Türkiye’nin halk tarafından seçilmiş meşru başbakanı Adnan Menderes 60 sene önce bugün, 17 Eylül 1961’de idam edildi. Devlet Menderes’in idamından hemen sonra ailesine, darağacına çekildiği ip, cellat ve kefen parası için icra gönderdi. 1950’lerdeki DP iktidarı demokrasi açısından sorunsuz değildi, ama Türk siyasi tarihinde çok partili dönemde yapılan serbest seçimlerde gelmiş-geçmiş en yüksek oyu almış olan Menderes’in (1954: yüzde 57,61) idamı siyasi kamplaşmayı iyice güçlendirip zaten zayıf olan güveni ve müzakere kültürünü dinamitleyerek Türk siyasetini zehirledi.
1954 seçimlerinde Menderes’in DP’si Türkiye’nin neredeyse tamamında en büyük parti haline gelmişti. Kırşehir en çok oyu hemşehrisi Osman Bölükbaşı’na vermişti. CHP’nin önde olduğu 4 il ise Malatya (İnönü’nün memleketi), Kars, Sinop ve Tunceli idi.
27 Mayıs darbesi ve başbakan Menderes’le beraber DP’li bakanlardan Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idamlarının yarattığı travma, Türkiye’de kamusal müzakere zemininin oluşamamasında çok büyük bir rol oynadı.
Menderes/DP iktidarının demokratik açıdan eleştirilecek çok tarafı vardı, ancak şu hususu da atlamamak gerekir: Türkiye çok-partili düzene geçerken tek-parti dönemi hukuki mevzuatı anahatlarıyla değişmedi. Yani düğmeler 1950 öncesinde yanlış iliklenmişti.
Ben bu idamlar vesilesiyle, siyasi rakibin hasım/düşman olarak algılanmasına yol açan psiko-politik kültürü biraz etüt etmek istiyorum. Türkiye’nin siyasi geçmişine bu açıdan bakacak olursak; II. Dünya Savaşı sonrasında Türkiye çok partili siyasi hayata geçti veya daha doğru bir ifade ile geçmek zorunda kaldı. Çok partili ve demokratik bir düzen, esasında, seçmenlerin ve değişik vatandaş gruplarının hepsinin hukuken ve siyaseten eşit görüldüğü, hiçbirinin diğerinden üstün olmadığı kabulü üzerinde tesis edilebilir. Ayrıca toplumda var olan farklı siyasi, fikrî veya ideolojik taleplerin ya da yaklaşımların da hukuken eşit olduğunun kabulü gerekir. Etnik, dinî veya mezhepsel hak talepleri, cinsiyet, kemikleşmiş siyasi/ideolojik tutumlar vs gibi faktörler çerçevesinde oluşacak siyasi tercih farklılaşmaları, ancak bütün grupların eşitliğini kabullenen ahlaki ve hukuki ilkeler zemininde meşrulaşabilir.
Tek parti döneminde Türkiye’nin siyasi elitleri arasında, bu tür ahlaki/hukuki kabuller şöyle dursun, tam tersi otoriter politik görüşler hâkim durumdaydı. Osmanlı siyasi/toplumsal düzeni -çok kaba bir genelleme yapacak olursak- kültürel/dinî/etnik olarak çoğulcu, siyasi olarak ise patrimonyal (ataerkil) ve otoriter bir düzendi. Cumhuriyetin kurucu kadroları Osmanlı düzeninden intikal eden kültürel/dinî/etnik çoğulculuğu önemli ölçüde sona erdirirken, Osmanlıların patrimonyal ve otoriter siyaset anlayışını benimsemiş ve sürdürmüşlerdi. Bu açıdan, Türkiye’nin II. Dünya Savaşı sonrasında çok partili siyasi rejime geçme kararı ahlaki ve siyasi bir olgunlaşmanın değil, dünyada oluşan yeni politik kamplaşmada Sovyet-karşıtı blokta yer alabilmek için alınan ve gerçekte global konjonktür gereği mecbur kalınan bir tercihin sonucudur.
Türkiye’de tek partili dönemin sona ermesi ve iktidarın seçimlerle el değiştirebilmiş olması, her şeye rağmen takdir edilmesi gereken büyük ve önemli bir başarıydı. Ancak çok partili rejime geçerken, yani 1946-1950 arasındaki dönemde -seçim sisteminde yapılan kısmi değişiklik hariç- Türkiye’yi gerçek anlamda demokratikleştirecek yasal/anayasal hiçbir reform yapılmadı. Tek parti döneminde bütün politik güç tek bir merkezde toplanmış durumdaydı, güçler ayrımını mümkün kılacak kurumsal/hukuki düzenlemeler yoktu ve Türkiye çok partili döneme geçerken gücü tek merkezde toplayan iktidar anlayışına son verecek reformları yapmadı; çok partili rejime tek parti döneminin yasal/anayasal mevzuatıyla geçti. Bu durumun temel sebebi CHP’nin seçimleri yine alacağı inancında olmasıydı ve CHP gerçekte gücünü muhalefetle paylaşmak istemedi. Oyun bu kurallarla başlayınca iktidarı ele geçiren DP de oyunu daha önce karşı çıktığı bu kurallarla sürdürdü. Demokrasi tek bir oy fazla alanın her şeye hâkim olduğu bir politik düzen midir? 1940’lar ve 1950’lerde iktidarı ve muhalefetiyle Türkiye böyle düşünüyordu ve “güçler ayrımı”nın olmadığı 1924 Anayasası da bu tür bir siyasi nizam öngörüyordu. Esasında 1924 Anayasası ile çoğulcu demokrasi olamazdı.
Türkiye 1940’larda çok partili rejime geçerken güç paylaşımını, siyasi çoğulculuğu, “güçler ayrılığı”nı, siyasi denge-kontrol mekanizmalarını ve mutabakat-ikna-rıza süreçlerine dayalı bir siyaset anlayışını esas alacak yasal/anayasal reformlarını yapabilir miydi? Bu ihtimal teorik olarak mümkün olmakla birlikte, toplumda var olan güçlü ideolojik yarıklar sebebiyle tercih edilmesi mümkün ol(a)madı.
Türkiye 1946 seçimlerine “açık oy, kapalı sayım” gibi demokratik ilke ve geleneklerle hiçbir şekilde uyuşmayan bir seçim kanunu ile girdi. 1946-1950 arasında muhalefet “kapalı oy, açık sayım” ve nisbi temsil ilkelerine dayalı bir seçim sistemi talep ediyordu. Dönemin iktidarı olan CHP “kapalı oy, açık sayım” ilkesini kabul etti, ama çoğunluk sisteminden nisbi temsil ilkesine geçmeyi kabullenmedi. Seçim güvenliği, yönetimi ve denetimini yargıya teslim eden ve Yüksek Seçim Kurulu’nun kurulmasını öngören 16.02.1950 tarihli Milletvekilleri Seçimi Kanunu, tek partiden çok partiye geçiş döneminde yapılmış tek temel reformdur.
1940’lar ve 1950’lerde Türkiye’de çoğunlukçu seçim sistemi vardı. Bir seçim bölgesinde en çok oyu alan parti, o bölgenin bütün milletvekillerini kazanıyordu. Demokrat Parti, 1946-1950 arasında ısrarla çoğunluk sisteminden nisbi temsil sistemine geçilmesini, milletvekillerinin oy oranlarına göre paylaşılmasını ısrarla talep etti. Dönemin iktidarı olan CHP bu talebi kabul etmedi ve 1950 seçimlerine çoğunluk sistemiyle gidildi. 1950’deki iktidar değişikliği sonrasında roller değişti; muhalefete düşen CHP nisbi temsil sistemini talep etmeye başladı, iktidarı ele geçiren DP ise eski CHP gibi davranmayı tercih ederek çoğunluk sistemini korudu.
Sonuç olarak 1950’de Türkiye’de iktidar sandıkta değişti ama iktidar-muhalefet ve devlet-vatandaş ilişkilerini düzenleyen yasal/anayasal çerçevede neredeyse hiçbir değişiklik olmadı. İktidarın yeni sahipleri çoğunlukla eski CHP mensuplarıydı ve seçimleri kazanınca ülkeyi CHP gibi yönetme hakkını kendilerinde gördüler. Bu durum Türkiye’de neredeyse kader gibidir: iktidarı ele geçiren, gücü kendinde toplar, paylaşmak istemez; muhalefette kim varsa o da güç paylaşımını talep eder. Eğer iktidar hasbelkader değişirse bu roller de karşılıklı olarak değişir; taraflar daha önceki pozisyonlarının tam karşıtını savunmaya başlar. Türkiye’de siyasi mücadelelerin çok sert olmasının bir sebebi de budur: bir oy daha fazla alan bütün parsayı topluyorsa, siyasi mücadelenin çok sertleşmesi ve “rekabet” seviyesini aşıp “çatışma” noktasına varması kaçınılmazdır. Böylelikle normal bir demokratik toplumda meşru görülmesi gereken farklılıklar, talepler veya toplumsal yarıklar çok değişik husumetler oluşturmakta; zaman zaman düşmanlık seviyesine varan toplumsal ayrışma ve çatlaklar değişik patinajlarla ülkenin enerjisini vakum gibi emmektedir.
Türkiye’de siyasi ve kültürel açıdan çoğulcu ve katılımcı gelenek epey zayıf olduğundan, müzakere-mutabakat mekanizmalarına ve ikna-rıza süreçlerine değil “bilek bükme”ye dayalı bir siyaset hâkim durumdadır. Bu durum özellikle siyasi parçalanmanın ve çatışmaların güçlendiği anlarda oluşturduğu yüksek basınçla ülkeyi/sistemi komple kırılganlaştırmaktadır. Bu tablo Türkiye’deki politik istikrarsızlığın en önemli kök sebeplerinden birisi olarak görülebilir. Esasında siyasetle çözülebilecek olan pek çok ihtilaf temelde bu sebeple çatışmalara dönüşmekte ve ideolojik rijitliklerin politik aktörler üzerindeki etkisinin artmasıyla ülke rasyonaliteden ve pragmatik esneklikten daha da uzaklaşmaktadır.
Bugün iki uçtan çekiştirerek Türkiye’nin gerçek anlamda demokratikleşmesini engelleyen (aynı zamanda “kutuplaşma”nın da kökenindeki) iki ana faktör “vesayetçilik” ve “çoğunlukçuluk” olarak tanımlanabilir; her ikisinin de kökeninde Türkiye’nin kuruluş döneminde yaşanan siyasi gelişmeler yatmaktadır.
Bürokratik kurumlar üzerinden güç devşiren ve halk çoğunluğunun taleplerini yok sayan vesayetçi elitlerin üsttenciliği (“elitist üsttenciler”) ile bunlara karşı geniş halk kitlelerinin desteğini alarak çoğunluk oyu üzerinden siyaset yürüten sağ partilerin hoyratlığı (“çoğunlukçu üsttenciler”) arasındaki çekişme karşılıklı kazanma-kaybetme-rövanş süreçleri şeklinde yürümekte; Türk demokrasisi bu iki uç arasında sarkaç gibi gidip gelmektedir. Çoğunluk oyuna karşı “elitist üsttencilik” ile çoğunluk oyuna dayalı hoyrat “çoğunlukçu üsttencilik,” Türkiye’deki asırlık toplumsal zıtlaşmanın somut tezahürü ve sonucudur. Her ikisi de birbirini besleyen bu tutumlar Türkiye’de demokrasiyi sıkıştırmakta ve ülkedeki politik istikrarsızlığı beslemektedir. Son dönemlerde politik iktidarın kamusal gücü önemli ölçüde ele geçirmesi, bu denklemdeki rolleri değiştirmekle birlikte, sistemik istikrarsızlığı besleyen çatışmacı mekanizma aynen devam etmektedir.
27 Mayıs darbesi ve Menderes’in idamı Türkiye’deki siyasi kamplaşmayı keskinleştirdi. Müzakere ve uzlaşı imkânları iyice azaldı; Türkiye’de siyasi/toplumsal “Merkez” ile “Çevre” arasında güç-paylaşımına dayalı bir tür uzlaşma geliştirebilme ihtimali de çok zayıfladı. Toplum çoğunluğunun desteğini alma ümidini önemli ölçüde kaybeden “Merkez” sandıktan galip çıkamasa dahi bazı bürokratik kurum ve mekanizmaların vesayeti üzerinden iktidarını korumaya çalıştı.
Türkiye’de siyasi çatışmalar “Vesayetçi Merkez” ile “Çoğunlukçu Çevre” arasındaki karşılıklı kazanma-kaybetme-intikam süreçleri şeklinde yürümekte; Türk demokrasisi bu iki uç arasında sarkaç gibi gidip gelmektedir. 27 Mayıs ve idamlar bu süreçte belirleyici dönüm noktalarıdır. İktidarın seçimlerle el değiştirmesini başardık; ancak “çoğunlukçuluk”tan “çoğulcu bir demokrasi”ye bir türlü geçemedik. Bunda Türkiye’deki bütün kesimlerin payı var. Geçmişten ders çıkarıp herkesin birbirinin varlığına/hukukuna saygı duyacağı bir düzeni oluşturmak zorundayız.
Demokrasimize yönelik en ciddi tehdit, bence, “üsttencilik”tir. Çoğunluk oyuna karşı “Elitist Üsttencilik” ile çoğunluk oyuna dayalı “Hoyrat Üsttencilik” birbirini beslemekte; bu gruplar toplumun diğer kesimlerinin varlığını/hukukunu yok sayarak toplumu ve siyaseti zehirlemektedir. Bu üsttencilik ile mağduriyet algısı beraber yürümektedir. Türkiye’de kendini mağdur olarak algılamayan kesim yoktur. Haklı veya haksız, herkes diğerlerinin müdahale ve baskılarına maruz kaldığı düşüncesindedir. Bu algı toplumu cemaatlere ayırarak toplumsal uyumu zora sokmaktadır. “Elitist üsttencilik” de, “çoğunlukçu üsttencilik” de Türkiye’nin barışını ve huzurunu tehdit eden ciddi tehditlerdir. Bunları aşmak ve özgürlükçü/eşitlikçi bir bağlamda yeni bir senteze ulaşmak zorundayız. Klasik sağ/sol, laik/dindar, Türk/Kürt paradigmalarıyla bunu başaramayız.
Türkiye’de “eşitlikçi” yaklaşım zayıftır. Toplumun farklı kesimleri kendini “Türkiye’nin gerçek sahibi” olarak görür; bu bakış çoğunlukla kendisi gibi olmayanları dışlama potansiyeli taşır. “Merkez” kültürel üstünlük vehmi, “çevre” ise sayısal üstünlük üzerinden birbirini dışlar. Batı demokrasileri, birbirine rakip (hattâ hasım) değişik grupların yekdiğerinin varlığını kabullenmesi ve hukukuna saygı duymasına dayalı uzlaşılara (veya tahammüllere) ve bu grupların birbirlerinin güçlerini dengeleyeceği kurumsal/anayasal bir çerçeveye dayalı rejimlerdir.
Mevcut parçalanmışlık hali ülkeye bir gelecek sunmuyor. “Mağdur vatandaşlar bütünü”nden “eşit vatandaşlar toplumu”na evrilmek zorundayız. Türkiye’de mevcut gruplardan birinin siyasi, ahlaki, dini veya ideolojik görüşü ekseninde “ideal bir toplum” oluşturma düşüncesi bizi iyi bir yere götürmüyor. Epey heterojen bir ülke olan Türkiye’de kültürel, siyasi, etnik vs ayrışmaların patlamaya yol açmaması, ancak demokratikleşmeyle, sivilleşmeyle ve farklılıkların anayasal güvence altına alınmasıyla mümkün olur.
Geçmişte yaşananlardan dersler çıkarmak zorundayız. Türkiye müzakereyle çözülebilecek meseleleri siyasi kamplaşmaların tahteravallisi olmaktan çıkarmalıdır. Eşitlikçi/demokrat/çoğulcu bir çerçevede beraberce yaşamanın yolunu bulmak zorundayız. Lakin son dönemlerde belirginleşen rövanşist iklimin biraz ümit kırıcı olduğunu da fark etmek gerekir. Meselâ, Kemal Kılıçdaroğlu’nun ve Ekrem İmamoğlu’nun Menderes’i ve arkadaşlarını andıkları twitlerin altına yapılan yorumlar, makul bir toplumsal uzlaşma noktasına pek yakın olmayabileceğimize işaret etmektedir.
(https://twitter.com/ekrem_imamoglu/status/1438730190784450560, https://twitter.com/kilicdarogluk/status/1438815600806187013)
Son olarak şu hususu da eklemek isterim: 27 Mayıs yalnız siyaseti değil 235 generali tasfiyeyle orduyu da darmadağın etti. Yukarıdaki görselde DP döneminin son genelkurmay başkanı Org. Rüştü Erdelhun’un 26 Mayıs 1960 tarihli ibretlik konuşması var. Erdelhun Paşa da Yassıada’da idama mahkûm olmuştu, cezası sonradan ömür boyu hapse çevrildi. Bir anekdot olarak merhum Rüştü Erdelhun Paşa’nın bildiği dilleri sıralamak istiyorum: İngilizce, Fransızca, Japonca, Almanca, Arapça ve Rusça.
İstiklal Madalyası sahibi olan Erdelhun Paşa Yassıada’da torunu yaşındaki darbeci teğmenler tarafından tekmelendiğinde yaşı 70’e yakındı.
Merhum başbakan Adnan Menderes’in ve arkadaşları Fatin Rüştü Zorlu ile Hasan Polatkan’ın idamları bana bu düşünceleri hatırlattı. Rahmetle anıyorum, ruhları şâd ve mekânları cennet olsun.