1957 seçimi nasıl bir seçimdi?
Adnan Menderes’in “Allah bana bir daha böyle bir seçim yaşatmasın” dediği seçimdi.
Adnan Menderes 1950 ve 1954 seçimlerini ezici bir çoğunlukla kazanmış, 1957’de girdiği üçüncü seçimden de ‘galip’ çıkmıştı. Ama o galibiyet çok sıkıntılı olmuş, bu sebeple Menderes yukarıdaki o meşhur ifadeyi kullanmıştı. Geçen yazıdaki belirtmiştik; eğer darbecilik hastalığı galebe çalmamış olsaydı, Menderes’in bir sonraki seçimi kazanması pek mümkün görünmüyordu.
31 Mart seçiminin birinci partisi, gerek kazandığı belediye sayısı gerekse oy oranı itibariyle tartışmasız AK Parti’dir. Ama buna rağmen, İstanbul’u ve Ankara’yı kaybetmiş bir Tayyip Erdoğan’ın Menderes’inkine benzer bir cümle kurması şaşırtıcı olur muydu?
Zannetmiyorum.
Seçimden ‘birinci’ çıkmak, ‘zafer’ kazanmak anlamına gelmiyor, hatta bazen ‘galip’ olmak anlamına bile gelmiyor. Öyle ya; İstanbul, Ankara, İzmir, Adana, Mersin ve Antalya’nın kaybedildiği bir mahalli seçime ‘galibiyet’ ya da ‘zafer’ diyebilmek o kadar kolay değil. AK Partililerin ‘zaferle’, ‘galibiyet’le çıktıkları bir mahalli seçimden sonra yüzlerinden düşenin bin parça olması bundan.
Çarıklı erkân-ı harbin siyasete verdiği ayar
Seçimden önceki son yazımızda ‘çarıklı erkân-ı harp’ denilen, memleketin ferâset sahibi insanları hakkında şunları yazmıştık: ‘Seçmen’ gibi ruhsuz, hiçbir hayatiyet imâsı bulunmayan bir kelime bizim memlekette oyunu kullanmak üzere sandık başına giden insanı târif etmeye yetmez. Bizde sandık başındaki insan çoğu zaman hükmünü vermiş, onu uygulatmak üzere kılıcını kınından çekmiş kişi demektir. Oyunu sandığa atarak ya bir Gordion düğümünü keser ya da siyasete yeni bir ayar verir.”
Nasıl oluyor da siyasete bu kadar ince elenip sık dokunmuş ayarlar verebiliyor, bilinmez ama bunu hemen hemen her seçimde büyük bir maharetle yapıyor.
31 Mart’ta da yaptığı buydu.
31 Mart’ta sandığın başına gidenler, kendilerine ‘Cumhur’ ve ‘Millet’ isimlerini uygun gören iki ayrı ittifaka da gayet okkalı mesajlar verdi. Sandıktan çıkan sonuçlar, iktidarıyla muhalefetiyle siyasete öyle ayarlar verdi ki; 1 Nisan sabahı siyaset sahnesi yeniden kuruldu.
Seçmenin sandıkta iktidar partisini “ikinci kez” uyaracağı tahmin ediliyordu ama bu uyarının sertlik derecesi öngörülemiyordu. Sandıklar açılınca gördük ki, bu ikinci uyarı ‘Osmanlı tokadı’ şeklinde tezâhür etti.
‘İkinci uyarı’ dememizin sebebini geçen yazıda belirtmiştik. Biraz daha açalım: Seçmen, 24 Haziran 2018 seçimlerinde, yani neredeyse bir yıl önce AK Parti’yi, oylarını yüzde 49’lardan yüzde 42’lere çekerek uyarmıştı. Hatırlayın, o seçimde Tayyip Erdoğan yüzde 52 oyla Cumhurbaşkanı seçilmiş ancak partisi 60’tan fazla ilde bir önceki seçime göre oy kayıplarına uğramıştı. Ülke genelindeki oy kaybı yüzde 6 civarındaydı. Yani seçmen gayet net bir ‘ayar’ vermişti bu partiye.
24 Haziran 2018 günü paylaştığım Tweet’i hatırlıyorum: “Seçmenin bu partiye verdiği ayar umarız Erdoğan’ın zaferinin gölgesinde kalmaz.”
Kaldı.
İktidar partisi aradan geçen bir yıla yakın zamanda halkın yaptığı o ilk uyarının gereğini yerine getirmedi.
Bunu nereden biliyoruz?
31 Mart günü yedikleri tokattan.
24 Haziran uyarısı iktidarın bir kulağından girip ötekinden çıkmamış olsaydı, yani iktidar partisi ‘tekdir ile uslanmış’ olsaydı bugünkü ‘köteği’ yemezdi. Ne kibirlerini bir kenara bıraktılar, ne devletteki atamalarda eş dost akraba kayırmacılığından vazgeçtiler, ne de çoğu zaman gayet yaralayıcı şekilde kullandıkları dillerine ayar verdiler.
Çarıklı erkân-ı harp, işte şimdi sandığın başına yeniden gidip bu kez canlarını daha fazla acıtacak şekilde darbesini vurdu. Kılıç kınına yeniden girdiğinde AK Parti’nin elinden Ankara ve İstanbul alınmıştı.
“Efendim, İstanbul’un durumu daha net değil, oylar yeniden sayılıyor, İstanbul’u geri alabiliriz” denilebilir. AK Parti’nin İstanbul’u birkaç bin oy farkıyla kaybetmesiyle birkaç bin oy farkıyla kazanması arasında bir fark var mı? Koltuğu gece yarısı olağanüstü toplanan Yüksek Seçim Kurulu kararlarıyla geri aldıklarında İstanbul halkının onlara verdiği mesaj değişmiş mi olacak?
AK Parti İstanbul’u Binali Bey’e rağmen alamamışsa…
AK Parti, İstanbul’u ancak Binali Yıldırım’ı aday göstererek elinde tutabileceğini düşünmüştü, haklıydı da. Ama sandıklar açıldığında gördük ki Binali Bey’le bile alabilmesi mümkün olamadı. AK Parti Ankara’da yaptığı hataların bedelini İstanbul’da ödemiştir.
Yoksa, İstanbul şehrinin AK Parti döneminde hizmet görmediğine kim inanır?
İstanbul seçiminin sonucunu belirleyen, şehrin belediye hizmeti alamaması değildi. (İstanbul’u boğan o devâsa gökdelen inşaatlarının çoğunun izinleri İstanbul’dan değil Ankara’dan verildi.)
Binali Bey’e gelince, o gönülsüzce girdiği, hatta neredeyse zorla itildiği bu seçimin mağlûbu değil mağdurudur. İstanbul gibi Türkiye’nin aynası bir şehrin Ekrem İmamoğlu gibi daha birkaç ay öncesine kadar ismini çok az İstanbullunun bildiği bir isme teslim edilmiş olması Binali Yıldırım’a duyulan güvensizlikle açıklanamaz.
Cumhur İttifakı neden hâlâ yüzde 52?
İttifakların yarışı şeklinde geçen bu seçimde kazanan tarafın Cumhur İttifakı olduğunu herhalde kimse inkâr edemez. 24 Haziran’da Cumhurbaşkanı Erdoğan’a verilen yüzde 52 civarındaki desteğin devam ettiğini gördük. Ekonomideki sıkıntılara, enflasyonun yukarılara doğru tırmanmasına, işsizlik rakamlarındaki artışa, iktidar mensuplarının kullandığı rahatsız edici dile ve medyadaki çürümeye rağmen Cumhur İttifakı yüzde 51.6 oy alabilmiştir.
AKP’den uzaklaşan oylar neden öteki muhalefet partilerine değil de, artık ‘muhalefet partisi’ diyebilmemizin mümkün olmadığı MHP’ye akıyor?
Cevabı basit: İttifak içinde kalmak için.
Cumhur İttifakı, Millet İttifakı’ndan farklı olarak, Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu tehditlere karşı bir fikir ve duruş birliği içinde. (Millet İttifakı’nın ise ‘Erdoğan alerjisi’ dışında bir mutabakat noktası, bir ortaklığı yok. Ümit Özdağ ile Sezai Temelli herhangi bir konuda ne kadar ‘ortak’ olabilirlerse o kadar ortaklar.) AK Parti’ye tepki oylarının gidebileceği tek yerin MHP olması bundan. MHP’liler de ‘zafer kazandık’ havasına girmesin, zira son iki seçimde aynı dinamik işledi ve eli kendi partisine oy vermeye gitmeyen bir kısım AKP seçmeni oyunu ‘ittifak içinde kalabilmek’ için MHP’ye verdi.
Bu seçmenin gözünde ‘ittifak içinde kalabilmek’, hem Amerika’ya hem Türkiye ve Suriye’deki işbirlikçi örgütlerine karşı ‘Türkiye’ye sahip çıkmak’ anlamına geliyor.
17 yıldır süren iktidara, siyasi ve ekonomik sıkıntılara rağmen Cumhur İttifakı’nın seçimden birinci sırada çıkmasının sebebi bize göre ‘bekâ kaygısı’ söyleminin özellikle Anadolu’da karşılık bulmasıdır. Muhalefet partilerinin göremediği bir tabloyu Anadolu insanı görmüştür. Irak ve Suriye’nin fiilen parçalandığı, PKK’nın Amerika’nın müttefiki haline dönüştüğü, 15 Temmuz darbe hamlesinin gerçekleştiği bir dönemde Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu jeopolitik riskleri yok sayarak siyaset yapılamayacağı ortaya çıkmıştır.
Muhalefet blokunu oluşturan partiler, AK Parti’ye muhalefet etmekle bölgede jeopolitik kıskaca alınmış Türkiye’ye sahip çıkmak arasındaki farkı idrak edebilmiş değiller. Bunu idrak edemedikleri sürece girecekleri her seçimde kazanımları ancak sınırlı ve konjonktürel olacaktır.