“Tosun” lakaplı Mehmet Aydın tarafından kurulan ve binlerce kişinin dolandırılmasına neden olan Çiftlik Bank hakkında Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Teftiş Kurulu’nca hazırlanan 145 sayfalık rapor basına yansıdı.
Rapora göre, dolandırma işleminde internet bankacılığının kullanıldığı, sistemin dördü Türkiye’de altısı yurt dışında bulunan on ayrı şirket üzerinden yürütüldüğü, 132,222 yatırımcı ortaktan 1,139,972,622 TL (özetle, bir milyar küsur lira) toplandığı anlaşılıyor.
Toplanan bu paradan 687,838,955 liranın katılımcı ortaklara geri ödendiği, 128,490,850 liranın şirketlere sermaye olarak yatırıldığı, 322,642,770 (yazıyla: üç yüz yirmi iki milyon küsur) liranın ise akıbetinin bilinmediği ifade ediliyor.
Müfettişler ortaklara kâr olarak vaat edilen 2,971,905,011 liranın ödenmesinin mümkün olmadığını belirtiyor. Çünkü bu kârı yaratacak hayvanların satın alınmadığı, iddiayla kurulan “Mavi Yumurta Damızlık Çiftliği”nde böyle bir yumurtanın üretilmediği tespit edilmiş.
Yani Bakanlık, kısa zamanda ciddi kâr etmek arzusundaki bu mağdur yatırımcı ortaklara “en iyisi siz bu paralarınızı unutun gitsin” diyor.
Rapçi olmak isteyip de olamayan ergen dolandırıcı Tosun’un ise interpolün eline geçmemek ve aynı zamanda uluslararası mafyanın eline düşmemek için bazı Latin Amerika ülkeleri (Uruguay, Brezilya, Arjantin vb) arasında mekik dokuduğuna dair haberler geliyor.
Bu kadar çok kandırıyorlarsa bir sebebi olmalı!
Hiç şüphesiz her vaade bu kadar kolay kanmamızın sebebini ve arka planını kriminoloji uzmanları, ekonomi erbabı, sosyolog ve psikologlar mutlaka incelemiştir. Doğrusu ne gibi sonuçlara ulaştıklarını müthiş merak ediyorum.
Ama gerçek şu ki, millet olarak eski veya yeni tarzda, geleneksel yahut modern yollardan, ileri teknolojiyle veya babadan kalma usullerle aldatılıp duruyoruz.
Dolandırıcılarımız çok mahir; dolandırılanlarımız ise ders almak nedir bilmiyor.
Bir yanda, dur durak bilmeden döne döne dolandıran Jet Fadıl’larımız; diğer yanda, telefonun ucundan “Ben savcıyım, banka hesabınız terör örgütünün eline geçti…” diyen sahtekârlara yüz binlerce lirasını teslim eden koca koca profesörlerimiz var elhamdülillah!
Bu aralar seçim mevsimindeyiz; seçmenler olarak, partiler ve liderler tarafından politika sahnesinde de az kandırılmadığımızı geçerken hatırlatmak isterim.
Ama kandırılanlar yalnız seçmenler mi? Yıllar boyu ülkeyi yönetenlerin de en yakın ortakları tarafından olur olmaz her mevzuda aldatıldıklarını söylemelerine çok şahit olduk. Lâkin nedense bu tür durumların yol açtığı ağır faturayı da millet olarak biz ödedik, ödüyoruz.
Sadece dolandıranlara fırsat ve açık sunan devlet yapımız veya yönetim zihniyetimiz değil, ticari ahlâkımız, hattâ tamamen kişisel bazdaki değerlerimiz ve ihtiraslarımız da öncelikle kurcalanması gereken alanlar gibi görünüyor.
Bunları işin uzmanlarına bırakıp, dolandırıcılık tarihimizden bazı yerli ve yabancı örnekleri sizlerle paylaşmak istiyorum.
Eyüplü Halit
Osmanlı İmparatorluğu çökerken mesleğe başlayan Eyüplü Halit, bir Girit göçmeniydi. Kibar görünüşü, kaliteli giyim kuşamı, çok iyi bildiği Fransızcası ve Rumcasıyla, bir sahtekâr ve dolandırıcı olduğuna kimse inanmazdı.
İşgal İstanbulu’nda (1919-22) idarede doğan zaaf dolandırıcılar için bulunmaz fırsatlar yaratıyordu. Eyüplü Halit de bu durumu değerlendirerek hayli emlak sahibi olmuştu. Özellikle Rum mahallelerini ve yaşlı zenginleri hedef alıyordu.
Terk edilmiş bir binayı güya karakola çevirip kendisi de polis rolü oynayarak, mahalle sakinlerinden yüklü miktarda para ve mücevher topladığı anlatılır.
Böyle biri elbette sık sık hapse girip çıkar; madalyonun diğer yüzünde, içerde de yolunu bulur. Nitekim Eyüplü Halit’in bir seferinde hapishanenin demirbaşı sobayı yeni giren varlıklı bir mevkuf veya mahkûma yüklü bir paraya sattığı söylenir. Bir başkasında ise, mesleği kasa hırsızlığı olan bir İtalyan turist, iş üzerinden yakalanır ve içeri düşer. Eyüp bu adamı ikna ederek Mussolini’ye İtalyanca bir mektup yazdırır. Zamanın (1922’de iktidara gelen) faşist diktatörüne övgüler yağdırır. Kendisinimn Antalya’nın İtalyanlara verilmesi gerektiğini söylediği için hapsedildiğini iddia eder. Bunun üzerine İtalyan Başkonsolosunun Halit’i ziyarete geldiği, İtalyan hükümetinin yüklü bir para yardımında bulunduğu rivayet edilir.
Sülün Osman
Ününü 1950-60 arasındaki dolandırıcılıklarıyla sağladı. Türkiye nüfusunun çoğunluğunun kırsalda yaşadığı yıllardı. Anadolu’dan yeni gelmiş İstanbul acemilerine Galata Kulesi ve Köprüsü’nü, Beyazıt Meydanı’nı ve Şehir Hatları vapurlarını satmak, Eminönü’ndeki saate bakanlardan para almak, Taksim Meydanı’ndan gelip geçenlerden ayakbastı parası toplamak gibi akıl almaz işlere imza attı.
Dolandırıcılıktan girdiği hapishanede yönetimi kandırıp “ Alın teriyle yaşamak” konulu konferans vermek, ancak onun başarabileceği bir işti. Bu işin inceliklerini Kumkapılı bir Rum’dan öğrendiğini söyleyerek övünürdü. “Benim dolandırdığım insanlar dolandırıcıydı aslında. Yani bana yaklaşma sebepleri beni dolandırmaktı” şeklindeki sözleri dikkat çekiciydi. İkna gücü, bireysel mahareti ve espritüelliğiyle romanlardan fırlamış gibiydi.
Bir çok hikâyeyi de kendi marifetiymiş gibi anlatan Sülün Osman’ın, bu çerçevede Eyüplü Halit’in yaptıklarına da sahip çıkarak, Beyoğlu muhabiri olarak çalıştığı yıllarda gazeteci Halit Çapın’ı da kandırdığı söylenir.
Bu yönleriyle Kemal Sunal’ın bir filmine, Aziz Nesin’in Fil Hamdi isimli hikaye kitabına konu oldu.
Elit dolandırıcı Raki
Asıl adı Güney Zobu olup, büyük ve güçlü bir ailenin çocuğuydu. Dedesi ünlü paşalardan Hasan Rıza Zobu, ağabeyi işadamı Kuzey Zobu, babası ise bir dönemin Moskova büyükelçisi Şemsettin Zobu’ydu.
Gazetelerde yayınlanan kovboy şapkalı fotoğraflarıyla dikkatleri çekiyordu. 60’ların sonu ve 70-80’li yıllarda adından çok söz ettirdiydi.
Zekâsı övülür; yasadışı yollardan para kazanmaya yeltenenleri dolandırdığı söylenirdi. Döviz bulundurmanın suç olduğu yıllarda, döviz ticareti yapan ve kaçıranları hedef alıyordu. Kurbanlarını piyasa kurunun altında döviz satacağını söyleyerek aldatıyordu. Yapılan iş yasadışı olduğundan mağdur duruma düşenler şikayetçi de olamıyordu.
Altıncı Filo’nun İstanbul’u ziyareti sırasında Amerikan deniz subayı kıyafeti giyip Hilton Oteli’nde dönemin başbakanı Süleyman Demirel’le sohbet etmesi, en ünlü hikâyesi olarak anlatılır.
Selçuk Parsadan
Kendini öncüllerinden, halkı değil devleti dolandıran biri diye ayırırdı. Hattâ bu noktayı biraz övünç konusu yapardı. Saf köylü, memur veya esnafı değil, büyük paralara yön veren devlet yöneticilerini hedeflerdi.
Selçuk Parsadan emniyetçi bir aileden geliyordu. Dedesi Beyoğlu polis müdürü, babası Kadıköy emniyetinde merkez memuruydu (ve bir ara Başbakan Adnan Menderes’in yakın korumalığını da yapmıştı).
Adını, zamanın başbakanı ve ekonomi profesörü Tansu Çiller’i dolandırarak duyurdu.
Askerlik sonrası tahsildar olarak girdiği “Orduya Yardım Etmiş Asker Aileleri Derneği”ne topladığı yardımlardan aldığı komisyonla işe başladı. Çıkardığı Kuvayı Milliye Dergisi’ne, bir emekli korgeneralin desteğiyle işadamlarından hayli para topladı. Siyasete heves edip Halkçı Parti ilçe başkanı da oldu.
Gelelim asıl büyük vakasına. Telefonda emekli orgeneral Necdet Öztorun’un sesini taklit ederek, Tansu Çiller’e İstanbul’da emekli subayların DYP için binlerce oy toplayacağı vaadinde bulundu ve “Kemalistler Derneği” için 5.5 milyar lira yardım istedi. Para ertesi gün başbakanlık örtülü ödeneğinden hesabına yatırıldı. Kaçakken telefonla bir televizyon programına katılıp Çiller için “saf kadın” dedi. Yakalandığında değişik suçlardan toplam 11 yıl 4 ay 15 gün ceza aldı. Tahliye edildikten bir süre sonra, 54 yaşında omurilik kanserinden hayata veda etti.
Bir dönem kapanırken
Hayat hikâyelerinden kısa kesitler verdiğimiz bu ünlü dolandırıcılarımız, bir dönemin toplumsal koşulları içinde doğmuş bir aldatma ve dolandırma modelinin temsilcileriydi. Büyük ölçüde kendi başlarına çalışıyorlardı ve gene kendilerine has raconları vardı. Kişisel yetenekleri bu yönde hayli gelişmişti. Sanki dolandırıcılığın şövalyelik çağını temsil ediyorlardı.
Kentleşme ve kapitalistleşmenin hız kazandığı dönemde, Demirel’in Yeğen Yahya’sının şahsında devlet dolandırma girişimleriyle tanıştık. Sermayesiz müteşebbis, devlet ve siyaset ilişkisini akrabalık bağıyla harmanlayıp kendine çıkış yolu aramış, ama o yıllarda bu tür dolandırmaların sanıldığı kadar kolay olmadığı görülmüştü. Dolandırılan görünürde devlet de olsa, hikâyenin sonu hapiste bitmişti.
Ama artık zaman değişti. Köyler boşalırken metropoller yükseldi. Finans dünyası mahiyet değiştirdi. Teknoloji gelişti ve dijital çağa girildi. Yasaların boşlukları, devlet güçlerinin bilerek veya bilmeyerek sergilediği destek ve işbirliği, artan toplumsal refah ve oluşan gelir uçurumu, bilişim teknolojisinin sunduğu sınırsız imkânlar… aldı başını gitti.
Bankacılığın ve dijital devrimin sunduğu uluslararası fırsatlar, dolandırıcılığın mahiyet değiştirmesine, bireysellikten çıkıp kollektif, organize işler haline gelmesine ve kitlesel dolandırıcılık çağının başlamasına yol açtı.
Kitlesel dolandırıcılık “yıldız” gibi parlıyor!
Türkiye’de bu gelişmenin ilk işaretlerini Banker Kastelli, Banker Bako ve Jet Fadıl örneklerinde gördük. İhracat teşvikleri ve yaygınlık kazanan vergi iadeleri, bu sürecin devletle içiçe geçmesinin ifadesiydi.
Görgüsüz ve abartılı partileriyle tanınan Titan Saadet Zinciri ve Mega Holding türünden dolandırıcılıklar, onlara paralel bir seyir izledi. Yasal olmayan katılıma ve toplanan paraların yukarıya kaydırılmasına dayanan sistemin foyasının ortaya çıkması uzun sürmedi ve sorumluları ağır ceza yedi.
12 Eylül darbesini izleyen dönemin küresel kapitalizme açılma hamlesi, başka bir tür dolandırıcılığın da kapısını araladı. “Döviz gelsin de, nereden ve nasıl gelirse gelsin” zihniyeti devlet politikası haline geldi. Hayali ihracat patladı. Ne ihraç edilen mal, ne malı götüren gemi, ne de varılan bir liman vardı. Bankalara paralar bir taraftan giriyor, öbür taraftan çıkıyor ve bunu yapana devlet, halkın alın teri demek olan vergilerden kepçe kepçe dağıtıyordu.
Bu masif hayali ihracat denemelerinin devleti dolandırma esası üzerinden yürüdüğü çabuk ortaya çıktı. İhracatın yapıldığı ülkelerin gümrüklerine o malların girmediği anlaşıldı. İhracat bedeli gibi gösterilen dövizler, aslında yasallaştırılmak istenen kara kaynaklardı. İşin yapısı anlaşılmakla birlikte, soruşturmalar anlamlı bir netice vermedi. Çünkü devlet politik açıdan böyle olmasını tercih etmişti. Bu bir zenginleşme yoluydu.
Gene bu sıralarda, banka kartları ve cep telefonları üzerinden yürüyen ve karmaşık işlemler gerektiren kitlesel dolandırıcılık biçimleriyle de tanıştık. Kart limitleri ve banka hesaplarını boşaltmak sıradan işler haline geldi. Yurttaşın özel ve önemli bilgileri, bir yandan devletin öngörüsüzlüğü, diğer yandan özel firmaların sorumsuzluğu ve dayatmasıyla, bu alanın en kıymetli metaları olarak alınır satılır hale geldi.
Bir sonraki adım ise Çiftlik Bank, Anadolu Farm, FONS AŞ, Birlik Beraberlik Çiftliği gibi gene daha organize işler oldu. Bunlar dijital çağın atraksiyonları ile ulusal ve uluslararası bankacılık sisteminin açıkları kullanılarak bir nevi devlet gözetiminde yapılan kitlesel dolandırıcılıklardı.
Bu son aşama, tarımı ve hayvancılığı can çekişen ülkemizde “üretimi geliştirme” gibi “milli fonksiyon” tacirliğiyle de elele gitti. Ama kâr bekleyen binlerce yatırımcı ortak söz konusu olunca, her şey ortalığa saçıldı.
Bir zamanlar Tosun gibi genç bir “iş adamı”nın rap söyleyerek yönettiği Çiftlik Bank hakkında, şimdi devlet raporu ”iş işten geçti” diyor.
Sırada ne var, merak ediyorum doğrusu.