Ana SayfaYazarlar(1) Kolombiya: nereden nereye

(1) Kolombiya: nereden nereye

 

[2-3 Temmuz 2016] Hemen bütün Haziran ayını, özensiz, kötü yazılmış, emek verilmemiş bir öğrenci ödevi veya bitirme tezini düzeltircesine, tek bir Menderes “belgesel”iyle didişerek geçirdim. Pişman değilim; dürüst bir çabayı, alınteri ve göz nurunu temsil etmeyen ucuzluklara gerçekten çok kızıyorum. Ayrıca, unutulmuş tarihleri yeniden öğrenmenin gereğine de inanıyorum. Ne ki, hem bütün bir dönemi yeniden özetleme hem de hiçbir hatâyı atlamama takıntısına toplam on yazı ve 16,700 kelime hasredince, başka şeyler ister istemez kaçıyor aradan. Şimdi bir süre bunlarla uğraşacak; çoktan kaçırdığım güncelliğe gecikmiş notlar eklemeye çalışacağım.    

 

İlki, hem tarihe bir not, hem de sosyal medyada, çoğu kimsenin görmemiş veya önemsememiş olabileceği eleştirel bir lâf çakma denemesine uzanıyor. Belki çok özel, çok ayrıntı, ama hem yazarının kimliği, hem imâ edilen karşıt fikir bakımından üzerinde durmaya değer. Altı aydır süren bir programımız var 24 TV’de; belki biliyorsunuz (bugün, yani 3 Temmuz’da 27’ncisi yayınlanacak). Pazar akşamları 22-24 arasında ve Serbestiyet başlığını taşıyor; moderatör Zeynep Türkoğlu’nun sorularına sadece kendi düşüncelerimle değil, Serbestiyet web sitesinde yazan başka arkadaşların da görüşlerini özetlemek suretiyle cevap getirmeye çalışıyorum.

 

Her neyse. Daha geçen Pazardı, yani 26 Haziran akşamı. Lâf bir şekilde FARC’tan ve Kolombiya’da elli küsur yıllık savaşı sona erdiren anlaşmadan açıldı. İki şeyi, dedim, çok önemli buluyorum. Birincisi, burada bütün bir çağın kapanması söz konusu. Ben devrimci şiddeti dogmalaştıran, silâhlı mücadeleyi fetişleştiren, gerillacılığa hayran bir kuşaktan geliyorum. Bu haleti ruhiyenin köklerini bilmek lâzım. Marksizm ve Marksizmden türeyen veya onunla kesişen-örtüşen düşünce akımları, 20. yüzyılda ilkin (a) sosyalist devrim uğruna şiddeti meşru kıldı. Bunlara, (b) 1933-45 arasında anti-Faşist (gerçekten İtalyan Faşizmi veya alman Nazizmine karşı) direniş hareketlerinde ve (c) İkinci Dünya Savaşı sonrasında, sömürgelik koşullarından fışkıran millî kurtuluş mücadelelerinde şiddetin ve silâhın meşru görülmesi eklendi.

 

Bu üç ana dalın sonuncusundan,  (c1) yarı-sömürgelik, (c2) Latin Amerika tarzı oligarşik diktatörlük, (c3) İsrail tarzı kolonizatör yerleşimcilik veya (c4) Güney Afrika (ya da Rodezya/Zimbabwe) tarzı ırk ayırımı bağlamlarında da silâhlı mücadelenin gerekli ve zorunlu olduğu teorisine doğru, giderek zorlama bir mahiyete bürünen ek uzantılar peydahlandı. 1960’lar ve 70’lerde, Amerika ile Sovyetler Birliği arasında rekabet konusu olan Üçüncü Dünya “ara bölge”lerinin iki ayrı ucunda, iki farklı silâhlı mücadele “modeli” öne çıktı. Asya’nın güneydoğusunda, Hindiçini ve sonra Vietnam Komünist Partisi’nin tâ 1930’lardan beri önce Fransız sömürgeciliğine, sonra Japon işgaline, sonra gene Fransız sömürgeciliğine karşı sürdürdüğü çok uzun süreli ve sabırlı kurtuluş savaşı, 1964’ten itibaren ABD’nin müdahale ve işgali aşamasına girdi ve uluslararası alanda büyük sempati topladı. Atlas Okyanusu’nun öte yakasında, Moncada kışlasına ilk hücumdan hesaplarsak 1953-59 arasında, Granma yatıyla karaya çıkıştan hesaplarsak 1956-59 arasında, Küba’da şaşırtıcı bir devrim meydana geldi. İlk başta komünist olmayan Fidel ve Raul Castro kardeşler dahil toplam 82 kişilik (ama daha ilk ağızda dörtte üç kayıp vererek sayıları 20’ye düşen) küçücük bir grup, Sierra Maestra dağlarına ulaşıp gerilla savaşı vermeye başladı ve Amerika’nın dahi kendi kaderine terkettiği, hattâ ambargo uyguladığı çürümüş Batista rejimini üç yıl gibi çok kısa bir sürede alaşağı etmeyi başardı.

 

Bu da bütün Batı yarıküresine, Küba tecrübesinin her yerde tekrarlanabileceği, zira Orta ve Güney Amerika’daki bütün “oligarşik diktatörlük”lerin o kadar zayıf ve kof olduğu (ve ABD’nin de hep aynı derecede pasif kalacağı) gibi son derece yanlış mesajlar verdi. Arjantin’den gelip Granma’ya binen ve Küba devrimine katılan Ernesto “Che” Guevara, bu tezi ispatlamak — her yerde ve her zaman, hem de işe derhal, doğrudan silâhlı mücadeleyle başlamak suretiyle devrim yapılabileceğini göstermek — uğruna Küba’yı terkedip Güney Amerika anakarasına geçti. Bolivya dağları ve ormanlarında bir gerilla foco’su kurdu. Louis Althusser’in öğrencisi Régis Debray, Havana Üniversitesi’ndeki felsefe kürsüsünden kalktı geldi; “Che”yle görüşmelerine dayanarak, Devrimde Devrim? kitabını yazdı; uzun bir siyasî mücadele hazırlığı olmadan başlayacak “öncü savaş” teorisini genelleştirdi. Pratikte, Guevara’nın hemen ayaklanıp kendisine katılmasını beklediği bu en yoksul Bolivya köylüleri, gidip onu ihbar etti. CIA’nin eğittiği özel kuvvetlerle daha ilk çarpışmada esir düştü ve yargısız infaz edildi. Ama yenilgisiyle birlikte âdetâ bir aziz mertebesine yükseldi. İkonik bir figür oldu. Nesillerin t-shirt’lerini süsledi.

 

Kabına sığamayan 60’lar gençliğinin şuursuz tepki ve heyecanları, maalesef önemli ölçüde bu hayale kanalize edildi. Özellikle Latin Amerika’nın her yerinden ikinci, üçüncü, dördüncü el taklitler fışkırmaya başladı. Genellikle çok küçük grupları temsil ettikleri halde, hemen hepsinde bütün halk adına konuşan bir “ordu” ve/ya “cephe” olma iddiası vardı; keza çoğu, kıtanın veya ülkelerinin geçmişindeki halk kahramanlarına atıfta bulunuyor, kâh İnka-Aztek kabile şeflerinden, kâh 19. yüzyıldan itibaren İspanyol sömürgeciliğine, şu veya bu diktatörlüğe ya da Amerikan müdahalelerine karşı savaşanlardan (Bolivar, Marti, Zapata, Sandino) “el” almaya, ilham ve meşruiyet sağlamaya çalışıyordu. Arjantin’de Halk Kurtuluş Ordusu, Montonerolar, Peronist Silâhlı Güçler, Tacuara Milliyetçi Hareketi; Bolivya’da Zarate Willka Silâhlı Kurtuluş Güçleri, Nancahuazu Gerillası, Nestor Paz Zamora Komisyonu, Tupac Katari Gerilla Ordusu; Peru’da Ulusal Kurtuluş Cephesi, Tupac Amaru Devrimci Hareketi, Sendero Luminoso (Aydınlık Yol); Şili’de Manuel Rodriguez Yurtsever Cephesi; Venezuela’da Bolivarcı Kurtuluş Güçleri; Meksika’da Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu (veya kısaca Zapatistalar), Halkın Gerilla Grubu, Halkçı Devrim Ordusu, Yoksulların Partisi; Nikaragua’da Sandinista Ulusal Kurtuluş Cephesi (veya kısaca Sandinistler); Guatemala’da Guatemala Ulusal Devrimci BirliğiHonduras’ta Morazanist Yurtsever Cephe; El Salvador’da Farabundo Marti Ulusal Kurtuluş Cephesi; Surinam’da Cangıl Komandosu; Brezilya’da (eski ve köklü Komünist Partisi’nin bile bir ara ne kadar çıldırdığına işaret eden) Araguaia Gerillası; Kolombiya’da Ulusal Kurtuluş Ordusu, Guevaracı Devrim Ordusu, Halk Kurtuluş Ordusu, 19 Nisan Hareketi, Armado Quintin Lame Hareketi, Ernesto Rojas Komandoları, Simon Bolivar Gerilla Koordinasyon Heyeti, Pasifik Bölgesi Yerli Devrimci Silâhlı Güçleri, nihayet Kolombiya Devrimci Silâhlı Kuvvetleri (FARC), 1960’lar, 70’ler, 80’ler ve 90’larda kâh kısa kâh biraz daha uzun sürelerle parlayıp sönen, ama sonunda daima sönen kıvılcımlardandı.

 

Gene de görece daha çok tutunanları, ücra kırsal alanlara, Amerika’ların yerli halklarının soyundan gelen yoksul köylüler arasına ve yağmur ormanına yerleşmeyi başaranlardı. Ama öyle bir dönemdi ki, “kır gerillası” yetmiyor; “şehir gerillası” dahi olabilir deniyor; buna da Uruguay’daki Tupamaros Ulusal Kurtuluş Hareketi (veya kısaca Tupamarolar) örnek gösteriliyordu. Bir moda almış yürümüştü; Fransa’da Maspero ve İtalya’da Feltrinelli, Türkiye’de Ant gibi solcu yayın kuruluşları habire bu tür kitaplar basarak çıkışsız bir romantizmin bir kıtadan diğerine sıçrayarak yayılmasına katkıda bulunuyordu. “Paris 1968” bütün artı ve eksileriyle birlikte kitlesel bir gençlik hareketiydi. Ama inişe geçtiğinde, suların geri çekilip yer yer ıslak bıraktığı alanda (tıpkı 1848 devrimlerinin geri çekilişinden sonra olduğu gibi)  küçük konspirativist grupların maceracılığı yeşerdi. Avrupa’da kimsenin Çin ve Vietnam gibi “köylerden şehirlere” ilerleyecek hali yok ya; Tupamarolar örneği çok daha uygun bulundu ve (Filistin kurtuluş örgütleri örneğiyle de birleşince) İtalya’da Kızıl Tugaylar (Brigate Rosse), Almanya’da Kızıl Ordu Fraksiyonu (RAF, Rote Armee Fraktion) ya da Japon Kızıl Ordusu (Nihon Sekigun) gibi terör örgütlerine hayat verdi. Devrim uğruna adam kaçırıp öldürdüler, rehin aldılar, şantaj yaptılar, havaalanı katliamları düzenlediler.

 

Ve Türkiye’de, 1960’ların sonu ve 70’ler boyunca hemen hiç kimse ses çıkarmadı bütün bunlara; reddetmedi, mahkûm etmedi, lânetlemedi. Olsa olsa strateji ve taktiklerinin “yanlışlığı” vurgulandı;  devrim öyle değil böyle olur dendi; “goşist” diye nitelendiler. Ama kimse, demokrasi adına, insan hayatını üstün tutan bir ahlâk adına karşılarına dikilmedi; etik ve ilkesel bir mücadele vermedi. Nasıl olabilirdi ki; esasen bireysel değerlerin her zaman çok zayıf olmuş olduğu Türkiye’de de, aynı silâhlı mücadele fantezileri kol geziyordu o günlerde. Mitinglerde sıkılı yumruklarla “Ho, Ho, Ho Şi Minh / İki, üç, daha fazla Vietnam / Ernesto’ya bin selâm” sloganları atılıyor; öte yandan Avrupa gençliği gibi genç Türk solcuları da yorgun yüzü ve keçi sakalıyla köylü tarzı toprağa çömelip konuşan “Ho Amca”dan çok, kendilerini beresi, bıyığı ve uzun saçlarıyla yarı-hippi izlenimi veren karizmatik (ve Batılı!) “Che”ye yakın hissediyor; dolayısıyyla bütün o Latin Amerika örgütlerinin Türkiye muadilleri de kuruluyor; nitekim Türkiye’de de “ordu”lar ve “cephe”ler kuruluveriyor, THKO’lar, THKP-C’ler ve derken minik minik fraksiyonel türevleri ortaya çıkıyor; hattâ Türk solunun elli küsur fraksiyonu, bırakalım Sovyet ve Çin modellerinden hangisinin daha doğru olduğunu, Latin Amerika’nın elli küsur fraksiyonu içinde hangisinin en doğru olduğu noktasında dahi birbirleriyle polemiğe giriyor; bu arada edebiyat da bu silâh ve şiddet fetişizmini yüceltmeye girişiyor; örneğin Ahmed Arif bir dönem bu yüzden (yanlış) okunuyor; Anadolu Aleviliğinin Pir Sultan Abdal ve Dadaloğlu gibi isyan ozanları bu yüzden çok seviliyor; Yılmaz Güney sineması ve Nihat Behram şiirinde (olumlu anlamda) eşkiyadan, mavzerden, çapraz fişekliklerden, silâhşörlükten, bireysel kahramanlıktan geçilmiyordu.

 

Bu heveslerin (heveslerimizin) bedelini çok ağır ödedi Türkiye. Bizler de ağır ödedik, Türkiye’ye de ağır ödettik. Deniz Gezmiş ve arkadaşları, Mahir Çayan ve arkadaşları, Sinan Cemgil ve arkadaşları, bir hiç uğruna; evet, bir hiç uğruna hayatlarını kaybetti. Benim de içinde yer aldığım, (Çin’den, Hişndistan’dan, Naksalitlerden ve Çaru Mazumdar’dan hareketle) güya silâhlı devrim fetişizminin “doğru”sunu öğretmeye kalkan Maocu akım da dahil, örgütler tek tek ezildi, onbinlerce insan hapis yattı, işkence gördü, bir bölümü zihnen ve bedenen sakatlandı, hayatını bir daha toparlayamadı.

 

Daha önemlisi, bir türlü sağlam, sağlıklı bir demokrasi kültürü gelişemedi bu ülkede. Solun çok geniş kesimleri, hiçbir zaman ciddî bir özeleştirisini yapmadı yarım yamalak gerillacılığının. Guevaracılık birçok insanın gönlünde hâlâ yaşıyor. Asgari müşterekler ve “öteki”nin tercihine saygı, nâmevcut. Uzlaşmak, satılmışlıkla bir. Demokratik düzen taraftarlığı ayıp ve günah. Azamicilik ve ayaklanmacılık ise daima onurlu. “Dost dost, ille kavga.” Kendin yapamıyorsan, yapanı destekleyeceksin. 1985’ten sonra Türk solu (Kürt sorununu tanımanın ötesinde) bu mantıkla gidip PKK’nın peşine takıldı. Bütün o Tupamarolar, Sandinistler, Aydınlık Yolcular, Marticiler, Bolivarcılar vb, Latin Amerika’dan kalkıp Diyarbakır’a, Hakkâri’ye, Cizre’ye, Silopi’ye gelmiş gibi oldu.

 

Ve şimdi, FARC’ın 1964’te başlattığısavaşı 2016’da, Kolombiya hükümetiyle anlaşarak sona erdirmesi, bütün bir tarihsel parantezin kapanması demek. Gerçekler çoktan değişti. Hayaller daima geriden gider, ama artık onların da değişmesi zamanı. Heyhâk. Türkiye’de bunu anlayan, üzerinde düşünmek isteyen çıkar mı acaba?

- Advertisment -