[13-14 Mayıs 2020] Bu küçük bir dizi. Peşpeşe üç (veya, geçmişten bir aktarmayla, dört) yazıdan oluşacak. Metodolojik bir hatırlatmayla başlıyorum. Başlığın önünde bu yüzden (1a) yazıyor.
Geçmiş ile Tarih farklı şeylerdir. Zamanın akışı içinde bir takım olaylar cereyan eder. Geride kalır. Geçmişe intikal eder. Sonradan üzerinde tekrar düşünülür. Araştırılır, incelenir. Yorumlanır. Tarihçisine göre, farklı açılardan yazılır, anlatılır. Etrafında bir tarihyazıcılığı oluşur. Ancak bu sayede, bu ölçüde salt Geçmiş olmaktan çıkar. Tarih olur.
Dolayısıyla tarihçiliğin bir yönü verilerden, belgelerden, kanıtlardan yola çıkmaksa, diğer yönü de yorum çeşitliliğidir. Tarih yazmak bilimsel bir metodolojik disiplini, bir bilim ahlâkını gerektirir. Ama ne bir pozitif bilimdir, ne de hattâ (Ekonomi veya Sosyoloji gibi) bir sosyal bilimdir. Daha çok, gene bilim sözcüğünü içerdiği için “insan bilimleri” diye kötü bir şekilde tercüme ettiğimiz Humanities’in bir parçasıdır. Matematik, Fizik, Kimya, Biyoloji, Astronomi, Mikroiktisat, Makroiktisat… gibi alanların üniversite düzeyinde tek tip ders kitapları olabilir. Tarihin çeşitli alt dallarının ise (meselâ Dünya Tarihi’nin, Avrupa Ortaçağ Tarihi’nin, Osmanlı Tarihi’nin vb) lisans yılları için hazırlanmış ders kitapları olabilir ama standart, tek tip, birbirinin aynısı ders kitapları olamaz. Veya düzelteyim; belki (herkesin bağımsız düşünmeye cesaret edemeyip birbirine bakacağı) Türkiye’de olabilir, ama dünya çapında, mesleğin öncü ve keskin kenarında olamaz. Amerika, İngiltere, Fransa veya İtalya’da, faraza yirmi Ortaçağ tarihçisinden biri Ortaçağ Tarihi ders kitabı yazmasını isteseniz, ortaya hem anahatları itibariyle benzeşen, hem de vurgu ve yorumları az buçuk farklı yirmi eser çıkar. Özetle, yorum çeşitliliği başka hiçbir sosyal bilimde olmadığı kadar Tarih için geçerlidir. Tarihçiler arasındaki tartışmalar kolay kolay sonuçlanmaz. Pozitif bilimlere kıyasla çok daha uzun sürer. İllâ net bir yargıya da bağlanmayabilir. Tarihin değişik janrları, estetikleri, poetikaları ancak zamanla, göreli çökeltiler biçiminde oluşur.
Ankara’da, Türk Tarih Kurumu’nun giriş holünün bir duvarında Atatürk’ün şu sözü yer alır: “Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan, yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat, insanlığı şaşırtacak bir hal alır.”
Yükseklerde bir yerdedir. 1931 tarihlidir. Yani tam kuruluş yılında, TTK’ya yol gösterici bir ilke, ezelî ve ebedî bir direktif teşkil etmesi amacıyla kaleme alınmıştır. Nitekim taşa kazınırcasına duvarda kitabeleştirilmesi de bunu yansıtmaktadır.
Son derece yanlıştır. Çağdışıdır. İlk cümlesi mâlumu ilâm seviyesindedir. Asıl ikinci cümlesi, günümüz tarihçiliği açısından üç kritik hatâyı içermektedir. (1) “Değişmeyen hakikat” diye bir şey var mıdır? (2) “Tarihi yapan” kimdir veya nedir? (3) Tarihi yazan, kendi anladığı kadarıyla olgulara mı, yoksa tarihi yapan diye kabul ettiği (veya kendisine öyle kabul ettirilen) birilerine mi “sadık” kalacaktır?
Hepsi alabildiğine problemlidir. Bir kere, tarihi yapan kimdir? Tek kişi midir? Bir liderden, büyük bir adamdan, ya da onun temsil ettiği ve başına geçtiği kitle veya partiden mi ibarettir? Olaylar hep onun/onların iradesine göre mi tecelli etmiştir? Tek faktörlü, tek vektörlü, sonuçta çizgisel bir belirlenim mi söz konusudur? Toplumda ve siyasette, herhangi bir anda bir yığın karmaşık fail (agent) ve irade içiçe geçer ve çatışır. Atom-altı parçacıklar birbirine çarpıp çeşitli yönlere sıçrar. Olayların “nihaî” akış mecrası kimsenin kafasında a priori senaryolaşmaz; çoğul vektörlerin kesişmeleriyle şekillenir. Faraza 1919-22’nin Millî Mücadele’sinde tek aktör Mustafa Kemal’in aşkın (transcendent) vizyonu muydu? Diğer milletler ve milliyetçilikler (Yunanlılar, Ermeniler, Kürtler, Araplar); kimi daha inatçı (İngiltere) kimi daha uzlaşmacı (İtalya, Fransa) Büyük Devletler; bu ülkelerin kamuoyundaki “Türk dostu” ya da en azından savaş yorgunu kesimler; Türkiye’nin etrafındaki çemberin doğudan da kapanmasını önleyen Bolşevik Devrimi ve Sovyet yardımı; Anadolu hükümetine karşı veya taraftar İstanbul hükümetleri; bir yanda radikal modernist Türk milliyetçileri ile diğer yanda muhafazakârlar, ılımlılar, (Mehmed Âkif gibi) Müslüman yurtseverleri; Meslis’teki Birinci Grup ve İkinci Grup… bu ve benzeri vektör ve aktörlerin hepsi bir şekilde girdi, 1919-22’de “tarihin yapılışı”na. Ankara’nın başarısı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması, ama artı ama eksi etkileriyle bütün bunların sonucu, muhassalası oldu.
Lâkin üzerine, özellikle 1925-27 krizinden ve Takrir-i Sükûn kanunuyla her türlü muhalefetin ezilip susturulmasından itibaren, modernist Türk milliyetçilerinin Kemalist Tek Parti diktatörlüğü bindi ve zaferin asker-sivil bürokratik sınıfın itibarını iade edip Mustafa Kemal’in kendi karizmasını perçinlemesiyle de birleşerek, muazzam bir kişi kültüne yol açtı. Her yer (daha hayattayken) Mustafa Kemal heykelleri ve resimleriyle donatıldı. Ulu Önder, Halaskâr Gazi, Büyük Kurtarıcı, Ebedî Şef söylemi doğdu. Liderin kendisi, 1927’de irad ettiği Büyük Nutuk’ta, kendi tarihini kendisi kurguladı. Her şeyi kendi hesabına yazdı. Her bir noktada sadece kendisinin doğru veya en doğru olmuş olduğu; başka herkesin ise ya (i) başından itibaren O’nun etrafında toplanmak suretiyle bu “doğru”ya iltihak ve intisap ettiği; ya (ii) derece derece bocaladığı ve tereddüt ettiği ama sonunda gene O’na katılmak suretiyle düze çıktığı; ya da (iii) muhalefete, yani ihanete sürüklendiği bir İnkılâp Tarihi öyküsü yarattı. Bu da aslında ilk ve en temel İnkılâp Tarihi öyküsü demekti. Tarihi Mustafa Kemal’in yaptığı, bu çerçevede kesinleşti. Kişi kültünün temel taşlarından biri oldu.
Şimdi ikincisi, hele bu çerçevede ne demek, yazanın yapana sadık kalması? (a) Genel olarak yazanın yapana sadık kalması ne demek? (b) Özellikle Türkiye’de ve Atatürk’ün 1931’de (yani Atatürkleşmesinin tekemmül etmesine beş yıl kala) bu sözü sarfettiği koşullarda, yazanın yapana sadık kalması ne demek? Büyük İskender. Pompey Magnus. Sezar. Kleopatra. Augustus. Şarlman. Harun Reşid. Kılıç Arslan. Selâhaddin. Arslan Yürekli Rişar. Cengiz. Celâleddin Harzemşah. Yıldırım Bayezid. Timur. Fatih. VIII. Henry. Şarlken. Kanuni. XIV. Lui. IV. Murad. Cromwell. Napolyon. Wellington. Lenin. Stalin. Mussolini. Hitler. Churchill. Mao. Kim İl-sung (şimdikinin dedesi). Ve Atatürk.
Yani bu mudur tarihçinin işi? Bunlara ve benzerlerine sadık kalmakla mı yükümlüdür? Bu anlayış çerçevesinde, evet. Zira bu tür örnekler iyice gösteriyor ki tarihi kimin yaptığı sorusu (sorunu) ile tarihi yapana sadakat sorunu aslında tamamen içiçe. Tarihi Büyük Adamların (Hegel’in deyimiyle World-Historical Individuals’ın, Cihanşümul Bireylerin) yaptığı kabul edilince (edilirse) problem kalmaz tabii; tarihçinin görevi de, aynen bir saltanat vakanüvisi veya ruznâmecisi gibi, seçtiği hükümdarın niyeti, vizyonu, eylemler ve eserine sadık kalmaya indirgenir. Fakat bir, bu egemenler, krallar, imparatorlar, generaller, sair devlet adamları kendi aralarında çatıştıklarında ne olacak? Tarihi yapana sadakat uğruna, tarihi yazan, örneğin İskender’den yana mı olacak, Dara veya Dareios’tan yana mı? Sezar’dan yana mı, Pompey’den yana mı? Rişar’dan yana mı, Eyyubi’den yana mı? Bayezid’den yana mı, Timur’dan yana mı? Şarlken’den yana mı, Süleyman’dan yana mı? (Yukarıda en soldaki) Napolyon’dan yana mı, (onun sağında, ortadaki) Mareşal ve Birinci Wellington Dükü Arthur Wellesley’den yana mı?
İki, bu elit katmanın kendi içindeki mücadelelerden çıkar da aynı sorgulamayı daha aşağılara, toplumun giderek daha geniş ve giderek daha yoksul katmanlarına taşırsak, ne diyeceğiz tarihi yapana sadakat konusunda? Bertolt Brecht’in müthiş bir şiiri vardır, bugün de her genç tarih öğrencisinin kulağına küpe olması gereken. “Bir İşçi Tarih Okuyor,” aşağıdan yukarı tarihçiliğin özeti, hülâsası, köşe taşıdır bir bakıma. İki mısraında, Sezar Galyalıları yenerken ordusunda bir aşçı da mı yoktu diye sorar. Tarihi yapanları (veya, tarihin yapılmasına katılanları) sırf yatay değil, dikey açıdan da çoğaltırsanız, böyle tatsız itirazlarla karşılaşırsınız. Kazananlar ve kaybedenler. Sesi yüksek çıkanlar ve hiç çıkmayanlar. Okur yazar, dolayısıyla geriye kendi belgelerini bırakan hâkim sınıflar… ve cahil, ümmî köylüler. Kolomb, Cortés, Pizarro… ve karşılarında Karayiplerin yerli halkları, Aztekler, İnkalar. Yavuz Selim ve Alevîler. Stalin, Hitler, Mao karşısında okkanın altına gidenler. Eski Bolşevikler; Gulag’a tıkılanlar; zorla kollektifleştirmenin yol açtığı Ukrayna Kıtlığı’nda (Holodomor), Auschwitz’de ve diğer toplama kamplarında, ya da Büyük Proleter Kültür Devrimi’nde can veren on milyonlarca insan. Onların da bir hakkı ve payı yok mu, tarihin nasıl yapıldığı ve nasıl yazılacağında? Tabii ki mesele illâ şu veya bu tarafta yer almak değil. Tersyüz edilmiş bir ak-ve-kara meselesi, ya da başka türlü kurgulanmış ya-o-ya-bu ikilemlerinin, yeni yeni 1/0 zıtlıklarının inşası meselesi değil. Mesele, hem tarihin çok-faillileşebilmesi, hem de tarihçiliğin çok-seslileşebilmesinde düğümleniyor
Üç, Atatürk’ün 1931 somutunda “yazanın yapana sadık kalması” talebine gelince… bununla tek sesli, diktatoryal bir millî tarih anlayışının kastedildiği çok açık. İçerden (partizanca) değil de dışarıdan, çağdaş bir tarihçi gözüyle bakıldığında, olay şu: İşgal ve paylaşılıp parça parça sömürgeleştirilme tehlikesi karşısında, modernist-milliyetçi bir önderlik sahneye çıkmış. Hem dış düşmanlarıyla, hem de iç rakipleriyle savaşmış. 1919-22’de büyük bir koalisyon, geniş bir birleşik cephe kurmuş. Bir yandan zamanın Leninist anti-emperyalistlerini (komünistleri), diğer yandan ılımlıları, dindar-muhafazakârları, Müslüman yurtseverleri (bkz Zurcher), saltanat ve hilâfeti kurtarmak için dövüşenleri… artı Kürtleri de kucaklamış. Savaşmış ve kazanmış. Bir yol ayırımına gelmiş. O birleşik cepheyi bozmuş ve kendi radikal modernist programını izlemeye koyulmuş. Cumhuriyet ilân etmiş. Tekrar ve Tanzimat’tan da, İttihatçılardan da çok ileri bir yukarıdan aşağı modernleşme hamlesine girmiş. Demokrasisiz bir modernleşme çizgisini benimsemiş. Demokrasiyi belirsiz bir geleceğe ertelemiş. Her türlü muhalefeti ezip susturmuş. Buna, ülkenin büyük çoğunluğunu meydana getiren Müslüman halk da dahil. Onlara otoriter bir laisizm uygulamış. Kamusal alandan dışlamış. Siyasette temsil olanağı bırakmamış. Toplumun marjına, sathın altına itmiş.
Yapmışsa, böyle bir tarih yapmış işte. Sonra da kendine bağımlı bir tarihçilik yaratmaya kalkmış. Hem Türk Tarih Tezi diye tümüyle bilim dışı bir saçmalık inşa etmiş. Hem de taşıyıcılığını, en sadık aparatçiklerine kurdurduğu Türk Tarih Kurumuna vermiş. Yetmemiş; talimat olarak da “yazan yapana sadık kalmalı” demiş. Ki “değişmeyen hakikat” hep öyle kalsın, hiç değişmesin. Zamanla çoğulculaşma olmasın ve yeni nesiller yeni yorumlar getirmesin. (Çin’de de, Mao öldüğünde ve Kültür Devrimi çılgınlığı artık yeter diyenlerce derhal sona erdirildiğinde, Deng Şiao-ping’in şahsında temsil edilen reformcuların (= revizyonistlerin? sağ sapmacıların?) geri gelmesi tehlikesine karşı, “verilmiş hükümler tersyüz edilemez” diye bir slogan çıktığını hatırlıyorum.)
İster Çin. İster Sovyetler Birliği. İster Türkiye. Ya da başka herhangi bir ülke. Çağdaş tarihçilikte yok böyle bir zaruret. Tabular yok, kudsiyetler yok. Sınırsız inceleme ve araştırma özgürlüğü var, üzerine hiçbir iktidar gölgesi düşmeksizin. Tek sadakat, yaklaşabildiğimiz kadarıyla gerçeği kovalamaya. Bunun olmazsa olmaz koşulu da hürriyet. Görüş ve yorum tekilliği değil çoğulluğu, özlenen değer. Dolayısıyla şu veya bu kişiyi, akımı veya tarafı “tarihi yapan/lar” diye belleyip sadık kalanlar da olabilir, kalmayanlar da. Gerçek akademi böyle bir şey. Gerçek bilim böyle bir şey. Diktat ile, zaptürapt ile, emir ve kumanda zinciriyle yapılmıyor. Dürüst bilgiyle, sınırsız düşünebilme cesaretiyle, vicdanla ve gerçek ahlâkıyla yapılıyor. Dolayısıyla resmî ideolojiden çok farklı sonuçlar çıkabiliyor ortaya.
Bir örnek, Amerika’nın yerli halkları (Native Americans) — ve onlara ilişkin günümüz Amerikan tarihçiliği. Adım adım geleceğim.