Ana SayfaANALİZLERKİTAP: Suriyeli sığınmacılar: Çok bilinen yanlışlar ve az bilinen doğrular

KİTAP: Suriyeli sığınmacılar: Çok bilinen yanlışlar ve az bilinen doğrular

Suriyeliler neden ülkelerinde kalıp savaşmadılar? ‘Bizim askerimiz orada onlar için savaşırken onlar burada…’ demek doğru mu? Savaş varsa nasıl bayramlaşmaya gidiyorlar? Prof. Dr. Bekir Berat Özipek ve Dr. Faik Tanrıkulu “Geçmişten Günümüze Türkiye’de Göç ve Suriyeli Sığınmacılar: Algılar, Olgular ve Gerçekler” adlı yeni kitaplarında Suriyeli sığınmacılar hakkında çok bilinen yanlışlar ve az bilinen doğruları anlatıyor.

Suriyeli sığınmacılar, yıllardır Türkiye’de savaşın ve savaş sonrası travmanın etkilerini atmaya, aileleri için güvenli bir ortam oluşturmaya ve ayakta kalmaya çalışıyorlar. Fakat işleri kolay değil, çünkü birçok soruna, yer yer psikolojik ve fiziksel şiddete maruz kalıyorlar. Onlarla ilgili çok sayıda temelsiz iddia, yaygın dezenformasyon ve sonuçta biriken önyargı ise durumlarını daha da zorlaştırıyor.

Suriyeli sığınmacılar ve göçmen hakları konusundaki çalışmaları ve yazılarıyla öne çıkan iki bilim insanı, Prof. Dr. Bekir Berat Özipek ve Dr. Faik Tanrıkulu Nobel Yayınevi’nden çıkan “Geçmişten Günümüze Türkiye’de Göç ve Suriyeli Sığınmacılar: Algılar, Olgular ve Gerçekler” adlı yeni kitaplarında işte bu iddia ve dezenformasyonları mercek altına alıyor, bir nevi Suriyeli sığınmacılarla ilgili söylenenlerin bir “fact-check”ini yapıyorlar.

Kitabın birinci bölümünün başlığı “Yanlış yargılara karşı doğruyu temellendirmek.” Bu bölümde Suriyeli sığınmacılara yönelik ayrımcılığın tarihi kökenleri ve güncel sebepleri ele alınırken, en yaygın yanlış yargı kalıplarına karşı da hak temelli perspektiften ve tarihsel örneklerden hareketle makul cevaplar üretiliyor.

İkinci bölüm ise “Olgusal olarak gösterilebilir yanlışlara odaklanmak” başlığını taşıyor ve yanlış veya yalan bilgilerle sıkça doğru sanılan dezenformasyon kalıplarının, objektif veriler ve rakamsal bilgilerle çürütülerek, onları doğru bilgilerin verilmesi amaçlanıyor.

Biz de yazarların izniyle önce (bugün) “Yanlış yargılara karşı doğruyu temellendirmek” başlığı altındaki soru ve cevapları; sonra da (yarın) “Olgusal olarak gösterilebilir yanlışlara odaklanmak” başlığı altında sorulan soru ve cevapları kısaltarak yayımlıyoruz.

***

Evrensel Bir Günah Keçisi Olarak “Yeni Gelenler”

Dünyanın her yerinde, göçle gelenlere karşı, olumsuz tutum almaya hazır kişi ve gruplar vardır ve koşullar elverişli olduğunda gündelik hayatın içinde ayrımcı ve dışlayıcı tutumlardan zarar verici eylemlere kadar ulaşır.

  “Yabancılara duyulan nefretin daima, insanın kendisine  karşı duyduğu nefretle bir ilişkisi vardır. İnsanların, başka insanlara neden acı çektirip, onları neden aşağıladıklarını anlamak istiyorsak, önce kendi içimizde yer alan, tiksindiğimiz şeylerle uğraşmalıyız.” Arno Gruen, İçimizdeki Yabancı [1]

Etnik dini, kültürel, cinsel, siyasi kimlik farklılıklarına ilişkin algılar her zaman azınlıklara, göçmenlere, sığınmacılara ve yabancı işçilere karşı olumsuzlukların kaynağı olur.

Ötekine atfedilen olumlu ve olumsuzluğun dozu veya düzeyi, her tarihsel ve toplumsal bağlamda farklılıklar arz etse de sonuçları benzer olagelmiştir. Herhangi bir insan grubunun herhangi bir sebeple “öteki” olarak kodlanması, şeytanlaştırılması, onların haklarının gasp edilmesini de kolaylaştırır.

Sığınmacılara, göçmenlere ve kırılgan gruplardan diğer bireylere yönelik düşmanca tutumların güçlenmesi, onları ekonomik, psikolojik, cinsel ve başka açılardan sömürebilmek için fırsat bekleyenlere, onların karşı koyma iradesini kırmak isteyenlere, elverişli bir zemin ortaya çıkarır ve fırsatlar sunar.

Siyasi rekabette azınlıkları, mültecileri ve göçmen işçileri araçsallaştırarak siyasi avantaj sağlamak isteyen partiler, gruplar ve çevreler de bu sahnede yerini alır. Özellikle ekonomik kriz dönemleri, yabancılara yönelik insani yardımlar üzerinden gayri ahlaki bir siyasi avantaj sağlamayı tercih eden ayrımcı, ırkçı ve milliyetçi partilere geniş bir propaganda alanı açar.

  Ayrımcılığın dili ve klişeleri: Cinsellik örneği Dünyanın her yerinde, tıpkı hak temelli perspektifin dili gibi, ayrımcılığın dili ve klişeleri de birbirine benzer. Hem de cinselliğin kullanımına varıncaya kadar. Aslında tüm yapılan, özellikle erişkin erkek canlılar arasındaki içgüdüden yararlanılmasıdır. Bu bağlamda göçmenler, sığınmacılar sıklıkla cinsel açlık veya taciz tehdidiyle özdeşleştirilmeye çalışılır. Aşağıdaki çizim ve kalıplar, göçmenlerin cinsellik üzerinden şeytanlaştırılmasının örneklerinden. İlki, Batı Demiryolu inşaatında çalışan Çinli işçileri resmeden 1889 tarihli bir karikatür. Beyaz bir kadına tecavüz edip öldüren Çinli işçi üzerinden tüm Çinliler ve Uzakdoğulular “sarı tehlike”[2] olarak resmediliyor (Gerçekte Çinliler, demiryolu işçileri arasında belki de en “uyumlu” olanlardı; çok çalışan, erken uyuyan, az ücret alan ve suç oranı düşük bir gruptu).   İkincisi ise Charlie Hebdo dergisinin Ege kıyılarında boğularak ölen Aylan bebek (Aylan Kürdi) ile ilgili karikatürü. Mizahın en kötü halinin, kırılgan grupları düşmanlaştırmak için kullanılmasının başarılı bir örneği olan bu karikatür, kıyıya vuran cansız bedenine ait bir çizimle birlikte Aylan’ın büyüdüğünde tacizci olacağı mesajını veriyor.

Türkiye’nin Göçlerle Şekillenen Tarihi

Türkiye tarihinin aynı zamanda bir göç tarihi olduğu sıkça dile getirilir. Gerçekten de bilinen zamanlardan itibaren Anadolu, göç alan bir yer olagelmiştir. Onuncu ve On birinci Yüzyıllarda Türkler Anadolu’ya gelen ilk kavim değillerdi ve son da olmadılar.

Modern zamanlarda ise göçler, ağırlıklı olarak Osmanlı Devleti’nin toprak kaybetmeye başladığı son üç yüzyıl boyunca yaşandı. Balkan, Kafkas, diğer Osmanlı toprakları ve İslam coğrafyasından milyonlarca insan, dalgalar halinde ülkeye göç etti.

Göçmenlerin sorunları güvenli topraklara ulaştıklarında da sona ermiyordu. Doğup büyüdükleri toprakları, evlerini, sahip oldukları bütün maddi birikimi, emlak ve emtiayı, mezarlarını ve anılarını geride bırakıp hiç bilmedikleri bir yere doğru göçe başlamak Rumeli ve Kafkas muhacirleri için de Kırım Tatarları ve Yahudiler için de Uygur Türkleri ve Gürcüler için de ve diğer tüm gruplar için de aynı ölçüde sarsıcıydı. Bazı dönemlerde ardı arkası kesilmeyen muhacir gruplarına başlarını sokacakları bir çatı altı bulmak bile mümkün olamamış, İstanbul’un Ayasofya ve Sultanahmet gibi büyük mabetleri ve sarayları muhacirlere açılmıştı.

Bugün Türkiye nüfusunun önemli bir bölümü, tarihin bir döneminde göçmen olan insanlar veya onlarla akrabalık bağı kurmuş bireylerden oluşuyor. Çin ve Moğol yayılması sürecinde Batıya göç eden ve Anadolu’yu yurt edinen Türklerin ardından, bin yılı aşkın bir süre içinde, çeşitli dönemlerde yoğunlaşıp azalsa da hiç bitmeyen göç tecrübeleri yaşandı.

Bugün nüfusun önemli bir bölümü kendisini göçmen olarak tanımlamıyor. Bununla beraber kendisini üç veya beş kuşak sonra bile göçmen olarak tanımlayanlar da var ve hepsi birlikte Türkiye toplumunu oluşturuyorlar.

Türkiye’de Geçmişten Günümüze “Muhacir” Algısı

“Muhacirlere iyi davranalar da varmış ama ‘pinti muhacirler, gelip bizim yerlerde oturuyorsunuz, kara güğümlüler, aç muhacirler” diyenler de. Bizimkiler o zaman üç etekli elbiseler giyermiş. ‘Kuyruklu muhacirler’ diyerek alay ederlermiş. İspir’de bir nine dut ile cevizi dövüp, yumurta kadar yapıp muhacir çocuklara verirmiş. [Bu onları] akşama kadar tok tutarmış.”

Ülkü Önal, Ahıska Türkleri Muhacirlik Hatıraları

Her göç ayrı bir trajediyi yansıtmakla beraber, hangi dönemde yaşanmış olursa olsun, hepsinin birbirine benzeyen yanları fazladır.

Gürcü Göçü ile Çerkez göçünün, Ahıska Türkleri ile Rumların; Balkan Türkleri ve Pomaklarla Ezidilerin, Doğu Türkistanlı Uygurlarla Kırımlı Yahudiler ve Tatarların, Hemşinliler ve Boşnaklarla Araplar ve Ermenilerin trajik göç hikayeleri birbirine benzer. Göçle beraber gelen güçlükler, baş edilmesi gereken olumsuz yaklaşım ve tutumlarla, göç edenlerin kendilerine ve ailelerine güvenli bir liman ararken yaşadıkları da öyle. 

Bursa’da dalgalar halinde gelen göçlerle ilgili olarak Raif Kaplanoğlu’nun dile getirdiği sorunlar, aslında başka zamanlarda ve yer veya gruplarda da ortaktı:

“Köylerindeki en önemli kültürel sorunlardan biri kuşkusuz dil olmuştu. Göçmenlerin büyük bir bölümü, ekmek-su isteyecek kadar bile Türkçe bilmeden Bursa’ya yerleşmişti. Pomak, Arnavut, Boşnak, Gürcü, Abaza, Çerkeş, Dağıstan, Girit, Yanya, Preveze göçmenleri ile Çingenelerin yaşadıkları dil sorunları önemli bir kültürel sorun olarak yıllarca etkisini göstermiştir.”[3]

Şimdilerde Suriyelilerle ilgili tartışmaların benzeri, geçmişte başka göçmenlerle ilgili olarak da yaşanmıştır. Hem de çoğu kez suçlama kalıplarının zamanı aşan şaşırtıcı bir benzerlik arz etmesine kadar.

Geçmişten günümüze, muhacirlere karşı ülkenin her yerinde bireysel biçimde veya beraberce destek olmaya çalışan, para, erzak ve bazen mülk ve toprak bağışlayan ve onların yeni geldikleri yerde hayata tutunmaları için asgari de olsa bir güvence sağlamaya çalışanlar olduğu gibi, onları istemeyen, ayrımcılık yapan, saldıran ve yaşama hakkı dahil, onlara yönelik hak ihlallerinde bulunanlar da olmuştur. Tarihi kayıtlar, her iki yaklaşım tarzının ve tutumun örnekleriyle doludur.

’’ Samiha Ayverdi, Hey Gidi Günler Hey[4]

Örneğin “93 Savaşı” sırasında iskân memurları tarafından Tokat’a yerleştirilen göçmenlerden dolayı rahatsızlık duyan “Tokat kazasının Müslüman ve Hıristiyan ahali temsilcileri, 1878 yılında İstanbul’a çektikleri tellerle kaza dahilinde muhacir iskanı çalışmalarının durdurulmasını istemişlerdir.”[5] Ancak çok muhtemeldir ki, aynı anda Tokat’ta onlarla dayanışma sergileyen “Müslüman ve Hıristiyan ahali” de mevcuttur. Öyle ki, onlar arasında malını ve toprağını muhacirlere bağışlayanlar da mevcuttur. Nedim İpek, Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri 1877-1890 başlıklı çalışmasında bunun örneklerine de yer verir:

“… yerli ahalinin muhacirlere arazilerini hibe ettiğini görüyoruz. Mesela, Halid Bey kerimesi Saadet Hanım, Edirne’nin Habipler Köyündeki 1.200 dönüm arazi ve merasını Bulgaristan muhacirlerine hibe etmiştir. Hacı Mehmet Ağa ve Abdullah Efendi, Eskişehir-Ankara Demiryolu güzergahında bulunan toplam 540 dönüm arazileri ile dört mesken ve müştemilatını muhacirlere hibe etmişlerdir.”[6]

Göçmenlerin ve muhacirlerin de yeni göçmenlere karşı tutumları her zaman kucak açıcı ve onları anlayıp dayanışma sergileyen tarzda olmadı. Bazen yerli hakla göçmenler, bazen de önce göç edenlerle sonra gelen göçmenler arasında sorunlar yaşandı.

  “Kentin yerlileri arasında ciddi hoşnutsuzluk” 93 Muhacirleri Bursa’da…  “Bursa, son yıllarda aldığı göçle öylesine büyüdü ki, nüfusu neredeyse ikiye katlandı. Son tahminlere göre Bursa’nın kent nüfusu 78-80 bin arasında… Türk-Rus Savaşı’ndan sonra Bulgaristan ve Dobruca’dan kitleler halende gelen ve (…) birkaç ay gibi kısa bir sürede 40 bin kadar muhacir, kentin yerlileri arasında ciddi bir hoşnutsuzluğa yol açmıştır.” Paul Lindou’nun Bursa gözlemi, 1897[7]  

Ancak geçen zaman içinde çatışma eğilimi zayıfladı ve yerini barışçı birlikte varoluşa bıraktı. Kaplanoğlu’nun Bursa’dan verdiği örnek, diğer pek çok yer için de geçerli görülebilir. Yazar, dışlayıcı yaklaşımın zamanla son bulmasını şöyle anlatır:

“Özellikle Girit, Yanya ve Preveze Göçmenleri dil bilmediklerinden çok güç Türkiye’ye uyum sağlamıştı. Bu göçmenler[in “]Rum muamelesine tabi tutulduğu, uzun yıllar birbirlerine asla kız alıp vermedikleri ve ayrı kahvehanelerde oturup bütünleşmedikleri, sözlü kaynaklarca aktarılmıştır. Hemen her köyde Pomaklarla, Dramalılar veya Yerliler ile Langazalıların çatıştığı görülür. Bazı köylerde bu çatışmalar 15-20 yıl gibi kısa sürmesine karşın büyük bölümünde çok uzun yıllar sürmüştür. Göçmenlerle yerliler, birbirlerine kız alıp-vermeye başlayınca, guruplar arasında çatışmalar yavaşlamış ve zamanla yok olmuştur.”[8]

İçinde bulunduğumuz 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde de yeni bir göç dalgası yaşandı. Suriye’deki Esad Rejiminin demokrasi ve özgürlük taleplerini şiddet kullanarak bastırması ve ona karşı direnişle başlayan çatışma ve katliamlarla devam eden süreç, 4 milyon insanı bir anda Türkiye’ye savurdu.

Suriyeli sığınmacıların (veya başka/tarihsel bir ifadeyle muhacirlerin) karşı karşıya bulundukları sorunlar, geçmişten günümüze yaşanan tüm göçlerde muhacirlerin karşılaştıkları sorunlarla benzeyen ve benzemeyen yönleri var.

Benzer yönlerden birini, göçün, savaş sonrası travmanın, bölünmüş ailelerin ve kaybedilen aile fertlerinin trajedisi oluşturuyor. Suriyeli sığınmacılara yönelik olumlu ve olumsuz yaklaşım ve tutumlar ise tüm kitlesel göçlerde yaşananların benzerini veya bir tür tekrarını ifade ediyor.

Farklı yönlerin başında ise, geçmişte hiçbir gruba yönelik olarak kullanılmayan ölçüde yoğun bir şeytanlaştırma, dehümanize etme ve hedef göstermenin Suriyeli sığınmacılara yöneltilmiş olması.[9] 

Suriyeli sığınmacılarla ilgili algı ne olursa olsun, onların durumunu, örneğin onların ne kadarının kalıp ne kadarının ayrılacağını hayatın doğal akışı belirleyecek. Tıpkı yüzyıllar boyunca yaşanan diğer göç ve sığınma süreçlerinde olduğu gibi. Bu anlamda sürecin sağlıklı biçimde yürütülmesi, hak sahibi bireyler olduğu gerçeğinin ışığında onlara insan onuruna yaraşır biçimde davranılmasına bağlı olacak.

  •  “Suriyeliler iyi” mi “Suriyeliler kötü” mü? Bunlardan hangisi doğru?

İkisi de doğru değil. Bu tür toptancı yargılar anlamlı değil; çünkü Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Alevi, Sünni gibi etiketlerin altında iyi ve kötü, adil ve zalim, bencil ve özgeci pek çok insan var. Bu anlamda iyi Türkler de var, kötü Türkler de tıpkı iyi Suriyeliler ve kötü Suriyeliler olduğu gibi.

İçinde dünyaya geldiğimiz kimliklere toptan iyilik ve kötülük atfetmek yanlıştır. Gerçek olan, onların içindeki bireylerdir. Onların da bazısı iyidir, bazısı değildir.

  “Her ülkede iyi insanlar var ve kötü insanlar da vardır” Başlık, Suriyeli bir kız çocuğuna ait. “Ben şimdi demek istediğimi dörtgen içine koymak istiyorum” diyor. Sade bir dille, çok temel bir insani gerçeğe işaret ediyor; hiçbir toplumun iyi ve kötü insanlardan oluşmadığını anlatmaya çalışıyor.  
  •  “Bizim askerimiz orada onlar için savaşırken onlar burada…” demek doğru mu? Ordu Suriye’de Suriyeliler için mi savaşıyor?

Her şeyden önce Türkiye ordusu orada Suriyeli mülteciler için savaşmıyor. Suriye için de savaşmıyor.

Resmî açıklamalar en geniş anlamda, “Türkiye’nin güvenliği”ne işaret ediyor. Bazılarına göre asıl amaç PKK’nın orada devlet kurmasını önlemek. Bazılarına göre Arap ve Türkmen yerleşimlerini işgal edip, Arap dünyasıyla bağını koparacak şekilde Akdeniz’e kadar bir şeridi ele geçirmesini önlemek. Bazılarına göre ise DAEŞ’den gelen saldırılara engel olmaya çalışmak veya onu bitirmek. Bazılarına göre ise Güney sınırını güvenceye almak ve oradan gelecek saldırıları önlemek.

TSK’nın orada olmasının sebebini doğru veya yanlış bulabilirsiniz. Bu politikayı destekler veya karşı çıkarsınız. Ama tercihiniz ne olursa olsun, şunu bilmelisiniz ki sebep sığınmacılar değil ve Türkiye orada Suriyeliler için savaşmıyor.

  •  Suriyeliler neden ülkelerinde kalıp savaşmadılar?

Bir toplumun bütün unsurları savaşamaz; özellikle de toptan yok olma tehdidi varsa. Savaşabilecek durumda olanların savaşmamasının da objektif koşulları vardır.

Suriye halkı savaştan değil, katliamdan kurtulmak için yollara düştü. Suriye halkı zaten savaşıyordu ve Suriye’de halkı direnme hakkını kullanması için teşvik edip Esad’ın yeni yılı göremeyeceğini vadeden Batılı devletler, aslında sadece diktatörün hava gücünü yok etselerdi, halk savaşı rahatlıkla kazanabilirdi. Ama başta ABD olmak üzere, Esad rejimini gayrimeşru ilan eden ve Suriye halkını destekliyor görünen büyük devletler, bunu yapmadıklarında ne olacağını gayet iyi biliyorlardı.

  Gürcü göçü: 19. Yüzyıla, Rusya’nın işgaline ve Anadolu’ya göçe dair[10] “Gitmek mi zor kalmak mı zor seçemiyordu bir türlü. Yurtlarından, vatanlarından koparılıp atılmanın acısı okunuyordu yüzünde. … Korku değildi bu. Sadece derin bir endişe okunuyordu herkesin gözünde: Gelecek nesillerin tehlikeye düşmesi… çocukların kırılıp yok olması.”
  •  “Hiç değilse erkekler kalıp savaşmalıydı” diyenler haklı mı?

Bu yargıda içkin olan ve savaşı erkeklere özgü bir rol olarak algılayan yaklaşımı tartışmayı bir yana bırakacak olursak, birçok bakımdan hayatın gerçeklerine aykırı olan ve neredeyse tüm ailelerin ortadan ikiye bölünmesini gerektiren bir beklenti bu.

Halep’in görüntülerini hatırlayanlar, o insanların, katilleriyle savaşmak bir yana onları görmeyi bile başaramadıklarını da hatırlar. Peki uçaklar ölüm yağdırırken aşağıda durup ölmeleri mi doğru olurdu? Bu kararı vermek kolay mı? Siz kendiniz için serden geçseniz bile, çocuklarınız için de bu kararı verir miydiniz? 15 Temmuz gecesi İstanbul ve Ankara üzerindeki o F-16’lara karşı çaresizliğimizi düşünün. Ve onların durumuna bir de bu gözle bakın.

Öte yandan zaten böyle bir işlevsel iş bölümü, geçmişten günümüze bütün savaşlarda olduğu gibi, bugün de var. Suriyelilerin bir ordusu Suriye’nin Kuzeyinde Türkiye ordusunun desteğinde zaten savaşıyor ve en fazla kaybı da onlar veriyor.

  • “Neden ülkenizde kalıp savaşmadınız?” suçlaması, geçmişte Balkan, Kafkas ve diğer yerlerden göçmenlere de yöneltilmiş miydi?

Savaş, iç savaş ve işgal zamanlarında, katliam, tecavüz veya soykırım yakın bir tehlike olarak evin kapısına geldiğinde bile gitmeye karar vermek, geçmişten günümüze kimse için kolay olmamıştır.

Sadece vatan algısı nedeniyle değil; çıkılacak yolun ve ulaşılacak yerin aile ve çocuklar için arz ettiği belirsizlik ve tehditler dolayısıyla. Ama yanı başındaki kentte veya köyde yaşanan dehşetin “açık ve yakın tehlike” olarak kendisini hissettirme düzeyine bağlı olarak, bazen insanlar göç kararı almak durumunda kalmışlardır.

Yakın tarihte de Balkanlar ve Kafkaslardaki Müslüman halklar, Anadolu’nun Hıristiyan halkları açısından evini yurdunu terk etmek kolay bir karar olmamıştır. Devletlerin tehcir ve mübadele gibi kararları da ciddi tepkiler almıştır. İnsanları bulundukları yerde tutmaya çalışmak bir yere kadar anlaşılabilir bir politika olabilir. O yer, asgari bir temel güvenliğin sağlandığı ortamdır. Geçmişte çok zor şartlar altında, İstanbul’un saraylarından camilerine kadar tüm önemli merkezlerinin perişan hâldeki yüzbinlerce muhacirle dolu olduğu zamanlarda bile istenmeyen bugün de istenmemelidir.

  Artvin Muhacirlik Hatıraları Telaferli (Musul) komşuları dinlerken canlanan acı muhacirlik anıları [Y]aşlıların anılarıyla büyüdük. Bizim masallarımız onlardı. Ardahan bozgunundan sonra Ruslar karşı köyleri yakmaya başlayınca amcası ‘kaçın’ diye haber gönderiyor. Kasım-Aralık ayında Ardanuç ahalisi muhacir olmuş. Babası yollarda bilinmeyen bir yerde ölmüş. Evli ve çocukları olan ablaları da yollarda ölüyor. Altı aylık yola çıkan Hayriye Adapazarı’na geldiklerinde üç yaşındaymış. Ağabeyleri çalışmaya gitmiş. Annesi evde hasta yatıyormuş. Ağabeyleri gelmiş ki Hayriye ölü annesinin memesini emiyor. Ardanuç Sakarya köyünde dedem Adem ve ailesi muhacir olmuş. Karda patika yollardan ormanın içinden geçerek Çoruh’un kıyısına inmişler ki Osmanlı toprağına geçsinler (Yusufeli-Zeytincik Köyü). Köprüler uçurulmuş. Halatla karşıya geçiliyormuş. Keşke muhacirlik eskide kalsaydı. Ülkemizin etrafındaki komşularımız perişan olup bize sığınmasaydı. Musullu komşularım sınırı nasıl geçtiklerini aracılara ne kadar para verdiklerini anlatınca ağlamam geliyordu. İşid’in babasını gözü önünde öldürmesini bana bir hikaye gibi defalarca anlattı küçük. ‘Babam su istedi verdirmediler’ diyordu. Zenginler bir anda fakir olmuş her şeye muhtaç, ne zor durum. Buz gibi bir evde 15 nüfus soğukta oturmalarını görünce içim kan ağladı. Tecavüz olayları olunca kaçmışlar. Bu insanları küçük görmenin dışlamanın mantığını anlamıyorum. Ankara’nın soğuğunda küçücük çocukların ekmek sattığını görmek yüreğimi dağlıyor.”[11]  
  • “Hani orada savaş vardı? Bayramlaşmaya nasıl gidiyorlar o zaman?” demek doğru mu?

Suriyeliler bayramda sınır ötesine gidebildiklerine göre madem öyle neden orada kalıp savaşmıyorlar?

Her yıl yapılıyor bu tartışma ve her yıl da devlet makul bir açıklaması olduğu hâlde o açıklamayı yapmadığı için meydan ayrımcı ön yargıya kalıyor.

O Suriyeliler esas olarak dar bir alana, Türkiye, Rusya ve İran’ın Astana sürecinde oluşturdukları ‘Geçici Güvenli Bölgelere’ gidiyorlar. Suriye’nin her yerine değil.

Elbette tek bir amaç yok bu gidişlerde. Geçici güvenli bölgelerde geride kalanlarla bayramlaşmak için gidenler de var ve bu da meşru. Ama sığınmacılar açısından ana gidiş sebebi bu değil. Bayram yapacak hâlleri yok çünkü çoğunun.

Ama geride bıraktıkları var, ailesinden gelemeyenler, yakınlarını ve evlerini can havliyle ayrılırken yanına alamadığı eşyalar var…

  • Devlet bu ziyaretlere neden izin veriyor?

Sığınmacının en büyük korkusu şartlar değişmeden geldiği ülkeye geri gönderilmektir. Ama bir yandan da aklının, zihninin, kalbinin bir yanı hep oradadır ve şartlar değiştiğinde bir kısmı mutlaka döner. İmkân bulduğunda ise kısa süreliğine de olsa gidip gelmek ister.

Ama devletin bu ziyaretlere izin vermesi, sadece Evrensel Beyanname’nin tanıdığı haklarla, bu kapsamda ‘sığınmacıların seyahat özgürlüğüne saygıyla’ ilgili değil. Devlet, Suriyeli sığınmacıların ülkelerinden kopmalarını istemiyor; orayla bağlarını muhafaza etmelerini önemsiyor, sığınmacıların güvenli bulduklarında ülkelerine geri dönmeye ikna olabilmeleri için bu ziyaretleri bir fırsat olarak görüyor. Onların güvenli bölgeleri görüp, yaşanabilir bulurlarsa kalmaya karar vermelerinin yolunu açık tutmak istiyor.

 
  • Arapça tabelaları ve Suriyelilerin görünürlüğünü engellemek kabul edilebilir mi?

İnsanların kendilerini anadillerinde ifade etmeleri bir hak. Bunu iş yeri tabelası şeklinde kamusal olarak görünür kılmaları da saygı duyulması gereken bir insani talep ve çoğu kez ekonomik bakımdan da bir gereklilik.

Londra’da Türk bir manavın veya Sri Lankalı bakkalın kendi dillerindeki kocaman tabelaları, aynı kökenden insanlar arasında bir iletişim zemini oluşturduğu kadar, o insanların yaşadıkları ülkeye sevgi ve aidiyet duymalarını da beraberinde getiriyor. Onlara “Ben bu ülkede kendi dilimle, kültürümle birlikte var olabiliyorum” duygusunu veriyor.

Türkiye’de Suriyelilerin yaşam alanlarına yönelik her daraltma ve sınırlama, kısa bir süre sonra Avrupa’da ve dünyanın başka yerlerinde Türkiye kökenlilere yönelik aynı uygulama ve politikalar için mazeret olarak da kullanılacak.

Bize yabancı olan, öyle görülmesi gereken bir şey var aslında. O da bir etnik kimliğe, dine, mezhebe, ırkçıların gözüyle bakmak. Asıl yabancı görmemiz ve dışlamamız gereken bu olmalı; bu ülkedeki herhangi bir insan grubu değil.

  Çerkez muhacirlere Çerkezce bilen öğretmen “II. Abdülhamit, göçmenlerin dil ve kültürlerini geliştirmelerine önem vermiştir. Nitekim, Macaristan’ın bir iyi niyet belirtisi olarak Rumeli muhacirlerinden 4-10 yaş arası yedisi erkek, altısı kız olmak üzere on üç çocuğun eğitimini üstlenmek istemesini, bu çocukların ana dillerini unutacakları ve milli ahlaklarını kaybedecekleri sebebiyle kabul etmemiştir. (…) Balıkesir’de mekteb-i iptidai [ilkokul] yapılmış ve Çerkes göçmenlerinin çocukları için de Çerkes lisanına aşina bir hoca 400 kuruş maaşla tayin edilmiştir.”[15]  
  •  Suriyeliler ekonomiye yük mü oluyorlar yoksa yük mü alıyorlar?

Ekonominin dinamik doğasını anlayamayanlar, sığınmacıların veya göçmenlerin gelmesiyle ülkenin ekonomik kayba uğrayacağını düşünür. Oysa gelenler aynı zamanda yeni ekonomik aktörlerdir ve onlar da üretim ve tüketim süreçlerine katılır.

“Genellikle göçmen karşıtı fikirler, ekonomiyi sıfır toplamlı bir oyun olarak görür. Sıfır toplamlı oyun ekonomiyi sabit bir pasta olarak algılar ve her yeni gelenin bu pastanın bir kısmını talep ederek öncekilere daha küçük bir pay bırakacağına inanır” diyor Buğra Kalkan ve ekliyor: “[Oysa] pasta yeni gelenlerin katkıları ile büyümeye devam eder ve toplumdaki herkes bu refah artışından faydalanır.”

  •  Okulda Suriyeli çocukların varlığı eğitimin kalitesini düşürüyor mu?

Bazı aileler çocuklarının Suriyeli öğrencilerle aynı sınıfta bulunmamasını veya kendi çocuğuyla aynı sırada oturmamasını istiyorlar. Bunun çocuklarının eğitimini yavaşlatacağını düşünüyorlar.

Kuşkusuz anadili Türkçe olmayan bir çocuğa konuyu bir kez daha anlatmanın gerektirdiği durumlar olur ve bu da ilave bir zaman gerektirir.

Ancak farklı anadillerden ve kültürel arkaplanlardan öğrencilerin varlığı, onların birbirilerine kattıkları değerler, bu ilave zaman kaybını çok aşan bir kazanımı ve zenginleşme kaynağını ifade eder. Farklı etnik, dinsel, dilsel kimliklerin bir aradalığı, farklılıklarla bir arada yaşama iradesi, yeni duruma adaptasyon, esneklik ve farklı yeteneklerin koordinasyonu açısından da bireyi geliştirir; ki bu kaybedilen zamanla kıyaslanamayacak ölçüde değerlidir.

– Öğrencilerin kendilerinden farklı olan diğer öğrencilere bir arada olmaları, eleştirel düşünme ve problem çözme de dâhil olmak üzere gelişmiş bilişsel becerilere yol açar.

– Farklı bir öğrenci topluluğu daha zengin bir öğrenme ortamı yaratır çünkü öğrenciler, kendilerinden çok farklı deneyimler yaşayanlardan daha çok şey öğrenirler.

– Asıl gelişmiş öğrenme aslında bu sınıflarda ortaya çıkar, çünkü soyut kavramlar deneyimden elde edilen somut örneklere bağlıdır.

– Örtük ön yargılar, sağlıklı düşünmeye zarar verir. Öğrenciler, yaygın ve basmakalıp yargılarla ve olumsuz tutumlarla mücadele etmek için önemli bir zihinsel çaba harcarlar.

– Sınıf çeşitliliği ile öğrencilerin birbirleriyle etkileşim, empati ve farklı kökenden gelen insanlarla yaşama ve öğrenme yeteneği arasında bir ilişki vardır.

  • Suriyelilerin varlığı kültürel zenginliğimizi geliştiriyor mu? / Suriyelilerin varlığı çeşitlilik, çoğulculuk ve kültürel zenginlik gibi değerler açısından bizi nasıl etkiliyor?
 

Göçmenler, özellikle de trajik bir savrulmayla kitlesel göçle gelenler, genellikle ilk planda onlara atfedilen olumsuz özellikleriyle anılabilirler. “Kirliler,” “hastalık bulaştıracaklar” veya “bize yük olacaklar” gibi kalıplar tarih boyunca Rumeli’den Kafkaslara tüm gruplar için kullanılmıştır.

Ancak yeni gelenler, ayaklarının toprağa güvenle basmasıyla birlikte, geldikleri topluma değer katmaya da başlarlar.

Dünyada geçmişten günümüze bilimsel ve teknik gelişmeyle ekonomik kalkınmanın, müzikten şehir hayatına kadar pek çok alanda gelişmeyi kolaylaştıran en önemli faktörlerden biri, farklı kültürlerin bir araya gelmesidir. Bu bağlamda;

– Çeşitlilik zenginleştirir.

– Kültürel zenginlik, ekonomik gelişme, teknolojik yenilik ve bilimsel ilerleme çeşitlilikle gelir.

– Ülkeler ve toplumlar onunla güçlenir.

– İnsan olmaktan kaynaklanan farklılıklar toplumlara renk katar.


[1] Arno Gruen, İçimizdeki Yabancı –Nefretin Kökenleri ve Yabancı Olana Nefret ve Sonuçları, Çitlembik Yayınları, İstanbul, 2005, s.  9. 

[2] “Yellow Peril,” Educalingo, https://educalingo.com/en/dic-en/yellow-peril

[3] Raif Kaplanoğlu, “Göçle Kurulan Şehir,” Bursa’da Zaman, 3 Kasım 2014, http://bursadazamandergisi.com/makaleler/goclerle-kurulan-sehir-2748.html

(4) Yıldıray Oğur, “Muhacirlikten mülteciliğe bir yüzyıl…” Karar, 10. 7. 2016.

[5] Nedim İpek, Rumeli’den Anadolu’ya Türk Göçleri 1877-1890, Doktora Tezi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1991, s. 291.

[6] Bu bağışlara ilişkin belgeler, sırasıyla 1892 ve 1891 tarihlidir. Bkz. Age, s. 305.

[7] Raif Kaplanoğlu, “Göçle Kurulan Şehir,” Bursa’da Zaman, 3 Kasım 2014, http://bursadazamandergisi.com/makaleler/goclerle-kurulan-sehir-2748.html

[8] Raif Kaplanoğlu, “Göçlerle Kurulan Şehir, Bursa’da Zaman, http://bursadazamandergisi.com/makaleler/goclerle-kurulan-sehir-2748.html (Erişim, 16 Ağustos 2020).

[10] İlhan Akın, Sessiz Feryat (Gürcü Göçü), Mat Kitap, İstanbul, 2015, ss. 30-31.

[11] “Evini yurdunu sevdiklerinin ölülerini yollarda bırakıp gelmişler. Hiç bilmediği bir yerde yaşam kurmak ne kadar zordur. Hiç kimse vatanını bırakıp başkasının ülkesine sığınmacı olarak gelmek istemez. Keçiören’deki Telaferli komşularımla konuşurken bana rüyalarında memleketlerini evlerini gördüklerini anlatırlardı. Evlerinin fotoğraflarını, videolarını gösterirlerdi” diyor Ülkü Önal gönderdiği hatıralara dair metinde. Kendisi de bir Ahıska Türkü olan yazarın yer verdiği hatırlara ilişkin kitabı için bkz. Artvin Muhacirlik Hatıraları, Erek Matbaası, Ankara, 2010.

[12] İpek, Age, ss. 300-301.

[13] İpek, Age, s. 301.

[14] İpek, Age, s. 301.

[15] İpek, Age, ss. 323-324.

- Advertisment -