Son üç gündür dolaştığım Diyarbakır, Mardin, Şırnak, Cizre ve ilçelerinde, bütün caddelerde Yeşil ve Sol Parti, AK Parti ve bir önceki seçimde yüzde 1-2’lerde oy alan CHP’nin afişleri var.
YSP afişlerinde slogan, vaat yok. Sadece yine “kendilerine oy vermeye” hazırlanan vatandaşlara mührü vuracakları yeni adresi gösteriyorlar.
1991’den bu yana 10 farklı partiyle seçimlere girmiş, okuma yazma bilmeyen seçmenlerine kısa, orta, uzun ipler dağıtarak bir seçim bölgesinde farklı bağımsız adaylara bile oy verdirmiş bir parti için, bu çok da zor bir iş değil.
Ama bu bölge esas sürprizi 14 Mayıs akşamı, gelenek bozulmayıp ilk sonuçlar yine doğudaki sandıklardan geldiğinde yapacak.
Rawest Araştırma’nın Diyarbakır, Van, Urfa ve Mardin’de yaptığı son araştırmaya göre Kılıçdaroğlu Diyarbakır’da yüzde 76,3, Van’da yüzde 73,8, Mardin’de yüzde 66, Urfa’da yüzde 40 alıyor.
Bu dört ilin ortalamasında ilk turda yüzde 62,4, ikinci turda ise yüzde 64,1 oy oranına ulaşıyor.
(2018 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bu dört ilde Demirtaş’ın oy oranı ortalaması yüzde 49,3, Erdoğan’ın yüzde 42,3’dü.)
Bu oran Şırnak’ta yüzde 76, Batman’da yüzde 75’i bulabilir.
Bu şehirlerde sadece Yeşil Sol Parti ve CHP seçmenleri Kılıçdaroğlu’na oy vermeyecek.
AK Parti, hatta HÜDAPAR seçmenlerinin bir kısmı da cumhurbaşkanlığında Kılıçdaroğlu’na mührü basacak.
Rawest’in araştırmalarına göre, daha önceki seçimlerde AK Parti ve Erdoğan’a oy vermiş büyükşehirlerdeki muhafazakar Kürt seçmenler de bu seçimde Kılıçdaroğlu’na doğru kaydı.
Peki, ne oldu da 2011 yıldan beri 7 seçimdir CHP lideri olarak girdiği seçimlerde bu bölgedeki pek çok ilde yüzde 1-2 oy alan bir siyasetçi, bir anda neredeyse herkesin adı üzerinde müttefik olduğu bir cumhurbaşkanı adayına döndü?
Bu sorunun cevabı, caddelerdeki seçim afişlerinin içinde dikkat çeken başka bir posterde saklı.
Diyarbakır’dan Cizre’ye doğru yol alırken, Diyarbakır, Mardin, Şırnak şehir merkezleri ve ilçe merkezlerinin en merkezi caddelerinde aydınlatma direklerinin hepsinde Erdoğan’ın fotoğrafı asılı.
Bunlar seçim için asılmış posterler değil.
Bazıları 2016’dan, bazıları 2018’den beri o direklerde sabit duruyor.
Yani kayyumların atandığı zamanlardan bu yana buradalar.
Erdoğan bu şehirleri ziyaret ettiğinde, yol boyu direklere “hoş geldin” demek için Türk bayrağı ve Erdoğan fotoğrafları asılmış, ama daha sonra bir daha kimse onları indirememiş.
Daha doğrusu indirmeye cesaret edememiş.
Bu yüzden posterler eskidikçe yenileriyle değiştiriliyor.
Bazı caddelerdeki posterler artık solmuş, neredeyse Erdoğan görünmüyor. Ama muhtemelen yenisi asılamadığı için onlara bile dokunulmamış.
Daha önce Hakkari ve Van’da da direklerdeki sabit Erdoğan posterlerini görmüştüm.
Bazı valilikler ve kayyum belediye başkanları, yıpranan posterleri sürekli yenilememek için çareyi çelik tabakalara basılmış posterlerde bulmuş.
Dışarıdan gelenlerin hemen gözüne batan, ama bu şehirlerde yaşayan insanların artık dönüp bile bakmadığı bir tuhaflık bu.
Halbuki benzeri, ancak birkaç kilometre ötedeki sınırın öteki tarafında Suriye, Irak ve İran’da görülebilir.
Ama artık herkesin alışmaya başladığı başka yeni normaller de var.
Seçim kampanyalarında AK Parti il başkanlarından daha çok çalışan valiler gibi.
Artık pek çok ilin valisi, Erdoğan’ın parti mitingi yerine, resmi toplu açılış töreni formatında yaptığı seçim mitinglerinde cumhurbaşkanından önce konuşma bile yapıyor.
Mitingleri bu formatta yaparak, resmi görevlilerin, memurların hatta öğrencilerin toplu açılış töreni kılığındaki mitinglere zorunlu olarak çağrılması sağlanıyor.
Mesela geçen hafta Cumhurbaşkanı, Konya Kılıçarslan Meydanı’nda düzenlenen “Karapınar Güneş Santrali, Bozkır Barajı ve Abdülhamit Han Caddesi ile Yapımı Tamamlanan Diğer Projelerin Toplu Açılış Töreni”nde konuştu.
Ama aslında konuştuğu AK Parti mitingiydi.
Aynı zamanda kayyum belediye başkanı olan bölge valileri ve kaymakamları ise, diğer valilerden çok daha rahat.
Geçen hafta Şırnak’ta AK Parti birinci sıra milletvekili adayı Arslan Tatar, Habur Sınır Kapısı’nda toplanan kalabalığın yanında Şırnak Valisi Osman Bilgin’i aradı.
Vali Bilgin, AK Partili adaya Habur sınır kapısındaki sorunların çözümü için destek verdi:
“Halkın refahı ve mutluluğunun sağlanabilmesi için sizin ve bizim gibi insanların olması gerekiyor. Sayın vekilimizin fikirleri bizim için çok çok önemli ve anlamlı.”
Alkışlarla karşılanan Vali’nin konuşmasını, henüz milletvekili olmayan aday Tatar, sosyal medya hesaplarından “Arslan Tatar talimatıyla Irağa giriş çıkış 24 saat yapıldı” notuyla paylaştı. Videonun sonunda da bir vatandaş AK Parti adayı için neredeyse oy isteyen valiye teşekkür etti: “Sayın Valim, sayın vekilim bu toprakların çocuğudur, bizim oyumuz namus şeref sözüdür, sayın vekilimizedir.” (Tekrar alkışlar)
Ama bu haber de artık kimseyi şaşırtmadı.
Geçen hafta TRT’nin haberlerinde parti liderlerine verdiği saatler ve dakikalar da açıklandı.
Buna göre TRT, geçen ay Erdoğan’a 32 saat 42 dakika 47 saniye, Bahçeli’ye de 25 saat 27 dakika 40 saniye ve Kılıçdaroğlu’na 32 dakika 23 saniye yer verdi.
Ama bu ilk kez olmuyor. 2015’lerden beri muhalefet TRT’de görünmüyor. Bu görünmezlik her yıl da artıyor.
Ama bu da artık haber bile değil.
Yavaş yavaş gittiğimiz yerin, yavaş yavaş yerleşmiş yeni normalleri bunlar.
Parti ile devlet arasındaki farklar artık öylesine kapanıyor ki, bu seçim kampanyasında muhalefet karşısında savaş gemisi, SİHA’lar, İHA’lar ve yerli tankı buldu.
Ama esas kötü haber bu değil.
Bizzat iktidara muhalefet etmek devlete karşı çıkmaya dönüşmeye başladı.
Erdoğan ve AK Parti, sadece taktiksel olarak bütün söylemini bunun üzerinde kurmadı; bizzat böyle de düşünmeye başladı.
14 Mayıs’taki seçimi darbeye benzetmek, “muhalefetin amacı Erdoğan’ı devirmek” gibi bir cümleyi hiç üzerinde düşünmeden söylemek, “muhalefet seçimi kazanırsa bağımsızlığımız tehlikeye girer” diyebilmek bu ruh halinin sonucu.
Muhalefetin seçimi kazanması neredeyse bir işgal kuvvetinin devleti ele geçirmesi gibi sunuluyor. Muhalefet iktidara gelirse ülkenin bölünme sürecinin başlayacağı söyleniyor. Akdeniz’deki kazanımlarımızı kaybedeceğimiz, Suriye’den çekileceğimiz, dış güçlerin o anda saldırıya geçeceği propagandaları yapılıyor.
Aylardır televizyonlar, sosyal medya üzerinde bunları dinleyenler, Whatsapp gruplarında daha da açıkça söylenenlerini okuyanlar, Erzurum’da karşılarında İmamoğlu’nu görünce bu ‘şeytanı’ taşlamaktan çekinmedi.
Peki, 14 Mayıs’ta Erdoğan bir beş yıl daha iktidarını korursa?
Erdoğan’ın yeni beş yılında, parti ve devlet arasındaki zaten delik deşik olmuş duvarın aradan çekileceği, otoriterleşmede bir üst seviyeye geçileceğini tahmin etmek için fazla kötümser olmaya gerek yok.
Bu sonuç, şu ana kadar otoriterleşme ve parti-devlet doğrultusunda atılan adımların onayı anlamına gelecek ve daha fazlası için de gaza basılacak.
Seçimden sonra kaybetmiş ve toplumsal desteği de azalmış muhalefet liderleri ve belediye başkanlarına, muhalefet adı altında devlete isyanlarının bedeli, İmamoğlu, Kaftancıoğlu davalarında ilk fragmanları görünen terör suçlamalı davalarla ödetilebilir.
Güneydoğu’daki kayyum modeli, içinde “terör” geçen suçlamalar ve hukuken artık çok rahat uydurulan davalarla bütün Türkiye’ye yayılabilir.
Zaten medyanın yüzde 70’ini elinde tutan, geri kalanı üzerinde de RTÜK ve Basın İlan Kurumu sopasını kullanan iktidar, bu sopanın şiddetini artırabilir.
Hiçbir sermaye sahibi, muhalif olan her şeyden nefret eden bir iktidarla geçecek bir beş yılda medyaya yatırım yapmaz.
En kötüsü de, ülkenin yarısını oluşturan, çoğunluğu gençler ve büyükşehirlerde yaşayan insanlardan oluşan muhalifler siyasete olan inançlarını kaybedebilir, bu hayal kırıklığı siyasi apati ve depolitizasyonla sonuçlanabilir.
Siyaset yapmak riskli bir iş haline geldikçe makul ve yetenekli insanlar siyasetten çekilebilir, siyaset alanı de sadece AK Parti ve ortaklarıyla, devletin onay verdiği yerli ve milli muhaliflere ve daha radikal partilere kalabilir.
İfade hürriyet, yargı bağımsızlığı gibi başlıklarda olabilecekleri son beş yıldaki fragmandan tahmin etmek zor değil.
Türkiye, demokrasiyi dert etmeyen Rusya ve Çin’e daha fazla yaklaşan, Batı’nın dediğini umursamayan bir ülke haline geldikçe de bu otoriterlik seviyesi artabilir.
Türkiye, vatandaşlarının yarısının ülkeye olan inancını kaybettiği, İran ve Mısır gibi yetenekli ve eğitimli insanlarının diasporada yaşadığı bir ülkeye dönebilir.
Karamsar tabloyu daha fazla resmetmeye gerek yok.
Yani özetle, Tunus’ta Gannuşi’nin terör suçlamasıyla tutuklanması gibi olaylar, artık İslamcıların Fatih’te protesto ettiği, ümmetin uzak otoriter ülkelerinde yaşananlar olmaktan çıkabilir.
Ama bu sefer İslamcılar ümmetin bu ülkesinde olan bitenleri Fatih’te protesto etmeyecektir.
Çünkü Erdoğan, Bizans ve Osmanlı’dan beri bu toprakların bir geleneğini yeniden hayata geçirdi; devlet ve dini birleştirdi.
Erdoğan artık bu siyasi teslisin sembolü. O yüzden Erdoğan’a karşı çıkmak devlete ve dine karşı çıkmakla rahatça karışabiliyor.
Seçim tarihi olarak 14 Mayıs’ın seçilmesi, köprüden önceki son çıkış öncesi ilahi bir uyarı gibi.
14 Mayıs 1950’de tek parti rejimine hayır diyerek demokrasinin kapısını açan bu toplum, 14 Mayıs 2023’de sonu tek parti rejimine çıkacak bir yola Türkiye’yi sokup sokmayacağına da karar verecek.
Bunun olmaması için ihtiyacımız olan şey ise sadece beş dakika…
Türkiye’nin beş dakikalığına bile olsa bir iktidar değişikliğine ihtiyacı var.
Yavaş yavaş bünyemizi ele geçiren, organlarımızı işlevsiz hale getiren bu otoriter uyuşma halinden kurtulmak için, beş dakikalığına bile olsa damarlarımızdan demokrasi akmalı, raydan çıkmış demokrasi treni beş dakikalığına olsa da raya geri döndürülmeli.
Belki tren hızlanmayacak, belki bir durak sonra duracak. Ama rayına girmiş olacak. Kontrol yeniden toplumun eline geçecek.
Bunun için iktidarın değişebilir olduğu fikri acilen beş dakikalığına bile olsa yeniden hatırlanmalı.
O beş dakikada, normalleşen tuhaflıklar yerini mevsim normallerine bırakmalı:
İktidar kimseye ait değil, kimsenin tapulu malı değil, kimse devlet demek değil, hiç kimse vaz geçilmez değil, ülkenin ayakta kalması ve bölünmemesini, dini mübini İslam’ın selametini bir partiye ve lidere borçlu değiliz.
O beş dakikalık ara o kadar kritik ki; Erdoğan bile iktidarı sadece beş dakikalığına kaybetse ve sonra yeniden iktidar olsa beş dakika önceki Erdoğan olmayacaktır.
Bu toplumun protesto geleneği yok. Devletin karşısında sivil toplumun şansı çok az.
Vatandaş olarak varlığımızı gösterebileceğimiz, “biz buradayız” diyeceğimiz elimizdeki tek fırsat sandık.
Kayyumla yönetilen şehirlerdeki aydınlatma direklerindeki sabit posterler, bundan sonra gidebileceğimiz yeri gösteren yön tabelalarına benziyor.
150 yıllık Meclis, 75 yıllık demokrasi tecrübesi olan bu toplum, komşularımızın gidip kaybolduğu ve on yıllardır da geri dönemediği o tehlikeli yere gitmeyi hak etmiyor.
Sadece beş dakika…