Birkaç gün önce Suudi Arabistan Petrol Bakanı Ali al-Naimi görevinden alınarak yerine Halid al-Falih atandı. 1995 yılında Petrol ve Mineral Kaynaklar Bakanlığına getirilen Ali al Naimi, dünyanın en çok petrol üreten ülkesini, petrol politikalarından sorumlu bakanlığını yaklaşık 25 yıl süreyle yürütmüştü. Yetmiş yıl önce, henüz 12 yaşındayken (Arap-Amerikan Petrol Şirketi) Aramco’da çırak olarak işe başlayan Ali al-Naimi, becerisi ve kabiliyetiyle Amerikalıların dikkatini çekecek; önce Lübnan’da, ardından ABD’de eğitimi üstlenilerek adeta çekirdekten yetiştirilecekti. 1984 yılında Suudi Aramco başkanlığına ve 1988’de de icra heyeti başkanlığına seçilen Ali al-Naimi, 1995’te Kral Fahd bin Abdülaziz bin Saud tarafından petrol bakanlığına atanacaktı. Uzun yıllar Suudi Arabistan’ın petrol politikalarını belirleyen, OPEC’in de en güçlü adamı olarak tanınan Ali al-Naimi’yi görevden alma işi, 30 yaşındaki Veliaht Prens Muhammed Bin Salman’a düştü.
Ali al-Naimi, 1997 yılının Asya finans krizinde ve 2008-2009 yılları arasında baş gösteren global ekonomik durgunluk dönemlerinde petrol fiyatlarındaki düşüşü engellemek amaçlı hamleler yapmış ve kendince anahtar bir rol üstlenmişti. Ali al-Naimi en son sınavını ise ABD’deki kaya petrolü üretimine ve bu üretimin global piyasalarını altüst eden hamlesine karşı vermeye çalışmıştı. Petrol fiyatlarında dramatik düşüşe rağmen, Ali al Naimi üretimi azaltma yanlısı bir politikayı hayata geçirmeye yanaşmadı. 2014 yılı sonundaki düşüşler döneminde bile, Suudi Arabistan bütün dünyayı şaşırtacak bir karar verdi. Bu da üretimi düşürme yerine, pazardaki payını koruma kararıydı. Ülke ekonomisini olumsuz yönde etkileyen bu karar içeride de ciddi eleştirilere maruz kalmış; buna rağmen, saraya oldukça yakın olan bakanın dediği olmuştu.
Mesele basit bir kabine değişikliği değil
Ali al-Naimi’ye görevden el çektirilmesini, öyle Suudi Arabistan’daki basit bir kabine üyesinin değişimi şeklinde görmemek gerekir, çünkü bu karar doğrudan doğruya uluslararası finans çevrelerini çok ciddi anlamda ilgilendirmektedir. Nitekim bakanın görevi bırakması, 9 Mayıs 2016 tarihli Financial Times gazetesinde, dört ayrı haber ve yoruma konu olabildi. Tabii ekonomik anlamda habere konu olması, siyasi anlamda da sonuçları olan bir vaziyete işaret eder. Başta OPEC ülkeleri olmak üzere bütün dünyanın gözü, bir petrol deryası üzerine oturmuş olan Suudi Arabistan’ın petrol politikalarının üzerindedir.
Petrol Bakanı olarak göreve atanan Halid al-Falih, geçmişte Veliaht Prens Muhammed bin Salman’ın danışmanlığını yapan, ona çok yakın biri olarak bilinmekte. Bundan böyle dünya petrol piyasalarının Suudi Arabistan adına muhatabı olacak Halid al Falih’in, petrol politikalarında kimi köklü değişikliklere gitmesi bekleniyor. Hattâ yeni bakanın, Suudi Arabistan ekonomisini petrole bağımlılıktan kurtarma ve Suudi Aramco Şirketi’ni de kısmen özelleştirmeye gitmesinden dahi söz ediliyor. Şüphesiz bu adımlar oldukça radikal değişikliklere işaret etmekte. Belli ki Ali al-Naimi’nin 2014’te sırf pazar payını koruma adına petrol üretimini düşürmeme kararı, bugünkü Suudi yönetimi tarafından doğru ve isabetli olarak görülmüyor. Ali al-Naimi bu radikal kararını İran ve OPEC üyesi olmayan Rusya’nın global petrol pazarındaki payları ve etkilerini sınırlamak adına almış ve petrol fiyatlarının baş aşağı düşmesine yol açarak, kendi ülkesinin petrol satışına dayalı olan ekonomisine de büyük zarar vermişti.
Ezeli rakip İran
Kuşkusuzu Ali al Naimi’nin en büyük hedefi, ezeli rakip İran’ı vurmaktı. Ancak bugünlerde işler hiç de Suudi Arabistan’ının beklediği şekilde ilerlemiyor. İran’ın nükleer enerji konusunda ABD ve Batı ile anlaşmaya varması ve (en önemlisi) bunun karşılığında ABD’nin İran üzerindeki ambargoları kaldırması, Suudi Arabistan’ın İran’ı kuşatmaya yönelik bütün politikalarını etkisizleştirmekte. Kısacası ABD İran ile yakınlaştıkça, Suudi Arabistan’ın sinir uçlarına dokunuyor.
İran ile nükleer antlaşma sağlandıktan sonra Obama yönetimi, 22 Nisan 2016’da İran’ın nükleer silah üretimi amacıyla hazırlamış olduğu 32 ton “ağır su”yu da satın almaya karar verdi. Çünkü varılan nükleer antlaşma gereği İran ilk yıllarda elindeki “ağır su” miktarını önce 130 tonun, daha sonra da 90 tonun altına indirmeyi taahhüt etmekteydi. ABD’nin İran’dan 8.6 milyon dolara 32 ton “ağır su” satın alması için gerekli anlaşması, geçtiğimiz günlerde Viyana’da iki ülke yöneticileri tarafında imzalandı. Bu girişim ile ABD, diğer ülkeleri de önümüzdeki yıllarda İran’dan “ağır su” satın almaya teşvik edici bir rol üstlendi. Bu arada Obama yönetimi, İran’ın uluslararası ticarette ABD doları üzerinden alışveriş yapmasının önündeki yasal engelleri de kaldırdı. Bilindiği gibi ABD yasaları, ambargolar döneminde Tahran’ın Amerikan finans sisteminden yararlanmasını engelliyordu. İranlı mevkidaşı Cevad Zarif ile Viyana’da bir araya gelen John Kerry, İran’ın ABD tarafından dondurulmuş milyarlarca dolar değerindeki petrol paralarını kullanabilmesi için de kolaylıklar sağlamaya çalışmakta (bkz. The Wall Street Journal, 25 Nisan 2016).
Donald Trump, Suudi Arabistan’ın korkulu rüyası
Suudi Arabistan’ı ABD ile ilişkileri açısından endişelendiren diğer bir durum da Donald Trump faktörü. Kasım seçimlerinde Cumhuriyetçi aday Donald Trump’un iktidara gelmesi durumunda, iki ülke ilişkilerindeki fay hattının daha kırılgan bir zemine doğru kayacağı tahmin edilmekte. Donald Trump ABD Başkanı seçildiğinde, Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkeleri IŞİD’e karşı savaşmak için asker sağlamadıkları anda, ABD’nin Suudi Arabistan’dan petrol satın almayacağını söylüyor (The Guardian, 27 Mart 2016). Daha da ileri giden Trump, neredeyse yetmiş yıldır ABD – Suudi ilişkilerini belirleyen “petrole karşı güvenlik” denklemini de altüst edercesine, “ya Suudi Arabistan kendi kendisini koruyacak veya bizim onları korumamıza karşılık bize ödeme yapacaklar” diyor.
Bu arada Trump, Suudi Arabistan’ı biraz daha korkutmak istercesine, İran’ın nükleer silah geliştirmekten vazgeçmediğini ve on yıl içinde nükleer bir güç olarak ortaya çıkacağını da ileri sürüyor. Donald Trump iktidara gelirse, İran’ın başına gelenlerin aynısı Suudi Arabistan’ın da başına gelebilir. Kısacası ABD, bir anda Suudi Arabistan’ın kendi ülkesindeki tüm varlıklarını dondurabilir. Unutmayalım ki 11 Eylül 2001 saldırılarının defteri halen kapatılmış değil. Bu saldırılarda ABD’yi kalbinden vuran 19 hava korsanın 15’i Suudi Arabistanlıydı.
Her ne kadar Suudi Arabistan’ın ABD bankaları ve sermaye piyasalarında 750 milyar dolar değerindeki hazine bonosu olduğundan söz edilse de, bundan çok fazlası; açıkçası, Suudi Arabistan’ın trilyonlarca doları ABD ve Batı ülkelerde yatmakta. Anlayacağınız, bu yaz uluslararası para akışı açısından da “hızlı bir yıl” olabilir. Diyeceğim, aklımızı başımıza alıp şu Kürt meselesini hal yoluna koyabilseydik, o zaman Suudi Arabistan parası ve sermayesi açısından en cazip ülke olurduk. Ancak, Kürt meselesini bir güvenlik meselesi olarak gördüğümüz müddetçe, evdeki bulgurdan da olma riski var. Barış refah düzeyimizi, ekmeğimizi artırır.