[4 Temmuz 2015] Kemal İnan’dan hem içerik, hem üslûp bakımından yanlış bulduğum bir yazı geleli neredeyse üç hafta oldu (Kürt oyları ne diyor, 15 Haziran). Birkaç gün sonra, konuyla ilgisiz bir yazımın ilk paragrafında, bu “mânâsız ve mantıksız hırçınlığa” vakit bulunca değineceğimi belirttim (Weimar’a karşı Prusya’yı “restore” etme hayali, 19 Haziran). İki hafta daha geçti. Soğudum bu meseleden. Değer mi, dedim kendi kendime. Temel hatâsının zaten çok aşikâr olduğunu; nitekim toplumda muhatap alınması gereken böyle bir görüş bulunmadığını düşündüm. Sonra, şimdilerde “PYD’nin IŞİD’den daha tehlikeli olduğu” hakkında yazılanlara baktım ve acaba mı dedim. Gene de bu satırları biraz istemeye istemeye, bir kere ağzımdan çıktı diye yazıyorum.
Seçim sonrası tartışmalar ve İnan’ın pozisyonu
7 Haziran sonuçlarının ardından, çeşitli değerlendirmeler çıkmaya başladı. Birçok Serbestiyet yazarı AKP’nin 9 puanlık oy kaybının nedenleri üzerinde durdu. (a) Erdoğan’ın herşeye müdahalesi; (b) sürekli gerginlik yaratan ve kutuplaşmayı arttıran söylemi; (c) başkanlık sisteminde gereksiz ve zamansız israrı; ve (d) Kürt sorununa ilişkin hatâlar özellikle vurgulandı.
Özel olarak Kürt sorunu çerçevesinde, daha ayrıntılı olarak şu faktörler üzerinde duruldu: (d1) Uludere/Roboski faciasının nereden kaynaklandığının çözülememesi, hesabının sorulamaması. (d2) Kobani’nin Kürtler için taşıdığı öneme en hafif deyimiyle duyarsız kalınması. (d3) Hattâ, Kuzey Suriye’deki Kürt kantonlaşmasının IŞİD kadar veya daha bile büyük bir tehlike sayıldığının ihsas edilmesi. (d4) Gene en çok Erdoğan’ın, IŞİD’in Kobani’yi ve dolayısıyla Rojava’yı ezmesinden memnun olacağı izlenimi uyandıran, en azından o yöne çekilmeye yatkın sözler sarfetmesi. (d5) Bir kere daha Erdoğan’ın, Dolmabahçe mutabakatına alenen karşı çıkması, “Kürt sorunu yoktur” diyerek müzakere masasını tekmelemesi ve milliyetçi oyları MHP’ye kaptırmamak uğruna “terör örgütü” söylemine rücu etmesi. (d6) Hükümet dahil AKP’nin geri kalanının da bu cumhurbaşkanlığı baskısına karşı duramaması ve yer yer aynı havaya girmesi, “çözüm sürecinin dondurulduğu”nu vurgulaması.
Bu ve benzer hususlar etrafında, Serbestiyet’te Cengiz Alğan, Günay Aslan, Vahap Coşkun ve Oral Çalışlar gibi, güneydoğuyu ve Kürtleri en iyi tanıyan isimleri de içeren, hatırı sayılır bir ağırlık oluştu. Derken sahneye, 15 Haziran’daki Kürt oyları ne diyor? yazısıyla Kemal İnan çıktı. Tek bir fikir ortaya attı: Hayır, sorumlu AKP ve Erdoğan değildir; AKP’nin özellikle Kürt oylarını HDP’ye kaptırmasının nedeni bunlar değildir. Birincisi, “Erdoğan ve AK Parti karşıtı” bir “küresel kurgu”dur ve ikincisi, bizatihî PKK-HDP’nin bu kurguya da âlet olan özsel kötülüğüdür. Kemal İnan, kendi ifadesiyle, Kürt halkının
Erdoğan ve AK Parti karşıtı küresel kurguyu anlayamayacak kadar duyarsız ve bilgisiz olduğuna; HDP ve PKK'nın şiddet ile beslenen ayrılıkçı ve bir miktar da dış güdümlü milliyetçi politikalarına kendi rızaları ile katıldıklarına; sonuçta, AK Parti’nin barış ve refah vaadeden politikalarına kendi özgür iradeleri ile sırt çevirdiklerine
inanmadığını vurguladı. Ona göre tek neden, PKK’nın bölgede uyguladığı, büyük ölçüde silâha ve şiddete dayalı “mahalle baskısı”ydı. Sırf bu faktör, Kürtleri ezerek etkilemiş ve HDP’ye oy vermeye zorlamıştı. Ve bunun çaresi de pek yoktu. Ya benzer araçlarla, yani yerel karşı-terör gruplarıyla karşı koyacaktınız (ki politik bakımdan imkânsızdı), ya da PKK-HDP içinde demokratik bir damarın öne çıkmasını bekleyecektiniz. Aksi takdirde bu bir kaderdi; karşısında hiçbir şey yapılamazdı.
Yerel baskının boyutları
Önce olguları, daha doğrusu olguların bir bölümünü konuşalım: PKK ve genel bir anlamda PKK’nın şemsiyesi altında kurulan legal Kürt partileri, bölgede şiddeti de içeren ciddî bir “mahalle baskısı” uyguluyor mu, uygulamıyor mu? Bunun basit cevabı: Uyguluyor, hem de Kemal İnan’ın yazdıklarından çok fazlasıyla! Üstelik bu cebrî hegemonya sürecine, PKK-HDP basınının bilinçli ve kasıtlı yalan neşriyatı da eklemleniyor (bu son konuda, örneğin bkz Oral Çalışlar, Türkiye “terörist devlet”mi? ve Cengiz Alğan, Halkların demokratik kredibilitesi; ikisi de Serbestiyet, 30 Haziran 2015). Hemen sonra ben de İftardan izlenimler 2’de (1 Temmuz 2015) şunları yazdım; gerçeklerin tesbiti konusunda bir yanlış olmasın diye aynen aktarıyorum:
* Kürtler açısından da, geçmişi bilmeyen kuşaklar söz konusu. 2002’den bu yana geçen 13 yılda, sadece yepyeni Türk nesilleri değil, yepyeni Kürt nesilleri de doğup büyüdü. Ve onlar da karşılarında hep AKP’yi gördü, sadece AKP’yi gördü. Ne Tansu Çiller, ne Doğan Güreş, ne JİTEM, ne OHAL, ne falanca albay, filanca yarbay. Devlet onlar için AKP oldu; TC onlar için AKP oldu. Gidin güneydoğuyu gezin, dolaşın, konuşun; OHAL’i de, JİTEM’i de, faili meçhulleri de, işkenceleri de, köy boşaltmaları da hep AKP yapmış; buna inandırılmışlar ve inanıyorlar.
* Buna bağlı olarak, mahalle baskısı. Evet, çok derin, çok büyük boyutlarda. Büyükşehir Belediye Yasası, metropolleri civar köylere teslim ve esir etti. Köyler ya da kırsal alan, şehir merkezleri üzerinde hakimiyet kurdu. Belediyelerden halka “AKP’ye oy çıkarsa hizmet yok” mesajı verildi. Bölgedeki Paralel Yapı yargıçları ve polisi de her noktada AKP aleyhine çalışıyor. Geçmişte fevkalâde Kürt düşmanı oldukları halde, bu seçimlerde bu, HDP’yi kollamak ve maksimize etmek şeklini aldı. Çeşitli yöntemlerle, seçim ve sandık kurullarını HDP’lilere teslim ettiler; ele geçirmelerini kolaylaştırdılar veya göz yumdular. Cemaat CHP’ye girdi ve karşımıza CHP gözlemcileri kılığında çıktı. Bu sıfat ve yetkileriyle de alenen HDP propagandası yaptılar; sandık başında bile “HDP’ye oy ver” telkininde bulundular (bazı yerlerde polis lojmanlarındaki sandıklardan bile HDP çıktı). Öte yandan, neredeyse linç etmeye varan baskı ve tehditler karşısında AKP’li gözlemcilerin yüzde 70-80’i görev yerlerine gidemedi. Bazı propaganda yöntemleri de ilginçti doğrusu. Örneğin çok daha önce ölen ama gömülmeyip bekletilen bazı nâşlar yeni çatışmada ölmüş PKK şehitleri gibi tabutları içinde dolaştırıldı; öte yandan bazı köylerden, ölüler dahil yüzde yüz oy çıktı. Fakat bu arada, işin başka bir boyutu da şu ki özel olarak kadınlara, Erdoğan’a olan sevgi ve sempatileri nedeniyle oy kullandırtmadılar.
Şimdi bölgede AKP’lilik baskı altında. Eskiden, güneydoğuda herkes Kürt hareketine taraftar olduğunu, faraza HADEP’li vb olduğunu söylemeye korkardı. Şimdi herşey tersyüz. AKP’liler AKP’li olduklarını söylemeye korkuyor. Hele Erdoğan taraftarlığını telaffuz etmek çok zor. PKK hegemonyası artık bu boyutlarda.
Dolayısıyla Kemal İnan ile aramızdaki sorun, bir data, veriler, enformasyon ya da faktografi sorunu değil. Bir yorum sorunu. Aslen ideolojiye ve siyasete ilişkin bir sorun. İlk aşamada, insanların başkalarına irrasyonel gözükebilen tercihleri kendi rızalarıyla içselleştirip içselleştirmeyeceklerini kapsıyor. Bunun üzerine bir de, varlığında anlaştığımız türden bir “mahalle baskısı”nın mevcudiyeti halinde dahi, izlediğiniz siyasetlerin doğru mu, yanlış mı olmasının herhangi bir şey farkettirip farkettirmeyeceğini kapsıyor.
Kartezyen bir yaklaşım: “Ya o, ya bu”
Kemal İnan’ın hayli iddiacı bir tarzda sunduğu iddiasında neler eksik veya sakat? Başlıca şunlar: (1) Felsefî açıdan, son derece Kartezyen bir mantık söz konusu. Ak veya kara. Ya biri, ya diğeri. Ya AKP’nin siyasî hatâları (Çözüm Sürecine sırt çevirmesi) yüzünden olmuştur, ya da PKK-HDP’nin şiddete dayalı yerel baskısı. İkisi birden mi? Veya, PKK-HDP’nin olmuş ve olabilecek olanca baskısına karşın, gene de son tahlilde AKP’nin çizgi ve söylem değişiklikleri yüzünden gitmiş olabilir mi 4-5 puan? Tersten söyleyecek olursak; siyasetin görevi kısmen de nesnel koşullardaki olumsuzlukların üstesinden gelmek olduğuna göre, biraz farklı politika ve söylemlerle, o 4-5 puanın gitmesi önlenemez miydi? Anlıyoruz ki İnan’ın bütün bunlara cevabı hayır, ya da kurduğu argüman icabı hayır olmak zorunda. Bu da esneklik ve plastisiteden yoksun, metafizik bir katılığa işaret ediyor.
Kürt milliyetçiliği nedensiz, temelsiz; her nasılsa havada duruyor
(2) Bir adım aşağıya inelim; siyaset kertesine gelelim. Kemal İnan’ın politika dünyasına, galiba (pratik açıdan) Kürtlere ve çektiklerine de,(teorik açıdan) milliyetçiliğin çekiciliğine ve ideolojik sirayet gücüne de tamamen yabancı bir Beyaz Türk akılcılığı egemen. Sanki İnan’ın yıllardır insan ve toplum bilimlerinden (Weber ve Gellner dahil) okuyup öğrendiği her şey buharlaşmış, uçup gitmiş; geriye aslî profesyonel deformasyonu olarak salt bu mühendis rasyonalizmi kalmış.
Gerçekten anlamıyorum; Kürtlerin PKK ve HDP’ye “kendi rızaları ile katıldıklarına… inanmıyorum” gibi bir cümle başka nasıl sarfedilebilir? Her şeyden geçtim; tarihte “çağın yanılsaması” (illusion of the epoch) diye bir şey yok mu? Diyelim ki Kürtlerin tutumu yanlıştır; “yanlış bilinç” (false consciousness) diye bir şey hiç yok mu? İnan, ekonomi/üretim ve devlet/cebir kertelerinin üzerinde yükselen ideoloji/ikna (persuasion) kertesini hiç duymamış veya anlamamış gibi. Bütün bilinçler ve bütün siyasal tercihler illâ “doğru ve mükemmel” mi olmak zorunda? İnan’ın istediği ölçüde “doğru ve mükemmel” değillerse, arkalarında mutlaka bir komplo, bir manipülasyon, bir baskı ve dayatma olması mı gerekli? Öyleyse, insanlık tarihinde hiç yepyeni bir fenomen olmayan, meselâ 20. yüzyıl başlarının Birinci Dünya Savaşına da yansıyan büyük milliyetçi (İngiliz, Fransız, Alman, İtalyan) kitle seferberliklerini nasıl açıklayacağız? Ya aynı dönemin (İttihatçı, sonra Kemalist) Türk milliyetçiliğini ve bugüne kadar süregelen ideolojik hegemonyasını nasıl açıklayacağız? O da bütün bir Türk-Müslüman kitlesine sırf dış manipülasyon veya sopa zoruyla mı kabul ettirildiydi?
Kemal İnan, PKK ve HDP’yi kendi liberal-demokratik özlemleri açısından kötü, milliyetçi, despotik örgütler olarak görüyor (ve ben de öyle görüyorum, defalarca da yazdım zaten; her zaman bir zırh olarak sığınmak istedikleri mağduriyetleri, güttükleri siyasetleri eleştiriden muaf kılmıyor). Öte yandan, o muazzam kollektif mağduriyet de bir gerçek ve İnan, Kürt halkını masif olarak o milliyetçi-ayrılıkçı saflara iten nedenleri görmüyor her nasılsa (ama ben onları da görüyorum). Zaten yüz yıldır ezilen bir halkın, bir de son otuz yılın “kirli savaş”ıyla, OHAL “faili meçhul”leriyle, köy boşaltmalarıyla, JİTEM işkenceleriyle, Meclisten yaka paça götürülüp on yıl yatırılan veya güpegündüz katledilen milletvekilleriyle çoğalıp üstüste yığılarak biriken acıları ve nefretinden eser yok, İnan’ın yazısında. AKP eleştirilirken aman iyi ve doğru yaptıkları unutulmasın, dolayısıyla AKP’ye haksızlık yapılmasın diye kılı kırk yarıyor (aşağıda değineceğim). Ne ki, Kürtlere haksızlık edilip edilmemesi anlaşılan umurunda değil. Kürt örgütlerine veryansın ederken, yahu, bu adamlar da şunlara şunlara maruz kaldılar; those to whom evil is done do evil in return; nitekim işte bizde de, devletin şiddeti bunların şiddetini üretti… diye bir durup düşünme ihtiyacı hiç gelmiyor aklına. PKK’nın 1985’ten bu yana yürüttüğü silâhlı mücadelenin yarattığı kendine özgü Kürt psikoloji ve sosyolojisini de tümüyle es geçmiş. Onca tekmelenmişlikten sonra (ben yanlış bulsam da) bir intikam ve oh olsun hissi, haklı görülen bir karşılık, bir tatmin, bir alternatif, bir himaye, bir denge unsuru; sonra hemen her ailenin dağdakileri, hemen her ailenin kayıpları, babalar, amcalar, kardeşler, yeğenler… Bunları hele son yirmi yılda, pek çoğu PKK taraftarı olmayan tonla gözlemci yazdı; sırf Orhan Miroğlu’nun kitap ve makalelerine baksanız yeter — ama her nasılsa hepsinin örtüşen anlamları Kemal İnan’a ulaşmıyor, kafasında ve asıl ruhunda hiçbir titreşim yaratmıyor. Diyelim ki bunlar Kürtleri gitgide daha fazla milliyetçileştiren “negatif” faktörlerdir. Şimdi hepsine bir de Kuzey Suriye’de kendi topraklarının oluşması; ilk defa ayrı bir Kürt teritoryalitesinin belirmesi — yani bir tür zafer umudu da eklenmekte.
Nasıl milliyetçi olmasın bu insanlar, bana söyler misiniz? Önlerine hangi farklı seçenek, hangi alternatif, hangi olanak konmuş ki şimdiye kadar? Dolayısıyla, Kürt milliyetçiliği mi? Evet, onlar için Kürt milliyetçiliği. Kendi rızalarıyla mı katılıyorlar? Evet, büyük çoğunluğu kendi rızasıyla katılıyor. Bunu idrak edemeyiş, olanca liberal-demokratik rasyonalizmi içinde Kemal İnan’ı, neredeyse onyıllardır gözü “terör örgütü”nden başka şey görmeyen devlet aklıyla aynı noktaya getiriyor. Başkalarını, örneğin Gürbüz Özaltınlı’yı körbakar’lıkla eleştirmeye kalkan İnan’ın kendisi, Kürt hareketine yaklaşımıyla körbakar’lığın olabilecek en aşırı örneklerini sunuyor.
İdeoloji önemsiz, siyaset çaresiz; her şeye cebir ve şiddet hâkim
(3) Şiddete dayalı baskı bu kadar mı kadir-i mutlak; tersine, demokratik siyaset bu kadar mı çaresizdir terör karşısında? Bu yazının başlarında, Kemal İnan’ın sıkı Kartezyen mantığına değinmiştim. İkimizin de okuduğu, benim beğendiğim onun beğenmediği bazı Serbestiyet yazarlarında ise “ya biri ya diğeri” tarzı dikotomiler pek yok gibi. Diyelim Yıldıray Oğur veya Vahap Coşkun veya Cengiz Alğan veya Gürbüz Özaltınlı, hem PKK-HDP’nin neler yaptığı ve yapabileceğini sayıp döküyor, hem de buna rağmen AKP’nin seçim kampanyasındaki Kürt siyasetlerini eleştiriyor ve oy kaybından sorumlu tutuyorlar. Keza Günay Aslan, hem AKP’yi aynı nedenlerle eleştiriyor, hem HDP’nin AKP düşmanlığına da karşı çıkıp israrla bir AKP-HDP koalisyonunu savunuyor.
Kemal İnan’ın kafası ise böyle çalışmıyor anlaşılan. Ona göre, bunlar birbirlerini dışlayan seçenekler. Gürbüz Özaltınlı’ya kızıyor: Madem daha önce “Kürtlerin PKK ve HDP aracılığı dışardan manipüle edildiği”ni kabul etmiş; o zaman “bu manipülasyonun en büyük hamlelerinden biri olan Kobani olayında Türkiye'nin tutumu”nu destek vermemekle eleştirmemek zorundaymış. Oral Çalışlar’a kızıyor: AKP’nin hatâsı olarak gördüklerini eleştiriyormuş da, “bu günahları 6-7 Ekimde 50 Kürtün vahşice — Gezi olaylarındaki kaza boyutu bile olmayan cinayetlerle — katledilmesi olayı ile karşılaştırmıyor”muş. Bana ilişkin sataşmalarına ayrıca geleceğim. Şimdilik göstermek istediğim sadece şu: İnan için, manipülasyon varsa başka neden aramak gereksiz (ve AKP’ye kabahat bulmamak lâzım). Keza, şiddete dayalı “mahalle baskısı” varsa gene başka neden aramak gereksiz (ve bir kere daha, AKP’ye kabahat bulmamak lâzım). Ne yapsalar boşunaydı, farketmezdi; sonuç mukadderdi; olaylar olağan sonucuna ulaşmıştır.
O zaman sormak lâzım; demokratik siyaset niçin vardır ve neye yarar? Şu veya bu politikalar demetinin olumlu-olumsuz etkisi bu denli yok sayılabilir mi? Esas itibariyle demokratik bir ülkede, genel olarak demokrasi yürür ve seçimler bu çerçevede yapılırken, şiddete dayalı “mahalle baskısı” bu kadar bire bir belirleyici olabilir mi? Siyasetler hep iyi olsa, kimseyi ikna edemez, o “mahalle baskısı”ndan çekip alamaz mı? Siyasetler hep kötü olsa, kimseyi soğutup uzaklaştıramaz; ister ilk defa, ister gerisin geri o “mahalle baskısı”nın kucağına yuvarlayamaz mı? Diyelim ki PKK-HDP, İnan’ın anlattığı kadar hattâ daha bile kötü ve habis; gene de farklı AKP politikalarının, PKK’ya az veya çok koz verip vermemesi söz konusu olamaz mı? Başta da alıntılamıştım; İnan’ın “inanmadığı” şeyler arasında, Kürtlerin “AK Parti’nin barış ve refah vaadeden politikalarına kendi özgür iradeleri ile sırt çevirdikleri” de yer almakta. Bunu söylediği anda İnan, aslında zımnen, politikaların iyi olması gerektiğini ve iyi olursa olumlu etki yapabileceğini de kabul etmiş olmakta. Hattâ şikâyeti, AKP’nin bu iyi politikalarının kıymetinin bilinmemesi olarak özetlenebilir. Kendisi buna gerekçe olarak, işte o (güya bütün iyilikleri silmeye muktedir) “mahalle baskısı”nı göstermekte. Peki, bu “barış ve refah” vaatlerinin, yani iyi politikaların, yüz yıllık baskı ve zulümle kıyaslandığında çok geç çıkagelmesi ve çok da kısa sürmesi; ardından, etkilerinin çoğalan olumsuzluklar, yani kötü politikalar tarafından nötralize edilmesi çok daha geçerli ve gerçekçi bir açıklama tarzı olamaz mı?
İnan’ın kafasıyla hiçbir özeleştiri ve rektifikasyona varılamaz
(4) Sonuçta, kanımca en temel problem şu: Kemal İnan’ın yaklaşımı kabul edilecek olsa, AKP’nin bu ve benzeri konularda bir özeleştiri yapması ve politikalarını düzeltmesi umudu ortadan kalkar. Bir yerde “Bu yazımdaki amacımın AK Parti’yi koruma refleksi ile bir ilgisi yok” demiş Kemal İnan. Nasıl yok? Tamamen öyle. Baştan aşağı öyle. Öte yandan, bugün AKP içinde bir tartışma sürüyor. Bir yanda, belki aşırı-Erdoğancı (hattâ Erdoğan’dan da Erdoğancı) olan bir kesim, hatâları yok saymak, ya da gayet pragmatik bir esneklik gösterebilen cumhurbaşkanından da fazla, başka günah keçilerine yıkmak niyetinde.
Fakat galiba statükoculukları içinde Erdoğan’a tutunma çabasında olanlardan daha büyük bir çoğunluk, ciddî bir rektifikasyon arayışı içinde. Ve bu kesimde, HDP’ye oy kaybının nereden kaynaklandığına konan teşhis, Kemal İnan’dan çok farklı. Dahası, herkes politikaların düzelmesiyle birlikte giden Kürt oylarının geri geleceği kanısında. Hattâ bugün erken seçim yapılsa, söz konusu oyların en azından büyük bir bölümünün geri geleceğine inanıyorlar. Bu ise, soruna tamamen normal siyaset çerçevesinde baktıkları; karşılarında hiç öyle karşı konulmaz ve geri dönülmez bir “mahalle baskısı” görmedikleri anlamına geliyor.
Oysa maazallah İnan’ın görüşleri AKP içinde duyulacak, okunacak ve benimsenecek olsa, bu liberal-demokratik arayış sona erer ve yerini mutmainlik, adam sendecilik, farketmezcilik, veya daha bile kötüsü, PKK-HDP’ye eski vesayetçi devlet aklı gibi cepheden düşmanlık güden görüşler alır. Kemal İnan biraz etrafına baksa, bu görüşleri kolayca bulabilir bugünkü ortamda. Kendisi bol bol “dış manipülasyon”dan, PKK-HDP’nin nasıl bu “dış manipülasyon”un âleti haline geldiğinden; Kobani’nin de aynı tuzağın bir parçası olduğundan dem vururken (ve bu arada IŞİD’i küçümserken — ki ona da geleceğim), bazı hükümet yanlısı gazeteler “PYD IŞİD’den tehlikeli” manşetleri atıp, Rojava kantonlaşmasını tekrar umacılaştırmaya girişti bile. Yıldıray Oğur yazdı bunu: “Seni başbakan yaptıracağız” (21.6.2015); sonra Oral Çalışlar yazdı:
‘PYD, IŞİD'den tehlikeli’ demek, yeni bir strateji mi (22.6.2015); aynı gün Gürbüz Özaltınlı da yazdı: Türklerin ve Kürtlerin zor sınavı (22.6.2015); ardından Günay Aslan yazdı: Düşman mı, müttefik mi (25.6.2015). Diyelim ki Kemal İnan Oral Çalışlar’ı, Gürbüz Özaltınlı’yı ve Günay Aslan’ı “AKP’nin hakkını vermeyenler”den sayıyor, dolayısıyla onlara pek kulak asmamaya kararlı. En azından “AKP’nın hakkını yemeyenler” arasında gösterdiği Yıldıray Oğur’un yazısını sonuna kadar okuyup, Yıldıray’ın uzun bir PKK-HDP eleştirisinden sonra nereye geldiğini, hangi büyük tehlikeye karşı uyardığını, komplolara teslim olmayıp AKP’den siyaset düzleminde ne beklediğini dikkatle incelemesini tavsiye ederim.
* * *
Yukarıdaki satırların çok büyük bölümünü — İftardan izlenimler 2’den aktarıp italiklediğim üç paragraf hariç hemen tamamını — bugün, yani 4 Temmuz’da değil, 25-26 Haziran’da yazdım. Öğleden sonra bitirdim. Sonra kalkıp Başbakan Davutoğlu’nun 26 Haziran akşamı verdiği o iftar yemeğine gittim. Memnuniyetle gördüm ki Kürt sorununda kimse Kemal İnan’ın kafasında değil. Çok daha dikkatli ve tefrik edici; çok daha eleştirel ve özeleştirel. Gene İftardan izlenimler 2’den, bu sefer işin bu yönüyle ilgili paragrafları aktarıyorum:
* Üç büyük kırılma yaşandı. (1) Uludere/Roboski. (2) Kobani. (3) Dolmabahçe. Üçü de Kürtleri uzaklaştırıcı etki yaptı, AKP’ye büyük zarar verdi. [İftarda konuşulmamakla birlikte — Uludere’nin esrarı bir türlü çözülemedi; Jandarma İstihbarat’taki Cemaat yuvalanmasından gelen bir yanlış enformasyon komplosu olduğu söyleniyorsa da, açıklığa kavuşturulamadı.] Kobani büyük bir millî bilinç uyanışıydı Kürtler için. Iraklı, Suriyeli, Türkiyeli bütün Kürtlerin gözü oraya dikildi. Tamam, hükümet sonradan bir yığın şey yaptı Kobani’ye yardım çerçevesinde. Ama ilk başta hayli eksik kaldı ve bu, büyük ölçüde PKK’ya yaradı. Dolmabahçe mutabakatından geri dönülmesi de çok büyük bir hatâ oldu. 2011’den bu yana, en önemli, hattâ neredeyse tek demokratikleşme kulvarı olarak Çözüm Süreci kalmıştı. Dolmabahçe mutabakatının reddi ve devamında Çözüm Sürecinin askıya alınması, bunu da ortadan kaldırdı. AKP HDP’yi hedef aldığı ölçüde eski ve son derece yaralayıcı söylemlere geri döndü. Kürtler de buna karşı ispat-ı vücud eylemek ihtiyacını duydu.
* [B]askı ve tertipler Kürt oyu kayıplarını açıklayamaz. Şu çok basit bir gerçek: HDP en çok oyu İstanbul’da aldı; 1,068,000 oya ulaştı. Güneydoğuda ise varsıl-dindar Kürt oyları da HDP’ye gitti. Bölgede AKP, evet, var olmasına var. Ama nasıl? Şu bir gerçek ki, her zaman daha çok Türk + Arap + Zaza oylarını alıyordu. Bunların yanı sıra, bir de varsıl ve dindar Kürt oyları AKP’nin; yoksul Kürt oyları ise daha çok PKK şemsiyesi altındaki yasal Kürt partilerinindi. İlk defa bu seçimlerde varsıl-dindar Kürt oyları da büyük ölçüde PKK-HDP eksenine kaydı.
* “Yeni Türkiye için yeni AKP” Kürtlerle nasıl tekrar bağ kuracak? Önemli bir husus, Suriye Kürtlerini asla düşman almamak. Evet, PYD problem; ABD desteği de problem; İran da problem. Ama bunların hiçbiri IŞİD ile karşılaştırılabilecek düşman veya tehlikeler değil. Türkiye, ne olursa olsun bu gibi noktalarda Kürt duyarlılıklarını gözetmek zorunda.
Özetle, AKP içi ve çevresindeki tartışma, Kemal İnan’dan çok daha fazla umut verici. Bir nokta daha var, IŞİD’le ve bana yönelik özel sataşmalarıyla ilgili. Belki buna da birkaç gün sonra gelirim.