Ana SayfaYazarlar(5) Özgürlüğün, toprağın ve tarihin gaspı

(5) Özgürlüğün, toprağın ve tarihin gaspı

1890 sonunun Wounded Knee Katliamı’nda Lakotalardan 90 erkek, 200 kadar da kadın ve cocuk öldü; 4 erkek ile 47 kadın ve çocuk yaralandı. Ordunun ise 25 ölü, 39 yaralı verdi. Sonrasında ABD Kongresi yirmi askeri Şeref Madalyasıyla ödüllendirdi. Lakotalar ise alelacele kazılan bir toplu mezara gömüldü.

[25 Mayıs] Yerli Amerikalılar topraklarından edildikleri gibi kültürleri ve tarihlerinden de edilmek istendi. Hemen bütün ulus-devlet kuruluş süreçlerinin ortak paydasıdır aslında. Birileri girer, kazanır, fetheder ve sonra getirip kendi dâvâsının muzaffer fatihlerinin heykellerini diker; ortak tarihimiz budur der. 19. yüzyılın Amerikalı büyük toprak sahipleri, malikânelerinde doğan köle çocuklarını da mülk edinip kendi soyadlarını verir. 1919-20’de fevkalâde kıymete binen Kürtler, Millî Mücadele kazanıldıktan sonra dışlanır, ötelenir ve aslında Türk (Dağ Türkleri) oldukları, ama karda yürürken kart kurt sesleri çıkardıkları için Kürt dendiği gibi teoriler icat edilir.

İzmir’in ortası bir zamanlar yangın yeriydi. Yunan ordusu geri çekilirken ateşe vermedi İzmir’i. Bu da sonradan uydurulan bir efsanedir. Büyük İzmir Yangını, Türk ordularının 9 Eylül 1922’de şehre girmesinden dört gün sonra, 13 Eylül’de başladı ve 18 Eylül’e kadar sürdü. Bütün şehre de yayılmadı. O zamanlar Basmahane ile Rıhtım arasındaki düzlüğü kaplayan Rum ve Ermeni mahallelerini kavurdu geçti. Kozmopolitliği ile İttihatçıları ve Kemalistleri rahatsız eden Gâvur İzmir böyle yokoldu. Şehrin göbeğindeki o çirkin kara leke on dört yıl öyle kaldı. Üzerine Kültürpark inşa edildi. 1 Ocak 1936’da açıldı. Yangını toplumsal bellekten sildi. Modernist Türk milliyetçiliğinin anıtı ve sembolü oldu.

*          *          *

Sioux’ların başına gelen de bir yere kadar bundan çok farklı değil. 1876’da Little Bighorn muharebesini kazandılar ama sonrasında tabii ABD’nin muazzam gücüne sürekli meydan okuyamadılar. Amerikan İç Savaşının ünlü kuzey başkomutanı Ulysses S. Grant, 1872’de ikinci defa seçildiği cumhurbaşkanlığının sonlarına geliyordu. Siyahların kölelikten kurtulması dâvâsında yer almıştı ama Yerli Amerikalılara karşı ırkçı ve amansızdı. “Ya eğitimin ve medeniyetin ıslâh edici etkileri” diyordu, “ya da topyekûn imha savaşı.” Bir yandan, küçük avcı-toplayıcı savaş gruplarının arazide uzun süre kalacak takati yoktu. Kış yaklaştıkça rezervasyonlara ve ticaret noktalarına yaklaşmak zorunda kaldılar. Diğer yandan ise ordu tam ters yönde taktik değiştirip, kalelerinden çıkarak Lakota ve Cheyenne yaşam alanlarında sürekli kamp kurdu. Saldırılara karşılık vermekle yetineceğine, kendisi Yerlilerin köylerini basıp erzak stoklarını yoketmeye girişti. Sonunda önce Cheyenne, ardından Lakota kabileleri boyun eğdi. (28 Şubat) 1877 Anlaşmasıyla ABD, bütün Sioux topraklarını resmen ilhak etti ve hepsini daimî rezervasyonlara kapattı.

En son Mayıs’ta, beraberindeki küçük savaşçı grubuyla birlikte Crazy Horse da teslim oldu. Başlangıçta, esir veya suçlu muamelesi yapılmadı. Kaldığı rezervasyonda iyi muamele gördü. Derken tepesinde Beyaz intikamcılığının bulutları dolaşmaya başladı. Kaçıp tekrar isyan etmeye hazırlandığına dair söylentiler çıkarıldı, yanlış çeviriler yapıldı, sahte raporlar düzenlendi (tanıyor muyuz, bu derin devlet davranış biçimlerini?). Önce hakkında nakil emir çıkarıldı. 5 Eylül 1877 sabahı rezervasyondan alınıp, sıkı koruma altında Fort Robinson kalesine doğru yola çıkarıldı. Akşam vardıklarında, refakatçi birliğin komutanı teğmenden, Oglala savaş başbuğunu günün nöbetçi subayına teslim etmesi istendi. Meğer tutuklanıp karanlıkta, kimseler görmeden Tümen Komutanlığına yollanması yolunda gizli emir varmış. Nöbetçi yüzbaşı da Crazy Horse’u alıp nöbetçi kulübesine kapatmak istedi. Tutuklanmakta olduğunu anlayan Crazy Horse nöbetçilerle boğuşmaya başlayınca, kapının hemen önünde bir çavuş tarafından süngülendi (işte size kusursuz bir yargısız infaz mizanseni). Doktor müdahalesine rağmen kurtarılamayıp gece geç saatlerde can verdi.   

Bu cinayet dahi Sioux Savaşlarını sona erdirmeye yetmedi. ABD yönetiminin Lakota ulusunca kutsal Black Hills yöresinin altın ve sair doğal zenginliklerine mutlak surette el koyma çabaları çerçevesinde, 29 Aralık 1890’da, Güney Dakota eyaletinin sınırları içindeki Lakota rezervasyonunda Wounded Knee Katliamı gerçekleşti. Önceki gün süvari birliklerince yolları kesilen, Lakota ulusunun (İngilizce yazılışlarıyla) Miniconjou ve Hunkpapa klanlarından bir grup, Wounded Knee Deresi kıyılarına sürülüp kamp kurmaya zorlanmış; daha sonra kamp, bir hafif top bataryası dahil takviye birliklerince çepeçevre kuşatılmıştı. 29 Aralık sabahı askerler Yerlileri silâhsızlandırmak için kampa girdiği sırada bir tüfek muhtemelen kazara patlayınca 7. Süvari Alayı derhal ateş açtı. Silâhlar sustuğunda manzara korkunçtu. Lakotalardan 90’ı erkek, 200 kadarı kadın ve cocuk olmak üzere toplam 300’ü ölmüş, (4’ü erkek, 47’si kadın ve çocuk) 51’i de yaralanmıştı. Ordunun kayıpları ise 25 ölü, 39 yaralıydı. Sonrasında Kongre yirmi askeri Şeref Madalyasıyla ödüllendirdi. Lakotalar ise alelacele kazılan bir toplu mezara gömüldü.  

*          *          *

Bütün bunlar bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, pireler berber iken, develer tellâl iken, ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken… meydana geldi. Üzerinden yıllar geçti. Neyse ki ABD hep daha çok demokrasi yönünde gelişti. Türkiye’yle kıyaslanmayacak derecede özgür, çok-sesli, çok-kültürlü bir topluma evrildi. En azından, tek bir görüş ve yorumun mutlak hegemonyası gerçekleşmedi. Hâlâ da baskın “Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan” (kısaca WASP: White, Anglo-Saxon, Protestant) kimliği ve aidiyetine karşı başka kimlikler de en azından temsil sahnesine çıkabildi, tanınmak uğruna mücadele verebildi.

Bu, tarihin de kirletilmediği, yüzde yüz gaspedilemese de en azından gaspedilmek istenmediği anlamına gelmiyor, kuşkusuz. Şimdi anlatacağım küçük serüven de bu mücadeleyle ilgili. Little Bighorn Muharebesi’nden yaklaşık elli, Wounded Knee Katliamı’ndan otuz küsur yıl sonra, Güney Dakota’nın resmî eyalet tarihçisi Jonah Robinson (tam adıyla Jonah LeRoy “Doane” Robinson, 1856 – 1946), işte o meşhur Black Hills yöresinin sert granit yamaçlarının bir dizi heykelle traşlanıp (turistik açıdan çekici olacağını umduğu) büyük bir anıta dönüştürülmesi önerisini ortaya attı. Robinson’ın ilk fikri bir tür çok-kültürlülük örneğiydi. 1803-1806 arasında Pittsburgh’dan yola çıkıp Pasifik kıyısına ulaşan ilk büyük keşif seferinin liderleri (yüzbaşı) Lewis ve (teğmen) Clark’ı; onların Yerli kadın rehberi, Şoşone kabilesinden Sacagawea’yı; asker, izci, bizon avcısı ve showman “Buffalo Bill” Cody’yi; ünlü Oglala Lakota şefleri Red Cloud (Kızıl Bulut; kendi dilinde Mahpiya Luta) ile Crazy Horse’u (Çılgın At; kendi dilinde Thasunke Witko) kapsıyordu. Robinson’a göre bunların hepsi, Amerikan Batısı’nın kahramanlar galerisini oluşturmaktaydı.

Olmadı, olamadı. Çeşitli açılardan olamadı. Bir yandan, başlı başına anlamlı bir isim değişikliği yaşandı. Black Hills, Sioux’lar için kutsal bir alandı. İtiraz ettiler ama durduramadılar. Pazarlığa oturdular ama sonuçta kararlaştırılan tepenin Lakota dilindeki adı ve anlamını dahi koruyamadılar. Onlar bu noktaya efsanevî atalarına atıfla “Altı Büyükbaba” (Thunkasile Sakpe) veya “Kugar [Puma] Dağı” (İgmuthanka Paha) diyordu. Ünlü zengin ve yatırımcı Charles E. Rushmore diye biri, 1885’ten itibaren buralara gelip avlanmaya ve altın aramaya başladı. Ne yapıp yaptı; ABD Coğrafî İsimler Kurulu 1930’da “Altı Büyükbaba”nın adının resmen Mount Rushmore (Rushmore Tepesi) olmasına karar verdi.

İkincisi, içerik yerellikten ve çoğulluktan çıktı; ulusallık adı altında WASP oluverdi. Robinson’ın anlaştığı heykeltraş Gutzon Borglum, daha baştan tercihini çok-kültürlü bir galeri değil, Amerikan ulusunun doğuşu, büyüyüşü, gelişmesi ve ayakta kalmasını simgeleyecek, dolayısıyla daha geniş bir kitleye hitap edecek dört cumhurbaşkanı yönünde kullandı. Proje bu şekliyle zamanın Güney Dakota senatörünce benimsenip Kongre’ye taşındı. “Çağdaş toplumun ve demokrasinin zaferi”ni temsil edecek; “Amerikalılar için, Amerikalıların kafasında doğup planlanmış ve Amerikalıların elleriyle gerçekleştirilmiş bir eser” için bütçe tahsisatı sağlandı ve 1929’da Başkan Calvin Coolidge tarafından da onaylandı.

1941’de tamamlandı. En tepede gördüğünüz, (sol başta) George Washington (1732-1799), (soldan ikinci) Thomas Jefferson (1743-1826), (sağ başta) Abraham Lincoln (1809-1865) ve (soldan üçüncü) Theodore Roosevelt’in (18158-1919) 18 metre yüksekliğindeki büstlerinden oluşan Rushmore Tepesi Ulusal Anıtı (Mount Rushmore National Memorial) bu şekilde vücut buldu.   

Devlet, egemen ideoloji ve özel kapitalizm birleşti; bu sonuç çıktı. Küçük bir problem vardı (ve var) tabii. Bütün o Kötü Toprakların en eski sahibi Lakota Sioux’ları için bu anıt bağırlarına saplanmış bir hançer gibiydi. Özgürlükleri yokedilmiş, toprakları ellerinden alınmış, bir de üzerine bu fetih simgesi dikilmişti. Kutsal bildikleri her şeyin ayaklar altına alınması anlamına geliyordu. fffffffffff

- Advertisment -