Çağı ve toplumu doğru okumak, okuyabilmek, özellikle de tarihsel dönüm noktalarında, hem siyasal liderlikler hem de toplumlar için hayati bir öneme sahiptir.
Bir siyasal önderlik olarak eğer çağı ve toplumu doğru okumuşsanız, önünüze çıkarılan bütün engellere rağmen tarihin akışı sizden yana olacak, öngördüğünüz hedeflere toplumla birlikte ulaşacaksınız.
Tersi durumda ise topluma büyük bedeller ödetme pahasına er geç tarihin dışına itileceksiniz.
Bu bağlamda dönüp Türkiye’nin 13 yıllık AKP dönemine bakmak; oradan bazı sonuçlar çıkarmak gerekiyor.
2002-2007 tarihleri arasında AKP’nin “I. Dönem” adını verdiğim iktidarı döneminde Türkiye Cumhuriyeti devleti, AKP öncülüğünde yeniden yapılanma kararı aldı.
Bu karar nesnel gelişmenin dayattığı bir zorunluluktu ve belki daha önceden alınmış bir karardı, ancak AKP’yle birlikte uygulamaya kondu.
Devletin aldığı karar; çok uluslu, çok dinli ve çok kültürlü Osmanlı’nın bakiyesi bu topraklarda tepeden inme yöntemlerle ite kaka kurulan, inkâra ve imhaya dayanan 1920 model Birinci Cumhuriyet’in yeni bir paradigmaya göre yeniden yapılandırılmasıydı.
İslamcıları, Kürtleri, Alevileri ve azınlıkları içine alacak olan bu yeni yapılanmanın önünde elbette aşılması zor engeller vardı. En büyük engel de askeri vesayet sistemiydi ve bunu aşmak çok da kolay değildi.
Türkiye bu dönemde şiddetli bir türbülanstan geçti. Statüko bütün imkânlarıyla yeniden yapılanmaya direndi.
İradesi “statüko zaptiyeleri” ve “yenilikçiler” arasında parçalanmış devletin tepesindeki bu kavga peş peşe ciddi krizler üretti. Türkiye uçurumun kenarında gitti geldi.
Bu dönemdeki savaşın önemli muharebelerinden birini, Cumhurbaşkanlığı meydan muharebesini “yenilikçiler” kazandı. Çankaya savaşı AKP’de ifadesini bulan “yenilikçi”lerin zaferiyle noktalandı. AKP’nin adayı Abdullah Gül bunun sonucunda cumhurbaşkanı oldu.
“II. Dönem” ise 2007-2012 yılları arasını kapsıyor.
Bu dönem; içeride, esas olarak Ergenekon (12 Temmuz 2007) ve Balyoz (20 Ocak 2010) dâvâlarıyla vesayetin askeri kanadının devre dışı bırakıldığı; dışarıda ise, Güney Kürdistan’dan başlayarak Türkiye’nin bölgesine açıldığı ve bölgesel dinamiklerle yeni ilişki ve ittifaklar kurmaya çalıştığı bir dönem oldu.
Bu süreçte ordu Yeni Devlet’in çizgisine çekildi. Belki de egemenliğini (iktidar gücünü) tümden yitirmemek adına Yeni Devlet’le ittifak yapmak zorunda kaldı.
Bu noktadan sonra Yeni Devlet’in önünde aşması gereken iki sorun daha vardı. Bunlardan biri Gülen Cemaati, diğeri Kürt meselesiydi.
AKP’nin 2012-2015 yılları arasındaki “III.Dönem”ine damgasını vuran ise Gülen Cemaati ve Kürtlerle ilgili gelişmeler oldu.
Bu dönemde, bir yandan emniyet, yargı ve bürokraside devâsâ bir güç olmuş Cemaat ile Yeni Devlet arasındaki ölümüne mücadele yaşandı; diğer yandan ise Kürt Özgürlük Hareketi’yle Çözüm Süreci başlatıldı.
Henüz tam olarak bitmemesine rağmen Yeni Devlet- Cemaat savaşı da Cemaat’in yenilgisiyle sonuçlandı.
Elbette Çözüm Süreci de bu savaştan payına düşeni aldı. AKP ile Cemaat arasında yaşanan “iç savaş”ın stratejik mevzisi Çözüm Süreci olduğundan, Cemaat bütün bileşenleriyle Oslo’dan başlayarak süreci çökertmeye çalıştı.
Şimdiyse AKP’nin “IV. Dönem”indeyiz ve finale doğru gitmekteyiz.
Her dönemin aslında kilit meselesi olan Kürt sorununun şu ya da bu biçimde artık kesin olarak çözüleceği ve gündemden çıkacağı bir evredeyiz.
PKK Lideri Sayın Öcalan, Yeni Devlet’in sahneye çıktığını çok önceden hissetmiş, öngörmüş ve onunla Oslo Görüşmeleri’nden başlayarak ilişkilenmişti.
Öcalan, Kürt meselesinin Yeni Devlet’le barış içinde çözüleceğine inanmış ve partnerine güvenmişti.
“Büyük Barış” projesini bu inanç ve güvenle oluşturmuş ve tarihî 2013 Newroz’unda tüm kamuoyuna deklare etmişti.
Gezi eylemlerinde ulusalcılara, 17-25 Aralık darbe girişiminde Cemaate prim vermeyen Öcalan, aslında Kürt Özgürlük Hareketi’nin durması gereken yeri de işaret etmişti.
Öcalan’a göre Çözüm Süreci, ancak Yeni Devlet’le işbirliği ekseninde hayat bulabilir ve arzulanan özgürlükçü-demokratik sonuç elde edilebilirdi.
Ne var ki Kürt Özgürlük Hareketi’nin diğer bileşenleri bu gerçeği görmede zorlandılar. Türkiye’nin içine girdiği yeni yapılanmayı pek de kaale almadılar.
Öte yandan Öcalan dışındaki Kürt siyasi aktörleri Erdoğan’ın Yeni Devlet’in tercihi olduğunu; bu kaotik durumdan ve kuruluş sancılarından, bütün hatâlarına, yanlışlarına ve günahlarına rağmen Erdoğan’la çıkmak istediğini de görmediler. Hâlâ da göremiyorlar.
(Oysa 2002’den bu yana sürekli olarak, “öldürücü darbe” vurulduğu ve “sonunun geldiği” söylenen Erdoğan, Yeni Devlet’ten aldığı destek sayesinde ayakta kalabildi ve bugünlere gelebildi. Yeni Devlet’in bundan sonra da yoluna Erdoğan’la devam edeceği anlaşılıyor.)
Bu noktada artık, “o bunu dedi… bu bunu dedi… ve bundan böyle oldu” benzeri tartışmaların anlamı da, bir yararı da bulunmuyor.
Gelinen aşamada ne yazık ki artık çatışmasızlık bitmiştir.
Haftalardır oluk oluk kan akıyor. Bu kanlı ve karanlık günlerde karşılıklı olarak durmadan acı, gözyaşı ve öfke biriktiriliyor.
Elbette buna acilen bir son vermek gerekiyor.
Buna son verecek tek aktörse PKK’dir.
PKK’yi az çok tanıyan biri olarak diyebilirim ki PKK, bir halkın geleceğini Erdoğan karşıtlığı ve düşmanlığına kurban etmeyecek kadar sorumluluk sahibi, gerçekçi, deneyimli ve birikimli bir partidir.
Dolayısıyla bu darboğazı tek taraflı ateşkes ilan ederek aşabilir. Böylece Yeni Devlet’i tekrar müzakere masasına çekebilir.
Tecritin kaldırılması, İzleme Komitesi’nin kurulması, yeni anayasanın yapılması, geri çekilme ve savaşı sona erdirecek kongrenin toplanması, derken Çözüm Süreci, bu hamleyle ileri bir aşamaya geçebilir.
Bunu bir tek PKK yapabilir.
Bu, halk nezdinde asla bir zayıflık olarak görülmez; halk ve sorumluluk sahibi hiç kimse böyle düşünmez.
Tam tersine, geçmişte olduğu gibi bu adım da kendine güvenin ve güçlü olmanın bir sonucu olarak ele alınır; halk nezdinde böyle algılanır.
Aksi durumda bu gidişat bizi hayal bile edemeyeceğimiz yerlere sürükleyebilir.
Başka yol artık mümkün değil; ya müzakere masasına yeniden döneceğiz, ya da hep birlikte binbir bedel ödeyerek bu aşamaya getirdiğimiz barışçıl çözüm şansını yitireceğiz.
Yazımın başında belirttiğim gibi çağı ve toplumu doğru okumak, evrensel süreci kavramak hayati derecede önemlidir.
Bunu başarabilen bir siyasi liderlik, hedefine kolayca ulaşacaktır.
Kaldı ki, bu tarihsel momenti yakalamak ve onun sonucu olan Çözüm Süreci’ni tamamlamak sadece PKK’nin değil, bu ülkede yaşayan herkesin önünü açacak; halklarımızın ortak çıkarına olacak,onlara kazandıracaktır.
Görebildiğim kadarıyla çıkış yolu buradadır ve şimdi geleceği kurtarmanın tam zamanıdır…