[19-20 Mayıs 2020] Derken Beyaz Adam çıkageldi.
Avrupalılarla karşılaşmanın her ânı, Amerika’nın yerli halkları açısından yeni bir felâket oldu. Orta ve Güney Amerika’da Hernan Cortes ve Francisco Pizarro’nun sayıca çok küçük müfrezeleri, ağır tahta lobutlarla dövüşen Aztek ve İnka piyadelerini (a) çelik silâh ve zırhları, atları, top ve tüfekleri; (b) çok farklı (ölümcül) savaş ve siyaset kültürleri; (c) yanlarına çekmeyi başardıkları on binlerce yerli müttefikleri sayesinde ezip geçti. Fakat en büyük can kaybına, İspanyollarla (hayvanları ve hayvanlarının parazitleriyle) birlikte okyanusu aşan mikroplar yol açtı. Tarımın icadının insanları evcilleştirdikleri hayvanlarla burun buruna yaşar hale getirmesinden beri, Avrasya sâkinleri bazı bulaşıcı hastalıklarla hem kırılmış, hem de zaman içinde belirli bir bağışıklık ve dayanıklılık kazanmıştı. Amerikaların 1492’ye kadar izole ekolojisinde ise mevcut değildi bu mikro-organizmalar. Dolayısıyla direnç de neredeyse sıfırdı. Tahribat korkunç oldu. Örneğin Meksika’da, sadece Meksika’da (yani Aztekler ve tâbi/akraba kabileler diyarında), 1519-20 çiçek salgını muhtemelen 8 milyonu (veya nüfusun yüzde 40’ını); 1545-48 arasında yerlilerin cocoliztli dediği, muhtemelen Salmonella enteris ile virütik kanamalı humma bileşimi bir başka salgın 15 milyonu (veya nüfusun yüzde 80’ini); 1576’daki bir diğer cocoliztli epidemisi 2.5 milyonu (yani kalan nüfusun yüzde 50’sini) aldı götürdü. 1500 dolaylarında Amerikaların 50 milyon olarak tahmin edilen yerli nüfusundan 1650’de geriye sadece 8 milyon kaldı. Bu benzersiz demografik çöküş, Batı Afrika’dan milyonlarca siyah köle ithaliyle kısmen kapatıldı.
Çok daha seyrek nüfuslu Kuzey Amerika’da, aynı nicel boyutlarda bir soykırım yaşanmadı. İspanyollar bir ara bu kıtaya da el attılarsa da (bkz yukarıdaki başlık resmi ve aşağıdaki açıklaması), bu arayış çok sürmedi ve dikkatlerini o çağda derhal yağmalanabilecek zenginliklerin çok daha fazla olduğu Meksika ile daha güneyi üzerinde yoğunlaştırdılar.
Dolayısıyla kuzeyde, gözünü altın ve gümüş hırsı bürümüş İspanyol conquistadores’inin kıta içlerine balıklama dalmasından farklı ve çok daha tedricî bir kolonizasyon gerçekleşti. İngiliz ve Fransız göçmenler buraya küçük küçük yerleşimlerde tutunmak amacıyla geldi. 16. yüzyıldaki bu tür bütün girişimler başarısızlığa uğradı. Özellikle 1585’te Kuzey Carolina’da kurulan Roanoke Adası kolonisi, İngiltere’den yardım gelmeyince açlık, hattâ yamyamlıkla noktalandı.
Ancak edinilen tecrübeler ve okyanus-aşırı trafiğin yoğunlaşması, 17. yüzyılda artan bir başarıyı beraberinde getirdi. Powhatan Konfederasyonu’na mensup Paspahegh kabilesinin toprakları üzerinde 1607’de kurulan Jamestown, Yeni Dünya’da tutunabilen ilk İngiliz yerleşimi oldu. Başlangıçta kendilerine yardım eden Paspahegh’leri dört yıl içinde topyekûn imha etmeyi de içeren bir süreçle büyüdü, gelişti ve Virginia kolonisine dönüştü. Sonraki yüz küsur yıl içinde diğerleri onu izledi. Hepsi dar bir Atlantik kıyısı şeridi boyunca kuzeyde Quebec (Kanada) sınırından güneyde Florida’ya kadar sıralanan New Hampshire, Massachusetts (en kuzeydeki Maine dahil), Rhode Island, Connecticut, New York, New Jersey, Pennsylvania, Delaware, Maryland, Virginia, North Carolina, South Carolina ve (en son 1733’te) Georgia kolonileri böyle vücut buldu. Toplam nüfusları 1607’de 2000 dolayından 1775’te 2.4 milyona ulaştı. Yüzde 85’i Britanya Adaları kökenliydi (İngiliz, İrlandalı, Galli, İskoçyalı). Aralarında giderek bir Amerikalılık bilinci oluştu. Britanya İmparatorluğu’ndan bağımsızlık uğruna verdikleri 1775-1783 savaşı sırasında, daha 4 Temmuz 1776’da bir deklarasyonla Amerika Birleşik Devletleri’ni kurdular.
Bu yeni ABD’nin doğudan batıya genişlemeye başlaması, Atlantik kıyısındakilerden sonra iç bölgelerdeki yerli halkların da kaderini tamamen değiştirdi. Karşı konması imkânsız bir tür sömürgeleştirme dalgasına maruz kaldılar. Beyazların (1) müthiş bir demografik üstünlüğü vardı; (a) tarımın beslediği nüfus artışından, (b) Avrupa’dan sürekli göç alıyor olmaktan kaynaklanıyordu. Bu nüfus fazlası Atlantik kıyısından içerilere taşarken, (2) Washington’daki Kongre’nin onlar lehine ve Yerliler aleyhine her türlü yasal düzenlemeyi yapmaya yatkınlığıyla; (3) organize bir sanayi devletinin olanca askerî gücü ve planlama kapasitesiyle; (4) gene doğudan batıya uzanan demiryolları ve diğer ulaşım-iletişim şebekeleriyle desteklenip korunuyordu.
Biraz Çarlık Rusyası’nın batıdan doğuya, Avrupa’dan Sibirya’ya ve İç Asya’ya yayılmasına benziyordu olan biten. İspanya ve Portekiz, sonra Hollanda, Fransa ve İngiltere, daha çok denizaşırı yöntemlerle yayılmış ve bitişik olmadıkları toprakları ele geçirmişti. Rusya ve ABD ise 19. yüzyılda karada ve bitişik alanları ilhak ederek ilerledi. Rus Çarlığının Kafkasya ve Orta Asya halklarına neler yaptığı başka yazıların konusu olabilir. ABD’ye dönersek, ilk 13 kurucu kolonisinin de temelinde, yerlilere karşı şiddet, hilekârlık ve aldatmaca başından beri mevcuttu. Ama bu, batıya uzanış sürecinde bambaşka boyutlara ulaştı. Amerikan yönetimi, küçük ölçekli bir örneğini İsrail’de gördüğümüz bir “yerleşimci kolonyalizmi” (settler colonialism) politikasını benimsedi. Her milliyetçilik belirli “öteki”ler, düşmanlar ve hattâ şeytanlarla ilişki içinde tanımlanır. Örneğin 20. yüzyıl başlarında İttihatçı Türkçülüğünün şeytanları Bulgarlar, Yunanlılar (Rumlar) ve Ermenilerdi. 19. yüzyılın Beyaz Amerikan milliyetçiliğinin tek değil ama özel bir “öteki”si Yerli Amerikalılar oldu. Batıya yayılmanın “âşikâr alınyazımız” (manifest destiny) ideolojisi en dolaysız biçimde onları hedef aldı.
Yeryüzündeki tek Tehcir Kanunu İttihatçıların Osmanlı Ermenilerine ilişkin düzenlemesi değil. 1830’da ABD Kongresi Indian Removal Act diye bir şey çıkardı ki, tamı tamına Yerli Tehcir Yasası diye tercüme edilebilir. O zamana kadar Yerli Amerikalılar “yarı-bağımsız uluslar” olarak tanımlanıyor ve mevcut eyaletler içinde kendilerine tahsis edilmiş kabile yurtlarında yaşıyordu. 1830 Tehcir Yasası Federal hükümete, Yerli Amerikalıları bu topraklardan çıkarıp Mississippi Nehrinin batısına sürme yetkisi verdi. 1830-1850 arasında (İngilizce yazılışlarıyla) Chickasaw, Choctaw, Creek, Seminole ve Cherokee uluslarına mensup 60,000 kadar Yerli Amerikalı güneydoğu eyaletlerinde yaşadıkları alanlardan sürülüp çıkarıldı. Bahattin Şakir ve Kuşçubaşı Eşref’lerin 80-90 yıl önceki habercileri sayabileceğimiz eyalet güçleri ile yerel milislerin refakatinde, yaya konvoylar halinde göç ettirildi. Georgia eyaletinde altın bulunması ve yol açtığı Altına Hücum dalgası, 1838’deki Cherokee Tehciri’nin yakın sebebi oldu. Tehcire tâbi tutulan 16,543 Cherokee yerlisinden 2000 – 8000 kadarı yollarda can verdi. Bütün bu zorla göçürme güzergâhları, daha o zamandan itibaren Gözyaşı Yolu (Trail of Tears) diye anılmaya başladı. Ama bitmedi, bitmedi, bitmedi. Amerikan İç Savaşı (1861-1865) sonrasında Beyaz Amerikalıların yayılması daha da batıya yönelince, Yerli Uluslarla imzalanan her anlaşma, her satış sözleşmesi, her tazminat vaadi tekrar tekrar ihlâl edildi (bir kısmını gelecek yazımda anlatacağım). Beyaz Adam yalancılıkla özdeşleşti. Yerlilerse ezildi, yoksullaştırıldı, bitmek bilmez müsaderelere konu oldu. Olanca kültürleri ve yaşam tarzları çiğnenerek küçük rezervasyonlara tıkıldı.
Şimdi tepedeki başlık resmine tekrar bakınız. Bu, William Henry Powell’ın Discovery of the Mississippi (Mississippi’nin Keşfi) başlıklı tablosu. Ortada, beyaz atının üstünde soylu İspanyol conquistador’u Hernando de Soto. Arkasında müthiş askerî gücü. Bayraklar, toplar, mızraklılar. Sağ üstte, çıplak seksi kadınları dahil hayret ve huşu içinde bekleşen Yerliler. Sağ altta, hemen oracığa çömelmiş papazın dualarıyla büyük bir haç dikenler.
Ne kadar hayalî ve aşırı-Romantik olursa olsun, fütuhatın ve fetih ideolojisinin bütün kritik unsurlarını içermekte. Sadece İspanyol kolonyalizminin mi? Hayır. Batı merkezciliğin ruhunu mezceden bu resim, halen Temsilciler Meclisi ve Senato’suyla ABD Kongresini barındıran Capitol binasının rotunda’sının, büyük yuvarlak holünün duvarında asılı duruyor.