Sabah gazetesi başyazarı Mehmet Barlas, geçtiğimiz Çarşamba elinin neden Erdoğan’ı eleştirmeye gitmediğini yazdı:
“AK Parti iktidarının en fazla ihtiyaç duyduğu şey herhalde ‘eleştiri’dir. Ancak AK Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan eleştiri yerine yoğun bir nefret kusma kampanyasına hedef oldukları için, bu satırların yazarının olduğu gibi pek çok görüş sahibinin de eleştiri yapmasını engelledi bu nefret kampanyaları.” (Sabah, 31 Mayıs 2017).
Eleştiriye ihtiyaç duymayan bir iktidar tanımı yapamayacağımıza göre, Mehmet Barlas’ın “AK Parti iktidarının en fazla ihtiyaç duyduğu şey herhalde ‘eleştiri’dir” önermesi için “yazar haklı” diyebiliriz ancak. Fakat yazarın AK Parti’yi, “en fazla ihtiyaç duyduğu şey”den neden esirgediğine dair satırları için aynı şeyi söylemek tabii ki mümkün değil. Çünkü bir iktidarı nefret dili kullanmadan eleştirmek de mümkün ve AK Parti iktidarının en fazla ihtiyaç duyduğu şey gerçekten de işte böyle bir eleştiri…
Elbette “ihtiyaç duymak” başka, “istemek” başka… İktidarın böyle bir eleştiriyi istediğini ve bu tür eleştirilerden faydalanmaya çalıştığını ben ne yazık ki söyleyemeyeceğim; bu, epeyce uzun bir zamandır böyle.
Fakat birileri nefret dili kullanıyor diye iktidarın yanlış bulduğumuz uygulamalarını eleştirmekten vaz mı geçeceğiz?
Aklıma ilk gelen örnek: Şükrü Hanioğlu
İktidarı nefret dili kullanmadan, hatta ona karşı hayırhah duygular besleyerek eleştirmekten söz edince benim aklıma gelen ilk isimlerden biri, Mehmet Barlas’ın başyazarlığını yaptığı gazetede yazıyor: Prof. Şükrü Hanioğlu…
Hanioğlu her Pazar Sabah gazetesinde, derin tarih birikimiyle güncel siyasi sorunları harmanlayarak çok önemli makaleler kaleme alıyor. Bunlardan bazıları o kadar öğretici ve ikna edici oluyor ki, iktidarın, kendi merkez gazetesinde yer alan altın kıymetindeki bu tavsiyelere kulak asmamasına hayret ediyorum. Böyle anlarda, AK Parti’nin sorununun Şükrü Hanioğlu’nu takmamak olduğunu düşünmeden edemiyorum.
Hanioğlu, son haftalarda biri büyük devletlerin tümüyle birden çıkar çatışması içine girmenin; öbürü ülkenin giderek kötüleşen imajına işaret edenlere karşı salt öfkeyle hareket etmenin muhtemel sonuçları üzerine iki makale kaleme aldı.
Bu yazıda sizin için Hanioğlu’nun bu iki konudaki farklı ve öğretici bakış açısını özetlemeye çalışacağım.
‘Olduğumuz yerde kalarak virgüller koymak’
Hanioğlu, Olduğumuz yerde kalarak virgüller koymak başlıklı yazısında (Sabah, 21 Mayıs), ABD ve Rusya’nın, farklı politikalara rağmen YPG ve PYD’yi desteklemekte anlaştıklarını hatırlatıp, benzer bir durumun 19. Yüzyılda Osmanlı devletinin de başına geldiği tespitini yapıyor:
“Dış ilişkilerimize ondokuzuncu yüzyıl sonrasını kapsayan bir ‘büyük resim’ olarak yaklaştığımızda yapılabilecek en önemli tespitlerden biri de liberal ve otoriter cephelerin liderliğini yapan ülkelerin bölgemize yönelik ve tezlerimizle çatışan anlaşmalara varmalarının büyük kayıplar yaşamamıza neden olduğudur.”
Hanioğlu, yaşanan kayıplarla ilgili tarihten bir dizi örnek sıraladıktan sonra ilave ediyor:
“Dolayısıyla liberal ve otoriter iki global gücün, çok uzun bir aralıktan sonra, bölgemizdeki bir sorunun çözülmesi alanında tezlerimizle fazlasıyla çelişen bir uzlaşmaya ulaşmış olması ciddiye alınmalıdır. ABD ile Rusya'nın, Suriye'nin geleceği üzerine Türkiye'nin kırmızı çizgilerini hiçe sayarak anlaşmaları, Ankara'nın çok yönlü ve ‘ittifak değişimi’ tehdidi ötesine geçen kapsamda siyasetler üreterek kurulan oyunu bozmasını zorunlu kılmaktadır.”
Türkiye’nin önündeki anlamlı seçenek
Hanioğlu, bu gerçek karşısında Rusya’ya yaklaşma, ABD ve NATO’dan uzaklaşma gibi acul önerilerin gerçekçi olmadığını söylüyor ve önerisini şöyle şekillendiriyor:
“Dolayısıyla Türkiye'nin önündeki anlamlı seçenek ‘ittifak değişimi’ değil ‘olduğu yerde kalarak,’ bölgesinde çıkarlarıyla çatışan bir ‘status quo’nun tesisini önlemektir. (…) Bu ise ‘ittifak değiştirerek’ değil çok yönlü ‘siyasetler’ geliştirerek ve diplomatik yollar zorlanarak gerçekleştirilebilir. (…) Tarihî örneklerin de gösterdiği gibi ‘oyun bozma’ alanında ‘olduğumuz yerde kalarak’ atılabilecek çok sayıda ‘virgül’ mevcut iken ‘nokta’ kartını oynamanın, faydası maliyetinden yüksek bir girişim olacağı ortadadır. Unutulmaması gereken o ‘kart’ın eldeki sorunu çözme imkânı da sunmadığıdır.”
Hanioğlu bu yazıyı, Trump-Erdoğan görüşmesinden birkaç gün sonra kaleme almıştı… Geldiğimiz noktada “nokta” tercihinin uygulanmayıp “virgül”de karar kılındığını görüyoruz… Fakat çok geç değil mi? YPG’ye ağır silahlar verildiği takdirde Türkiye’nin “en az dört cep’ten” Suriye’nin Kürt bölgesine müdahale edeceğini (“nokta” tercihi) gazetecilere fısıldadıktan sonra, şimdiki “virgül” tercihi epeyce can sıkıcı olmadı mı?
Cumhurbaşkanı ve hükümet, vazgeçilemez kırmızı çizgiler belirleyip “aşarsanız siz bilirsiniz” siyaseti yerine Hanioğlu’nun dediği gibi, “eldeki bütün kartları ve tüm diplomasi kanallarını kullanarak esnek, çok yönlü, dışlayıcılıktan kaçınan siyasetler geliştir(selerdi), böylece ‘kendi tezleriyle en az çelişen’ bir Suriye çözümünün şekillendirilmesine çalış(salardı)” daha doğru bir iş yapmış olmazlar mıydı?
İmaj, algı, hakikat
Şükrü Hanioğlu’nun dikkatinize sunmak istediğim İmaj yönetimi ve gerçeklik başlıklı ikinci yazısı ise dünkü (4 Haziran) Sabah gazetesinde yayımlandı.
Yazar bu makalesinde ise Türkiye’nin giderek kötüleşen uluslararası imajına karşı hükümetin gösterdiği refleksi eleştiriyor, bu imajın düzeltilmesi için yapılanları ve yapılması gerekenleri karşılaştırıyor. (İmaj, “Bir şey hakkında düşündüğümüzde gözümüzün önüne ilk gelen sembolik resim” – Hilmi Yavuz’un tanımlaması).
Hanioğlu bu yazısında da tarihten, bugünü anlamamıza hizmet edecek çok öğretici örnekler veriyor, Türkiye’nin Batı karşısında Osmanlı’dan beri taşıyageldiği “olumsuz bagaj”ı ayrıntılandırıyor.
Bu noktada, Hanioğlu’nun eleştirisini kıymetli kılan bir özelliği net bir biçimde çıkıyor karşımıza: Yazar, bu tespitten kalkarak “Batı’nın ezelden gelip ebede kadar gidecek Türkiye ve Türk nefreti” tuzağına düşmüyor, yine tarihten örneklerle bu nefretin kırıldığı momentleri hatırlatarak bunun yine mümkün olduğunu vurguluyor:
“Osmanlı devleti 1839-56 sürecinde uyguladığı reformlar sonrasında ‘gerçeklik’i kadar ‘algı’sını da değiştirmeye muvaffak olmuştu. Türkiye de 2002 sonrasında hayata geçirdiği siyasal dönüşüm sayesinde önce gerçekliğini sonra da ‘algısı’nı düzeltmişti.”
Hanioğlu, Türkiye’nin uluslararası camiadaki algısının belki gerçekliğinden daha da kötü olduğunu, fakat bu algıyla mücadele etmenin yolunun şimdi uygulanan laf yetiştirme ve “çifte standart” suçlamaları olmadığını belirttikten sonra kendi önerisini şöyle şekillendiriyor:
“Dolayısıyla Türkiye'nin karşı karşıya olduğu ‘algı’ sorununa vereceği en anlamlı cevap, ‘daha güçlü lobi şirketleri ile çalışmak’ ya da ‘ikili standartları daha şiddetli bir söylemle kınamak’ değil liberal demokrasiye geçiş, insan haklarının gözetildiği bir hukuk devletine dönüşme, değişik kimlik ve inançların içinde özgür biçimde varolacağı bir ‘demos’un yaratılması, diğer bir ifade ile ‘gerçeklik’in olumlu yönde değiştirilmesi olacaktır.”
İşte böyle bir iktidar eleştirisi…
Mehmet Barlas’ın, dili böyle olan bir eleştiriden habersiz olduğunu düşünemeyiz. Bu durumda geriye tek bir ihtimal kalıyor: Barlas da “eleştiri” deyince aklına nefret kusmaktan başka bir şey gelmeyenlerin kervanına katılmıştır; eh, böyle bir şey yapmayacağına göre de iktidar eleştirisinden uzak durmasını normal karşılamak gerekir.