AK Parti, zaman içerisinde kendi elitlerinin çizdiği yolda yürümekte zorlanan muhafazakar tabanın sesine kulak vererek anadamar kitlelere açılabilen bir siyasi hareketin adı oldu hep. Hem kendi içinde hem de toplumsal düzlemde elit-karşıtı bir duruşun siyasi öncüsü olarak yola koyuldu.
Bu harekete öncülük edenler, muhafazakar kitlenin ezilen çocuklarıydı. Hastane kapılarında horlanan, devlet kapısında yüzüne bakılmayan ve hayatın her türlü adaletsizliğini iliklerine kadar yaşayan insanların içinden geliyorlardı. Malı elinde kalan köylünün, doktor tedavisi için yarı maaşını vermek zorunda olan dar gelirlinin çaresizliğini iyi biliyorlardı. Öfkeli ve kızgındılar. Olan biten herşeyi ya yaşamış, ya tanık olarak görmüş ya da ilk ağızdan duymuşlardı. Ülkenin meselelerini çok iyi bildiklerini düşünüyorlardı bu yüzden. Sayısız ampirik veriyle dopdoluydular.
Çok fazla sesleri çıkmıyordu belki ama içten içe büyüyen sessiz bir isyanın ruhsal enerjisini fazlasıyla hissediyorlardı. Hz. Davud’un hikayesindeki gerçek anne gibiydiler; büyük bir mirasın varisi olmalarına rağmen ülkenin menfaati için herşeyden vazgeçmeleri gerekiyor, sürekli olarak cefa çekip fedakarlık yapan taraf olmaları bekleniyordu. Öyle de yaptılar. Memleket için sayısız kere yaptıkları şeyi bir kere daha tekrarlamanın doğal görünen bir yanı da vardı.
Diğer taraftan, siyasal düzen bütün bu haksızlıklar üzerine kurulmuş, buna göre şekillenen bir devlet aygıtı kurduğu ‘apolitik’ hukuk sistemiyle, eşitsizliğe dayalı bu düzeni güvence altına almıştı.
Evrensel değerler ve bilimsel gerçeklik adına ne varsa hepsi bu kurulu düzeni daha da güçlendiren, apaçık yaşanan gündelik gerçekliklere bir türlü karşılık gelmeyen bir hakikat-dışılıktı. Okumuş çocukları kendi iradelerinin kontrolünden çıkıyor, entelektüelleri başka birilerinin diliyle konuşuyor, yakıcı meselelerine dokunmak isteyen hiç kimse kalmıyordu. Hissedilen duygu tek kelimeyle ‘sahipsizlik’ti.
Hukuka bağlı kalıp, devletinin yanında yer aldıkça varolan hukuksuzlukları ve eşitsizlikleri besleyip teminat altına aldıklarının farkındaydılar. Kağıt üzerinde işler kılıfına uydurulmuş, Batıcı ve ‘ilerlemeci’ bir anlayışla geniş kesimlerin inanç ve değerleri kontrol altına alınmış, kerameti kendinden menkul bir resmi ideolojinin egemen kılınması için gerekli tedbirler bulunmuştu.
Bu insanlar için herşey çok açıktı. Kurumlar adeta bu bozuk yapıyı yeniden üretmek üzere yapılandırılmıştı. Bütün bunların, elitlerin ideolojik konumuna göre tanımlanan bir Atatürkçü cumhuriyet değerleri söylemiyle harmanlanarak bir kere de siyaseten değişmez kılınması ise kabul edilemezdi. Hiçbir zaman kabul edilmedi de zaten. İçten içe patlamaya hazır bir siyasi isyan, Anadolu’nun ara sokaklarından başlayıp İstanbul’un varoşlarına kadar uzanan bir dalga, yolu buradan geçenler için hissedilmeyen birşey değildi.
Ne olursa olsun bu kesimin kitabında karşı gelip yakıp yıkmak ve herşeyi devirip yerine yenisini kurmaya çalışmak yoktu. Sessizce ve sabırla beklemek, zulmü güçlü bir hak davasına çevirmek, adaletsizliklikler karşısında boyun eğmeyip haksızlıklara alkış tutmayarak kurtuluşu Allah’tan dilemek esastı. O gün geldiğinde sadece siyasi iktidarı ele geçirmenin yetmeyeceği, yüzyıllık kurumsallaşmış eşitsizliklerin ve adaletsiz düzenin de meşru yollarla değiştirilmesi gerektiği hiç konuşulmadan bilinen bir gerçeklikti.O nedenle bu iş, sadece bir siyasi hareket değil büyük bir davanın adıydı.
Bunun için devletin kodlarını değiştirmek, hukuk düzenini yeniden tesis etmek, bürokrasiyi başaşağı edip bütünüyle yeniden şekillendirmek gerekecekti. Aksi takdirde elde edilecek her türlü siyasi başarı peşinden gelebilecek daha büyük bir yıkım anlamına gelebilirdi. Bu durum, büyük bir meşrulaştırıcı ve işleri kılıfına uydurucuydu. Daire başkanı olmak ya da bürokraside bir yer kapmak için yanıp yakılan bir üniversite hocası için ‘esas dava’yı oluşturucuydu.
Bunlar, üzerine düşünülen ya da teorisi yapılan şeyler olmayıp bütün çıplaklığıyla ilk elden tecrübe edilen sorunlar olduğu için aynı dertten muzdarip geniş kitleleri harekete geçirmemesi düşünülemezdi. AK Parti, gelmiş geçmiş en sahici ve aşağıya en yakın siyasi hareket oldu bu yüzden. Aynı adaletsiz düzenden çok başka türlü etkilenen uzak mahallelerin de oyunu alabildi ve giderek güçlenen bir nehir gibi kendi yatağının çok üzerinde bir güce ulaşabildi.
Ne var ki AK Parti’nin kurucu kadrolarının çok önemli bir eksiği vardı. Elit-karşıtı çıkışı ve memleketin bütün meselelerini en ince ayrıntısına kadar yaşayarak öğrenmiş insanlar olmaları, sorunların tesbitinde ve çözüm üretiminde eksik bir özgüven içeriyordu. Eksikti; çünkü bu insanların geldikleri dünya aynı zamanda hayli içine kapalı ve taassuba oldukça açık yanlar taşıyordu. İyi bildikleri sorunların dünyayla olan bağlantısını kurmakta yetersizdi ve dış dünyadan büyük ölçüde bihaberdi. Sabırla beklenirken ülkenin geçirdiği değişim de yeterince iyi analiz edilememişti.
Dolayısıyla AK Parti’nin öncelikli gördüğü sorun alanlarının hepsi tam isabetti ama somut sorunların tesbiti ve getirilen çözüm önerileri hemen her zaman eksiklikler taşıyor, kaş yapayım derken göz çıkarıcı olabiliyor, ağır aksak yanlar içeriyor ve sonuçları yeterince öngörülebilir olmuyordu.
Denebilir ki AK Parti, okumuşlara ve entelektüellere ihtiyaç duymayacak bir siyaset izledi. Bu camianın düşünenlerinden beklenen zaten her yanıyla bilindiği varsayılan sorunların kağıda dökülmesi ve halkın anlayacağı dile çevrilmesinden ibaret oldu. Bir de belki üretilecek çözümlerin daha sofistike bir görüntüye kavuşturulması için katkı verilmesi buna eklenebilir. Kısacası, onlardan beklenen malumun sofistike bir biçimde ilamıydı.
Karşılığını ise üniversitelerde hazırlanan kürsüler, gazete köşeleri ve –şayet boş yer varsa- milletvekillikleriyle alıyorlardı. Söyledikleri ya da yazdıklarının gerçete hiçbir karşılığı olmasa da Parti bunun karşılık bulmasını sağlayabiliyordu. Diğer bir ifadeyle, söylenenlerin değil söyleneceklerin karşılığını üreten bir siyaset enletektüelleri metni eline tutuşturulan bir konuşmacıya çeviriyordu. Ne olursa olsun bütün bunlar, bu kesimin beklentilerinin çok üzerinde bir konum sunuyor ve içten içe hissedilen araçsallaşmadan kaynaklanan huzursuzluğun ortadan kaldırılması için milletin sözcülüğüne soyunuluyordu.
AK Parti, tam da bu yüzden son derece vasat insanlardan ‘büyük’ bilim adamları ve akademisyenler, diplomat ve yöneticiler çıkarabildi. Kendi kadrosunu oluşturmakta sanılanın aksine hiç sıkıntı çekmedi. Buna bağlı olarak farklı bir anti-entelektüalizm de gelişti zamanla.
Entelektüeli hiç olmadığı kadar vasatlaştırdı ve araçsallaştırdı; verilmiş kararlara imza atması, bilinenleri tekrarlaması ve gelebilecek eleştirilere ön cephede karşı durması beklenen kişiler olarak konumlandırdı. Yeni bir şey söylemeleri beklenmiyordu; bu ihtimal gereksiz ve de tehlikeli olabiliyordu. Gerçekte işlevi ve karşılığı olmayan entelektüeller kolayca birer aparaçiğe dönüştüler bu yüzden. Hangi pozisyonda olmalarını anlamak için bir gözleri sürekli partinin nerede durduğunu kolluyordu. Yollarını kaybettiklerinde ise birileri habire ‘konum atıyor’du.
Sonuçta, geniş dünyayla bağlantısı kurulmaksızın tesbit edilmiş olan sorunlar yeni sorunlar üretmeye başladı. Yapılan işlerde hep bir yeterince iyi düşünülmemişlik, yeterince iyi hesap edilmemişlik hali gördük bu yüzden. Dış politika tam anlamıyla içe kapalı dar bir bakışın eksikliklerini idealist bir söylemle kapatma arayışı oldu. İçeride ise adaletsizlikleri gidermek için atılan adımlar başka adaletsizliklere, eşitlik arayışları yeni eşitsizliklere neden olmaya başladı.
Devlette, hukukta ve siyasetteki bozuk statükoyu değiştirirken liyakat, hakkaniyet ve demokratik değerler gibi ilkelere fazla bir bağlılık gösterilmesi eski sistemin başka bir biçimde yeniden üretilmesi olarak görüldü ama sonuç eskiyi aratabilecek yeni bir sistemsizlikle yüzyüze gelmemiz oldu. Üniversitelerin öteki bürokratik kurumlardan çok da farkı kalmadı (Bu belki de bürokrasiye fazla düşkün hocalarımızı yormamak için böyle olmuştur, kimbilir!)
Sonuç olarak söylememiz gerekir ki AK Parti’nin derin çelişkilerinden başında, yükselişine neden olan şeyin aynı zamanda düşüşüne de neden olması gelmektedir. Bu çelişkide kendi camiasının entelektüellerinin trajedisi, sanılanın aksine hiç de araçsal bir etkisizlikte olmayıp, varlığıyla da yokluğuyla da büyük bir rol oynamaktadır.
Gerçek anlamda dünyayı bilerek kendi sorunlarını yeterince içeriden –ve de içten- derinlemesine görebilen entelektüel bilgi ihtiyacı ülke tarihi boyunca belki de hiç bu kadar yoğun olmamıştı. Ne var ki bu insanların ortaya çıkması için gerekli koşullar, bu ihtiyacı karşılıyormuş gibi yaparak konum elde etmiş olanların kimseye söz bırakmamak için sürekli şiddetlenen sesleri arasında gümbürtüye gitmekte ve tartışmaya açılamamaktadır. Bu durum elbetteki bu insanları öne sürenlerce de görülmekte ama kendi sınırlı gerçekliğine katı bağlılıktan gelen aşırı özgüven bir süre daha çelişkilerle yaşamaya imkan verecek gibi gözükmektedir.