[20 Şubat 2014] Benim günümüzde “haklı savaş” ve silâhlı mücadele karşıtlığım, geriye doğru alabildiğine çekilip götürülebilecek, ezelî ve ebedî, mutlak ve zaman-dışı bir pasifizm kuralı değil. Geçmişteki Taraf yazılarımda şunları ayrıntılı olarak anlatmaya çalıştım: (I) 20. yüzyılın aşağı yukarı üçte ikisinde tanık olduğumuz “devrimci şiddet” denemeleri ile kapitalizm ve işçi sınıfının gelişme düzeyi arasında ancak ters orantılı bir ilişki söz konusu idiyse de, söz konusu denemeler hiç değilse başka bazı olabilirlik zeminlerinden kaynaklanıyordu: (a) Demokrasinin ve demokratik mücadele olanaklarına hemen hiç yer vermeyen, 19. yüzyıl uzantısı (Çarlık benzeri) monarşik-aristokratik düzenler. (b) Yabancı bir gücün işgal ve istilâsı, ya da buna benzer emperyal-kolonyal durumlar; dolayısıyla bağımsızlık ve/ya kurtuluş mücadeleleri olasılığı. (c) Faşizme ve Nazizme karşı mücadele (dikkat: rastgele “faşizm” yaftası asmaya kalktığımız her rejimi değil; özel isim olarak büyük harfle yazdığım, 20. yüzyılın gerçek faşizm ve Nazizmi ile zamandaş türevlerini kastediyorum).Fakat (II) unutmamak lâzım ki, bu örneklerde dahi ihtilâl/cilik dediğimiz şiddet kullanımı, her zaman olumlu sonuç vermedi. Özellikle Marksizm türevli devrim girişimleri veya komünist partilerin önderliğindeki, giderek sosyalizme açılacağı varsayılan millî kurtuluş mücadeleleri, sonuçta kimseye demokrasi ve refah getirmedi. Sosyalist veya komünist olmayan (liberal, demokrat ve/ya ulusal bağımsızlıkçı) devrimcilerden hiç olmazsa bir bölümü, şiddeti sınırlı tutabildi ve iktidara yapışmayabildi de, “geleceğin sınıfsız toplumu” ve oraya giden yolda “proletarya diktatörlüğü” paradigmasına bağlı kalan Marksist, komünist devrimcilerin iktidara, dolayısıyla hukuk-dışı keyfîliğe ve şiddete yapışmaması mümkün olamadı. Bu mecraya giren nice “savaş örgütü,” kendi içinde ve halka karşı diktatörleşmenin meşruiyet kılıfını uydurmaya yöneldi. (III) Bunlar dışında, olur olmaz her koşulda silâha başvurmanın teorisini yapmak ise, sözümona “haklı dâvâ”lardaki sınırsız çoğalma ve parçalanma üzerinden, 1970’ler ve sonrasında tam bir çürüme ve kokuşmaya, giderek Marksizmden cihadizme devredilen bir bataklığa dönüştü.(IV) Madalyonun diğer yüzünde, hemen belirteyim ki bu bile, ampirik-pragmatik boyutu güçlü (ya da görece teorisiz) bazı silâhlı mücadelelerin, bir dönem boyunca, (kendi amaçları açısından) kısmî ve taktik başarılar kazanması olasılığını dışlamıyor. Kimileri şiddeti her türlü zaman ölçeğinde yüzde yüz faydasız görebilir; hiçbir işe yaramadığını iddia edebilir. Hayır, doğru değil bu. A priori bir özlem değil a posteriori bir gözlem, güncel bir tercih değil olgusal bir tesbit anlamında söylüyorum: Tarih, bilhassa başka bir dizi koşulla birleştiği ve ilânihâye uzatılmadığı zaman, kısa vâdede işe yarayabildiğine (ama vaktinde bitirilemezse zıddına dönüştüğüne) dair örnekler de sunmakta.Nitekim IRA bu kritik noktaya olağanüstü bir hızla, Bağımsızlık Savaşının hemen ilk iki yılında geldi. İrlanda’daki İngiliz kuvvetlerinin komutanı General Macready, daha 1921 başlarında ipin ucunun kaçtığını gördü ve eski adıyla “örfî idare” ilân edilmediği, “bütün boyutlarıyla normal hayat” askıya alınmadığı takdirde İrlanda’yı elde tutmanın olanaksız olduğunu bildirdi. 1980’lerde TSK’dan kimse benzer bir rapor yazdı mı, bilmiyorum. Ancak şu kadarı kesin: Macready’nin önerisi bizde pekâlâ uygulandı. 12 Eylül sıkıyönetimlerinin yerine 1987’de ilk Turgut Özal’ın başvurduğu OHAL, sonraki koalisyon hükümetlerince de benimsenip 2002’ye kadar sürdürüldü (ve unutmayalım, ancak AKP tarafından sona erdirildi).Ne ki, daha altmış küsur yıl öncesinde bile bu formül, Londra için ciddî bir opsiyon değildi. Hukuk devletini sıfırlayacak bir sıkıyönetimi, Olağanüstü Hali veya bir tür Takrir-i Sükûn uygulamasını imkânsız kılan bir dizi ek faktör vardı ortada: (1) Birinci Dünya Savaşı sonrasının (Kemalistlere karşı Anadolu’ya doğrudan müdahaleyi de zorlaştıran ve Yunan ordusunun desteklenmesiyle sınırlayan) genel yorgunluk ve isteksizliği. (2) İrlanda somutunda, Avrupa’nın dışında değil içindeki bir kolonyal bağlamın ve dolayısıyla — bunun altını kuvvetle çiziyorum — Batılı, uygar, beyaz, komşu ve İngilizce konuşan bir halkın direnişinin söz konusu olması. Bunun yarattığı kültürel köprüler; kimlik örtüşmeleri; hele o dönemde Afrika ve Asya halklarına asla gösterilmeyecek kadar geniş bir empati ve sempati hâlesi. (3) Papalığın Katolik İrlanda ile özel ilişkisi, kol kanat germesi. (4) Keza, ABD’deki büyük İrlanda kökenli nüfus ve seçmen kitlesi. (5) Birleşik Krallığın, başta Asya olmak üzere dünyanın kalanına yönelik politikaları açısından Amerika’nın desteğine ihtiyaç duyması.Fakat tabii hepsinden önemlisi (6) İngiliz demokrasisinin kendi iç dinamikleri, kısıtları ve çelişkileriyle, İmparatorluğun neler yapıp yapamıyacağına ciddî sınırlar getirmesi. Özal gibi esas itibariyle anti-militarist, TC tarihinde ilk defa genelkurmay başkanlarını görevden alabilen bir reformcu dahi, OHAL’i herşeyden önce kendi içine sindirebilir, üstelik yaygın bir “Türk kamuoyu” desteği sayesinde o kadar kolayca ilân edebilirken, David Lloyd George ve Winston Churchill’lerin, İngiltere ve Batı kamuoyunca kabul edilemezliği hayli açık olan bu yöntemi — hani çağdaş polisiye dizilerin moda klişesiyle, biri silâhına sarılacakken diğeri bunu sezip don’t even think of it der ya, işte aynen öyle — “akıllarına dahi getirme”meleri. Tersine, İşçi Partisi’ni, The London Times dahil bazı büyük gazeteleri, İngiliz Katoliklerini, ünlü yazar ve aydınları, hattâ tek tük generalleri kucaklayarak genişleyen bir barış hareketinin, bir an evvel kan banyosuna son verilip müzakerelere girişilmesi çağrısını yükseltmesi. Sivil toplum insiyatiflerinin Londra ile Dublin arasında mekik dokumaya başlaması. Rahipler, The Times’da açık mektuplar, Papa’dan özel çağrılar. Sonuçta, Majestelerinin Lloyd George başkanlığındaki hükümetinin bu cereyana daha fazla dayanamayıp, 1922 Temmuz’unda (ilginçtir: Büyük Taarruz’dan yaklaşık bir ay önce) Avrupa’nın öbür ucunda IRA’ya ateşkes önermesi.Burada duralım biraz. Bu dizinin umarım ki son yazısında, mütareke ve barış görüşmelerinin Michael Collins’e nasıl bir sorumluluk yükleyeceğine; bu sorumluluğun, Abdullah Öcalan’ın bugünkü konumu ve tutumuyla nasıl karşılaştırılabileceğine geçmeden önce, IRA’nın askerî başarısının biraz önce altı noktada topladığım siyasî koşullarını, PKK’nın ve Türkiye’nin şimdiki çözüm sürecine varıncaya dek — 1984’ten bu yana; öyle 2-3 değil, tam 30 yıl boyunca — yaşadıklarıyla karşılaştırmaya çalışalım.Benim açımdan iki fark çok net ve bunların belirleyici olduğu kanısındayım. İlki, İngiliz-İrlandalı ve Türk-Kürt çatışmalarının ideo-kültürel boyut ve arkaplanlarıyla ilgili. Evet, İngiliz popüler kültüründe de vülger etnik fıkralar, şive taklitleri, İskoçlar gibi İrlandalılara da lumpenimsi sataşmalar var kuşkusuz. Ama bu tür alt-kültürlerin herhangi bir “resmî ideoloji” karşılığına rastlayamazsınız. Bizde ise, malûm, Kürtleri her adımda aşağılayan, tarihsel varlık ve kimliklerini yok sayan sistematik bir Türk ırkçılığı söz konusu. Onyıllar boyu her türlü politik söyleme, askerde atılan nutuklara, MEB’e, TTK ve TDK’ya, Atatürk Yüksek Kurumu’na, ilk ve orta öğretime, müfredata, ders kitaplarına, “andımız” ve “hitabe”lerimize girmiş, sinmiş, yer etmiş. Şeyh Sait ve Dersim isyanlarının bastırılışından başlayıp, 1960, 1971 ve 1980 darbelerinden, DDKO’lardan ve Diyarbakır cehenneminden geçerek, 1990’ların kirli savaşına varıncaya dek, her dönemde Kürtlere yapılanlar karşısında ülkenin Türk kesimlerinin duyarsızlaştırılmasına; suskun, aldırmaz, vurdumduymaz kılınmasına; başka her şey eşit olmak kaydıyla, geniş tabanlı bir barış hareketi inşasının görece zorlaşmasına yol açmış.Oysa yukarıda (2)’de işaret ettiğim gibi, İngiltere-İrlanda ilişkisinde böyle ideo-kültürel bir zehirlenme de, nasırlaştırıcı etkileri de gözlenmiyor. Tam tersine, ötekileştirmeyi önleyici, zayıflatıcı, yumuşatıcı ortaklıklar ağırlıkta. Ek fikir: İrlandalı-İngiliz çifte kimlikleriyle Britanya’da da bütün evlere ve dersliklere giren, radyolarda dinlenen, herkesin okuduğu ve saygı gösterdiği, estetik ve manevî ağırlığa sahip James Joyce’ların, Nobel ödüllü George Bernard Shaw ve W. B. Yeats’lerin kaç çifte kimlikli Türk-Kürt karşılığı oldu ki bu ülkede? Olsaydı, herhalde burada da sonuç, başka her şey eşit olmak kaydıyla, geniş tabanlı bir barış hareketi inşasının görece kolaylaşması olurdu. (Yeri gelmişken belirteyim; atlamış olabilirim ama, yıllardır yapılan bütün Türkiye-İrlanda ve Türkiye-İspanya karşılaştırmalarında hep siyaset kertesi üzerinde durulurken, burada değindiğim ideo-kültürel kerte üzerinde, doğrudan doğruya savaş ve barış süreçlerindeki, çatışmayı kolaylaştırıcı, uzlaşmayı zorlaştırıcı etkileri açısından yeterince durulmadığını sanıyorum.)Ve tabii ikinci büyük fark, yukarıda (6)’da dikkat çektiğim, İngiliz demokrasisine karşı Türkiye’nin demokrasi yetersizliği noktasında. Kestirmeden söylersek, en son 1848’de Chartist harekete karşı alınan önlemlerin ardından, iktidarı ve muhalefetiyle siyasete herhangi bir müdahalenin en küçük olasılığı ve endişesi yaşanmadı İngiltere’de. Toplum, parlamenter demokrasinin üstünlüğü ve milletin seçtiklerine hizmet açısından asker ile memur arasında hiçbir fark gözetmeksizin, ordu korkusu nedir bilmeksizin yaşamaya alıştı. 1922’deki pazarlıklar sırasında kimse, özel olarak yüksek rütbeli subaylardan kaygılanmadı, ne düşündüklerini merak etmedi. Cezayir barış süreci karşısında Fransa’da tâ 1960’larda yaşanan OAS darbesi ihtimalinin bir benzeri, İngiltere’de asla hissedilmedi.Bunun Türkiye’yle ne muazzam bir tezat teşkil ettiğini ayrıca açıklamaya gerek var mı? Ordu-millet ideolojisi, asker korkusu ve TSK’nın “millî çizgi”si karşısında hizaya girme alışkanlığı, 1908’den 2000’lerin başlarına kadar bütün politikacıların, yargının, bürokrasinin, gazetecilerin, aydınların içine işledi. Akademik törenler dahi askerî törenleri örnek aldı. Emekli generaller kâh gazete yönetim kurulu üyesi, kâh holding danışmanı, kâh üniversite genel sekreteri, kâh ADD başkanı, kâh YÖK müfettişi oldu. “Kutunun içinde düşünmek” diye bir kavram var, yönetim danışmanlığından başlayıp çeşitli alanlara yayılan. Herhangi bir soruna yaklaşımınızda bazı çok dar çerçeveleri aşamıyorsanız, buna kutunun içinde düşünmek deniyor. Paradigmatik körlüğün bir başka çeşidi. Özgün çözümler ise hemen daima kutunun dışında düşünmeye bağlı.Hele Kürt sorunu, savaşı ve barışı gibi konularda, TC’nin kör noktası veya dar kutusu nedir (neydi) diye sormayalım hiç. Onyıllar boyu bu, hep ordu oldu, ordunun muhafızlığındaki Atatürkçülük oldu, gene ordunun bekçiliğini yaptığı üniter ulus-devlet oldu. “millî birlik ve beraberlik” oldu, “ülkesi ve milletiyle bölünmezlik” oldu. Hiç kimse, hiçbir soruna tümüyle korkusuz bakamadı. Silâhlı kuvvetlerin gölgesi, esnek, pragmatik ve yaratıcı düşünmeyi bastırma ve sindirme, buruşturup şekilsizleştirme, köşesizleştirmede tâyin edici rolü oynadı. Buna karşılık Türkiye 21. yüzyılda biraz özgürleştiyse, bu gölgeden çıktığı ölçüde özgürleşti. Eski zihinsel cendereler gevşemeye yüz tuttu.Kanıt mı istiyorsunuz? Bakın, 1997’de 28 Şubat’a destek veren, sonra 1999’da Abdullah Öcalan’ın yakalanmasını en militer-milliyetçi nefret diliyle kutlayan yığınla gazeteci ve yorumcunun yazdıkları, tam bir kutunun içinde düşünme örneğidir. Kişileri o kadar suçlamamak lâzım. Zamanla her şey değişiyor. Markar Esayan iklim sözcüğünü güzel buldu; evet, o iklim başkaydı, bu iklim başka. O sırada askerî vesayet adamakıllı güçlüydü, ayaktaydı. Beyinleri bu olgu kuşatıyor, hapsediyordu. Ne ki, 2002’den itibaren o yazarların bir bölümü de — başka herhangi bir nedenle değil, sırf o dar düşünce dünyalarının dış duvarları yıkıldığından — kısmî bir dönüşüm gösterdi. Büyük ölçüde AKP’nin demokratikleşme atılımları ve demilitarizasyon başarıları sayesinde, Kürt hareketine içselleştirilmiş bir düşmanlık gütmekten vazgeçti. Devletin PKK’yı ezebileceği (ezmiş olduğu) hayalini terketti. Hattâ bazıları oradan gerilla yaşamı ve özlemlerini öyküleştirmeye sıçradı. Geç de olsa Kandil’e gidip geldi. Kürtlere dost oldu. Gene şu son 15 yılın ferahlamasından, Öcalan’ı AKP’ye karşı ittifaka çağırmak, olmazsa Kürtleri sattığını imâ etmek — eh, hiç olmazsa bu açıdan, bu ölçüde muhatap almak — için yararlanmaya başladı.1922’nin İrlanda barışı sürecinde, buna benzer bir konuma giren — yani meselâ IRA’nın uzlaşmaması ve mütareke koşullarını kabul etmemesini isteyen, ya da Michael Collins’i tam bağımsız İrlanda Cumhuriyeti dâvâsına ihanetle suçlayan — İngiliz aydınları var mıydı, bilemiyorum doğrusu. Ama ne yapalım, belki bize özgü, belki değil, bu da bir gelişme işte. En azından, tartışmanın sınırlarının nereden nereye geldiğine bakalım. Tarihin akışı asla çizgisel değil; her zaman böylesine karmaşık.
(4) İngiltere ve Türkiye; ırkçılık, ordu, aydınlar
- Advertisment -
Sonraki İçerik