James Monroe, ABD’nin İkinci Dünya Savaşı’na girene kadar dış politikasını, Obama dönemine kadar da Latin Amerika politikasını belirlemiş olan ABD’nin 5. Başkanı (1817-25). Amerikan dış politikasına kendi adıyla anılan doktriniyle damga vurmuş olması nedeniyle dünyada en çok tanınan ABD Başkanları arasında bulunuyor.
Monroe doktrini, özet olarak hatırlatmak gerekirse, “Amerika, Amerikalılarındır” felsefesine dayanıyor. Bu felsefenin, Avrupa’nın sömürgesi olmaktan kurtulmuş olan ABD’nin Amerika kıtası ve dünyanın diğer yörelerine yönelik olmak üzere iki veçhesi bulunuyor. Biri, ABD’nin sömürgeci Avrupa devletlerinin Yeni Kıta’nın bağımsız bir ülkesinin içişlerine karışmasını kendi içişlerine müdahale kabul edeceği uyarısı; diğeri dünyanın öteki bölgelerinde meydana gelecek gelişmelerde “tarafsız” kalacağı taahhüdü ki Pearl Harbor baskınına kadar süregelen yalnızlık politikasının (isolanationism) temelini oluşturuyor.
Aslında yalnızlık politikası, başta Birleşik Krallık olmak üzere sömürgeci devletlere karşı verdiği savaş sonucu kurulmuş olan ABD için koşulların getirdiği bir zorunluluktu. Nitekim ABD’nin kurucu babalarının (The Founding Fathers) başında gelen ilk Başkanı George Washington döneminde temelleri atılan “sömürgecilere (Birleşik Krallık ve Fransa) karşı eşit mesafede kalma ve ittifaklara girmeme” tutumunun doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Uzun yıllar Washington’un dünyanın Yeni Kıta dışındaki bölümüne yönelik dış politikasının temelini oluşturmuştu.
Başkan Monroe’nun 1823’de Kongre’de yaptığı konuşmayla doktrine dönüşen bu politikanın Amerika Kıtası’na yönelik veçhesine gelince, ilk planda Washington’un bölgede bağımsızlık kazanan ülkelerle birlikte Avrupalı sömürgecilere karşı bir dayanışma içinde girmesi anlamını taşıyordu. Ancak bu “himayecilik” zaman içinde Yeni Kıta’nın en güçlü devleti olarak ABD lehine bir tür “vesayet” sistemi kurulmasının da yolunu açtı. Nitekim 26. Başkan Theodore Roosevelt (1901-09) önce “elinde bir sopa tut ama tatlı konuş” söylemiyle hayata geçirdiği Big Stick yaklaşımıyla (1901), üç yıl sonra da Kongre’deki konuşmasıyla Monroe doktrinine, Latin Amerika’ya yönelik yayılmacı bir içerik (Corollary to the Monroe Doctrine) kazandırdı.
Big Stick politikası, güç kullanmaya pek gerek kalmadan sindirmeyi öngörmüş olsa da, Washington 1933’e kadar Meksika, Haiti ve Nikaragua gibi Latin Amerika (LA) ülkelerine askeri müdahalelerde de bulundu. 1933’te seçilen ve ardı ardına dört dönem iş başında kalan 32. Başkan Franklin D. Roosevelt, 1929 ekonomik krizinin de etkisiyle bu ülkelere yönelik resmi politika olarak “iyi komşuluk” (Good Neighbor Policy) yaklaşımını benimsedi ama Soğuk Savaş Dönemi ile birlikte koşullar tekrar değişti. Washington komünizmin ekonomik çıkarlarını tehlikeye düşürdüğü gerekçesiyle Monroe doktrinini en müdahaleci tanımıyla uygulamaya koyuldu. Washington’un Küba Devrimi’ne askeri müdahalesiyle başlayan ve SSCB’nin yıkılmasına kadar süren faşist darbelere ve diktatörlüklere destek veren karanlık politikalarını hepimiz anımsıyoruz kuşkusuz.
ABD Dışişleri Bakanı John Kerry, Amerika Devletleri Örgütü’nün (OEA)18 Kasım 2013’te Washington’da yapılan Devlet ve Hükümet Başkanları toplantısında Monroe doktrininin sona erdiğini resmen açıkladı. Ancak stratejik konularda yazan gazeteci Wayne Madsen’e göre, Monroe doktrini yürürlükten kalkmış değil, yeni bir sürümü var ve buna “Obama doktrini” deniliyor. Madsen “Monroe Doktrini Obama Doktrini oldu” (Monroe Doctrine becomes the Obama Doctrine) başlıklı yazısında (http://www.intrepidreport.com/archives/17925) Monroe doktrininin bu yeni sürümünün, istihbarat örgütlerinin de katkısıyla LA ülkelerindeki “ilerici” liderlerin düşürülmesini hedef aldığını vurguluyor.
Madsen ’in “ilerici lider” kavramını ABD’nin başta ekonomik olmak üzere ulusal çıkarlarını diğerlerine oranla daha az gözeten veya gözetmeyen liderler olarak değiştirmek mümkün. Çünkü Washington’un devirmeye kalkıştığı liderlerin tümü Soğuk Savaş döneminin ideolojik bölünmelerini benimsemiş değil. Aralarında sistem karşıtı Venezuela’nın Chavist Başkanı Maduro da var, Brezilya’da “Sol” etiketli bir parti olmakla birlikte, neo-liberal politikalardan sapmamış, sadece yoksul kesimlere kaynak aktarmış Emekçiler Partisi PT’nin lideri Başkan Lula de Silva’nın yerine geçmiş olan Bayan Rousseff de.
Göz atmış olanların fark edeceği gibi, Wayne Madsen atıfta bulunduğum yazısında, Obama doktrininin ilk girişiminin “Beyaz eldivenli darbeler” başlıklı yazımda dikkat çektiğim gibi, (https://www.serbestiyet.com/yazarlar/akin-ozcer/beyaz-eldivenli-darbeler-679617) 2009’da Honduras Devlet Başkanı Manuel Zelaya’ya karşı yapıldığını belirtiyor. İkinci kurbanın ise 2012’de bir parlamento darbesine boyun eğmek durumunda kalan Paraguay Devlet Başkanı Fernando Lugo olduğunu hatırlatıyor.
Madsen, Brezilya’daki “İmpeachment darbesi” ile ilgili bazı ilginç arka plan bilgileri de veriyor. Brezilya Senatosu Dış İlişkiler Komisyonu’nun ve “ne sosyalist, ne de demokrat olan” Sosyal Demokrat Parti PSDB’nin (Partido da Social Democracia Brasileira) Başkanı Aloysio Nunes’in Senato oylamasından önce Washington’a gittiğini ve Obama yönetimi ile bir araya geldiğini yazıyor. Nunes’in ABD’ye geçici olarak Devlet Başkanı olan Michel Temer’in talimatıyla gittiğini belirten Madsen, orada ayrıca Demokratlar’ın Başkan adayı Hilary Clinton’un yakın arkadaşı Madeleine Albright ile Brasilia’da ABD dostu bir hükümet kurulması için bir araya geldiğini de öne sürüyor.
Görüldüğü gibi, Obama doktrini -böyle adlandıracaksak- Washington’un LA ülkelerine dönük politikası bağlamında Monroe doktrininden özünde çok farklı değil. ABD geçmişte bu ülkelerde hoşuna gitmeyen iktidarları faşist darbelere destek vererek devirmişti. Şimdi aynı şeyi muhalif partilerle sıkı işbirliği içinde, kontrol ettiği uluslararası medya üzerinden yaydığı yanlış bilgilendirmeyle, daha uzun bir zaman dilimine yayarak da olsa yine yapıyor. O yüzden Washington’un “Monroe doktrini öldü” diyerek bu müdahaleci politikasını, uluslararası medyayı büyük ölçüde kontrol ettiği halde dünya kamuoyunun gözünden kaçırması kolay değil.
Aslında Obama doktrini ABD’nin sadece LA ülkelerine yönelik politikasını değil, Monroe doktrini gibi tüm Amerikan dış politikasını kapsayan bir kavram olarak kullanılıyor. Monroe, Big Stick ya da Bush doktrinleri gibi resmen özellikli bir dış politika felsefesi olarak kabul edilmemiş olsa da, genel olarak uluslararası alandaki Amerikan müdahaleciliğini çatışma yerine müzakereyi önceleyen yöntemlerle yürütmeye yönelik bir yöntem olarak tanımlamak mümkün.
Brezilya’da (aynı zamanda Türkiye’ye yönelik girişimlerde de) görüldüğü gibi, ABD, kendi çıkarlarını, demokratik ülkelerde sandık sonuçlarını dikkate almayan bir yöntemle ve saç, baş yolduracak kadar yalan, yanlış haberleri kontrol ettiği uluslararası medya üzerinden yaymak suretiyle gözeteceğini sanıyorsa yanlış yolda demektir. Adına Obama doktrini veya başka bir şey denilsin, bu tarz dayatma politikalarıyla Washington öncelediği çıkarlarını koruyabilir belki ama sadece kısa vadede. Çünkü bu tür politikalar dünyadaki radikal düşmanları dışında kalan, normalde işbirliği yapabileceği kesimlerin gözünde ABD’nin imajını olumsuz etkiliyor, hatta bir ölçüde Amerikan karşıtlığını körüklüyor. O bakımdan Monroe doktrini eğer “out” olacaksa, yeni sürümü Obama doktrini kesinlikle “in” olmamalı.