2011-2012 yıllarına kadar, büyüyen ekonomisini reformdan geçiren, basın özgürlüklerini genişleten, askeri vesayeti siyasetin dışına iten, dinamik ve popüler bir liderin öncülüğünde yol alan bir Türkiye vardı. Ama o Türkiye, ABD ve AB ile iyi ilişkiler içinde bu mecrda devam ederken, birileri düğmeye bastı ve AK Parti’yi devirmeye kalktı. “Hepimiz” bu tesbitlerde hemfikiriz. Ama “hepimizin” ayrıldığı nokta, bundan sonrası.
7 Şubat 2012 MİT krizi ile start alan; 2013 yaz başındaki Gezi olayları, 2013 sonundaki 17-25 Aralık “dosya”ları, MİT tırları ve 15 Temmuz askeri darbe girişimi ile sürüp giden “operasyonlar” başladığında, önümüzde üç yol vardı.
İlk yol, daha fazla demokrasiye ve daha fazla özgürlüklere imkân tanıyarak kurulan tuzakları boşa çıkarmak(tı).
Ama Türkiye dışarıdan kendisine kademe kademe dayatılan şartlara, içerde hayata geçirilen taşeronluk faaliyetlerine, çekilen operasyonlara “daha fazla demokrasi, daha fazla insan haklarını öne çıkararak yanıt verseydi çözülürdü” diyenler çoğunlukta. Bu tez doğru mu?
Paradoksal açmaz
Bu tezi sorgularken önemsememiz gereken bir paradoks var. O paradox, çekilen operasyonlarla kurgulandı. Bizi açmazda bırakan da bu oldu. Bahsettiğim paradoks şuydu:
“Ülkeyi ayakta tutan güvenlik ve yargı gibi hayati kurumlar, operasyonlarla içerden çökertilecekti. Böylece toplumsal kaosun yerine düzen hakim kılabilecek kapsayıcı kurumlar kötürümleştirilecekti. Ağır basan kaos ortamında toplumsal muhalefet aktörleri sahaya sürülecekti. Türkiye ister istemez önleyici önlemlere başvuracaktı. Önleyici önlemler de dışarıya, kötüye giden demokrasi, insan hakları ve özgürlükler sicili olarak yansıtılacaktı.”
Buna göre, bizlerin “özgürlükleri kısıtlıyor” dediğimiz önlemler, aslında “kısıtladığı özgürlüklerin ülkeyi çözmesini önleyen” tedbirlerdi. Yani özgürlükler, altyapı için gerekli koşullardı. “Bağımsız yargı işlevli kılınsın” diyemezdik. Çünkü yargı ele geçirilmişti. Dört bakanın yargılanmasını hatırlayalım. Mahkeme ayarlanmış, yargılayacak kişiler atanmış. O şartlarda bir yargılama usülde doğru görünüyor. Ama özde, esasta? Öyle miydi?
“Özgürlükler” diyemezdik, çünkü özgürlük talep eden toplumsal aktörler zaten ülkede kaos yaratsın diye motive edilmişti. Çözüm sürecinin ipe sapa gelmez nedenlerle, Dolmabahçe Mutabakatına rağmen bozulmasını hatırlayalım. Solcu ve Kemalist aktörlerin Gezi’de “alternatif düzen” sloganlarıyla AK Parti iktidarını devirmek için yaptıkları gövde gösterisini gözlerimizin önüne getirelim. Savcıyı rehin alan solcu militanın zihnimize nakşedilen eylem fotoğraflarını, o militanı mazur gösteren yorumları, ulu orta sergilenen devlet sırlarının habercilik aşkıyla ifşa edildiği günleri, sırf AK Parti’ye zarar veriyor diye HDP üzerinden Kürt milliyetçi oylarını motive etme seferberliklerini hatırlayalım.
Ortak akıl yaratamadık
İkinci yol, süreci daha geniş bir konsensüs, ortak bir akıl yaratarak karşılamaktı. Şu şekilde olabilirdi: Türkiye’yi karıştıran aktörlerle mücadele, mücadele yöntemleri üzerinde geniş b,r mutabakatın sağlanması, mücadelenin kriminal olay ve olgularla sınırlandırılması, devlet içindeki FETÖ unsurlarının tasfiyesiyle hukuk devletinin tesisi, Türkiye’yi fazla zamana yaymadan normalleştirmek.
Bunu istemek kolaydı. Ama imkânsızdı. Çünkü başta siyasi rekabet vardı. İktidarda da, muhalefette de bu olgunluk yoktu. İktidar “beni kimse anlamıyor” hassasiyeti, muhalefet de “iktidar yıpransın” fırsatçılığı içindeydi.
Ayrıca hukuk devleti tesis etmek, adli ve polisiye kovuşturmaları kriminal olaylarla sınırlandırmak, tüm bu süreci bir kuyumcu titizliğiyle götürmek de mümkün değildi. Çünkü bu hassasiyeti göstermesi gereken polis ve adli kurumlar zaten çökertilmişti.
Dolayısıyla ikinci yol en mantıklı yol olduğu halde, bunu sağlayacak ne zihinsel olgunluk, ne de kurumsal altyapı mevcuttu. İktidar Yenikapı Ruhu ile ikinci yolu aradı; aramadı değil. Ama muhalefetin mızıkçılığını gerekçe gösterip çabuk caydı. Daha kararlı, sabırlı ve kucaklayıcı davranmalıydı.
Sınırlandırılmış demokrasi
Geriye üçüncü yol kaldı. Çünkü Türkiye için en iyi yol olan ikinci yolun gerçekleşmeyeceği anlaşıldı. İktidar “sınırlandırılmış demokrasi” uygulamalarına başvurdu. Bu yolu, daha çok başarısız askeri darbe girişimi, mecburî ve kaçınılmaz kıldı. İktidar, darbeden hemen sonra OHAL ilan ederek FETÖ’ye karşı kitlesel tedbirler aldı. Elli bin FETÖ üyesini içeri attı. Bir o kadarını da kamu kurumlarından ayıkladı. Bunlar son derece haklı ve meşru hamlelerdi. Ama burada durmadı; sınırlandırılmış demokrasi uygulamalarının ıskalasını genişletti. Kısmen de olsa akademikleri, öğrencileri, solcuları, Kemalistleri, insan hakları örgütü temsilcilerini, bazı STK temsilcilerini içeri atmaya girişti.
Aslında bu hamleler, FETÖ ayıklamaları gibi kitlesel hamleler değildi. Toplasanız belki yüz kişiden bahsediyoruzdur. Ancak sanki Türkiye toplumunun aykırı düşünen tüm aktörleri zulüm görüyor, içeri tıkılıyor gibi bir izlenim doğdu. Bunda, uluslararası tanınırlığı olan kişilerin hem de kanıtsız ve delilsiz iddianamelerle tutuklanmasının, sapla samanın karıştırılmasının da payı oldu. Dolayısıyla eleştirilerin haklı olduğu yönler de var.
Vicdan sahibi hiç kimse Ahmet Şık’ın içerde olmasını haklı gösterecek bir neden ileri süremez. Yine aynı şekilde, Cumhuriyet yazarlarının içerde olması da izah edilemez. Daha da önemlisi, elitler dışında, gündelik hayat içinde “siyasi faaliyet yürütürken” tutuklanıp içeri atılan sıradan insanlar da var. Bunları nedense kimse hatırlamıyor.
Kürtleri katmıyorum. Çünkü orada şiddet ile demokratik siyasal mücadele iç içe geçmiş durumda. Çözüm dışında bizi bu keşmekeşten çıkaracak bir yaklaşım olduğu kanaatinde de değilim. Ayrıca, demokrasiyi kısıtlayıcı önlemler olmasaydı PKK’nin şiddet dalgası da bu kadar kontrol altına alınamaz ve tecrit edilemezdi. Bu çözüm mü? Hayır, çözüm değil. Ama üzerinize tüm acımasızlığıyla gelen şiddet dalgası karşısında başka da alternatifimiz yok!
Özetle, AK Parti, gerek kendi hatâları, gerekse muhalefetin sorumsuz tercihleri yüzünden içine girdiği yolda, ülkeye yönelik operasyonlara verilecek yanıtı genel bir mutabakat haline getirmek noktasında ciddi ve yeterli bir liderlik sergileyemedi. Ülke çıkarını ilgilendiren konularda ısrarcı olmadan, (kendisine getireceği siyasi yararı düşünerek) diğer bileşenleri dışarıda tuttu. Bu durum adalet peşinde koşarken barışı kaybeder noktaya savrulmasına yol açtı. Operasyonlara karşı aldığı tedbirlerin yarattığı anormalliği normalliğe dönüştürmekte de yaratıcı bir kapasite sergileyemedi.
2012 sonrası ve Türkiye’nin şu anda içinde bulunduğu koşullar, ancak çoklu okumalarla anlaşılabilir. Bu da hakikati çoklu etkileşimler ve neden-sonuç bağlamları içinde görmeyi gerektirir.