bizden korkmakta haklısınız; biz sizden daha güçlüyüz.”
Demokrasilerde ‘ısırmanın’ birçok yöntemi vardır.
Ancak her şeyden önemlisi eşitlerimizin bizden farklı tercihlerini çözmek zorundayız. Muhataplarımızı ‘Kim, nerede ve nasıl biçimlendiriyor?’ sorusu en büyük ipucudur.
Bulunacak yanıt doğrultusunda oluşturulacak yol haritası, hedef çarpıtmasını önlemek açısından oldukça önemlidir. Marjinal kişilikler üzerinden bunu genele yayıp bir kan davasına çevirmenin âlemi yoktur.
Bizlerin uğruna birbirimizi yediğimiz ‘dava’ denen şey, bir politikacı için ‘güç’ tür!
Sizin ‘asla’ şeklindeki itirazınızın bir politikacı nezdinde hiçbir önemi yoktur. Eğer varsa bu seçimdeki ittifakları açıklayamazsınız.
Netice itibariyle, Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turuna az bir süre kaldı.
Bu seçimi bir kişi kazanacak.
“Neden ille de o veya niye benim adamım değil?” diyerek kendimizi paralamak artık neticeyi değiştirmeyecektir.
Yani tek bir hakkımız var.
Bu fırsatı anlamsız yere heba etmek, sınırlı bir zamanın yok yere israfıdır.
Üstelik bu ülkede birimizle yaşamaya sadece mecbur olmak bir yana, mahkûmuz; mahkûm!..
Birbirimizi kandırmayalım. Kimsenin bir yerlere gideceği yok, aslında böyle bir yer de yok!
Bu seçimin sonucu içimize sinsin veya sinmesin; hayat devam edecek!
Gelin bir sonraki seçime kadar şöyle yapalım:
Hikâyemizdeki kocaya uyup, yalandan bile olsa birbirimizi ‘gebertmeyelim!’