Modern siyasal düzende bir insanın haklarının, en çok uyruğu olan ülke tarafından korunacağı farz edilir. Bu itibarla Türkiye Cumhuriyeti’nin, vatandaşları olan Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş’ın kendi lehlerine olan hem Türkiye yargısının en üst makamı olan Anayasa Mahkemesinin kararını hem de Türkiye tarafından yargılama yetkisi kabul edilen Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından 10 Aralık 2019 tarihinde verilen kararını uygulamakta isteksiz davranması bu en temel varsayımla büyük çelişki arz eder. Bilindiği gibi Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) 10 Aralık 2019 tarihinde verdiği kararda Osman Kavala’nın “hukuk dışı nedenlerle ve susturulmak için” hapiste tutulduğu, bu nedenle derhal tahliye edilmesi gerektiği yönünde karar vermiş, Türkiye’nin iki yıldır uygulamakta isteksiz davranması üzerine kararını pek çok kez tekrarlamış ve en son önceki gün, 2 Aralık 2021 tarihinde Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi ağırlıklı çoğunluk sağlayarak ihlal prosedürü başlatmak üzere düğmeye basmıştır. Vatandaşın hukukunun iç hukukta evvelemirde korunması esas olduğu için dış mekanizmaların müdahalesi zamana yayılacak şekilde dizayn edilmiş ve Bakanlar Komitesi de, AİHM’in kararından sonra iki yıl geçmesine rağmen uygulanmadığı halde 17 Ocak’ta yapılacak duruşmada tavır değişikliği için Türkiye’ye zaman vermek üzere 19 Ocak’a kadar bekleyeceğini ifade etmiştir.
Varlık sebebi vatandaşlarının temel insan haklarını sağlamak olan siyasi tüzel kişiliğin yani devletin, hakların bizzat ihlaline sebep olmasının büyük bir çelişki arz ettiği açıktır. Yüz yıllar önce, Fransız Devrimi sırasında ilan edilen Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisinde, insanın başına gelen en büyük felaketlerin yegane sebebinin insan haklarını unutmak, ihmal etmek veya ihlal etmek olduğu büyük bir netlikte ifade edilmişken hala insan haklarının bu zamanda bu şekilde fütursuzca ihlal ediliyor olması şoke edicidir.
Bu kadar muazzam ihlallerin olabilmesi insan hakları ile ilgili bazı konuları hatırlamak gerektiğine işaret ediyor. Milyonlarca insanın hayatını kaybettiği, şehirlerin yakılıp yıkıldığı, insanlık tarihi için büyük bir yıkım olan II. Dünya Savaşı’ndan sonra bir daha böyle bir savaş olmamasını temin etmek üzere insanlık bir araya gelip bir kurum olarak Birleşmiş Milletler’i ve İnsan Hakları Evrensel Bildirisini kabul etti. Bildiriyle, insan haklarını ihlal eden hükümetlerin, o ülke içinde toplumsal istikrarı, huzuru bozduğu gibi aynı zamanda evrensel ölçüde barışa bir tehdit olduğu kabul edildi.
Sağ muhafazakar camianın idollerinden olan Ali Fuat Başgil bu konulara dikkatimizi son derece veciz şekilde çekmiştir. Türkiye’nin yetkin bir Anayasa Hukukçusu, 1960 yılında Milli Birlik Komitesi tarafından görevinden uzaklaştırılan 147’liklerden olan Ali Fuat Başgil, hemen bir yıl sonra çıkarılan özel kanunla görevine dönme hakkı almasına rağmen görevine dönmemişti. (15 Temmuz darbe teşebbüsünden sonraki uzun olağanüstü hal ve uzun süren hukuka aykırı olağanüstü uygulamalar ile kıyaslandığında 1960 yılında gerçekleşen askeri ihtilal döneminde bazı açılardan daha çabuk normalleşmeye geçildiğini görmek şaşırtıcıdır.) 1961 seçimlerinde Adalet Partisi’nden Samsun senatörü olan Başgil, Cemal Gürsel’e karşı Cumhurbaşkanı adayı olduğunda tehdit edilmiş ve adaylığını geri çekerek yurt dışına gitmiş, Cenevre Üniversitesi’nde çalışmaya başlamıştı. Hem 1960 askeri darbesinde üniversitedeki görevinden uzaklaştırılmış olması hem de sonra tehdit edilmesi nedeniyle merkez sağ demokratlar için yıllardır Başgil’e yönelik haklı bir teveccüh söz konusu olmuştur. Bir Anayasa Hukukçusu olarak hak ve hürriyetlere ilişkin özlü ve son derece sağlam argümanları olmasına rağmen ne yazık ki kendisinin “Gençlerle Başbaşa” isimli küçük kitabı daha ziyade bilinir olmuştur. Bugün de Başgil’in adı okullara, hukuk fakültesi kampüslerine verilmekte, adına sempozyumlar düzenlenmektedir ama aşağıda nakledeceğim ifadelerinin maalesef bu kesimlerce çok da dikkate alınmadığı söylenebilir. Başgil’e göre “iyi hükümet, kuvvetini sevk ve idare ettiği insanların haklarına ve insan benliğinin yüksek şerefine saygı ve riayetten alır…. Kötü hükümetler ise kuvvetlerini ve iktidar mevkiinde kalma imkanını cebir ve tahakkümde bulur, bu şekilde ağır baskı altında tuttukları insanları kah korkutup sindirir kah bayağı menfaatler temin etmek sureti ile insanlarda seciye ve ahlak düşkünlüğü yaşatır.”
El Hak, Başgil’in sözleri son yıllardaki yönetim sistemimizi gayet güzel açıklıyor. Mevcut idarenin, insan haklarına aykırı hareket ettikçe yönetme meşruiyetini gittikçe korku ve kendi yandaşlarına aşırı maddi imkanlar sağlamakla temin ettiğini görüyoruz. Sedat Peker’in son sekiz aydır yapmakta olduğu itiraf ve ifşalardan da anlıyoruz ki, barış akademisyenlerine yönelik olarak “kanlarında duş alacağız” tehditlerini korku iklimi yaratılması gereken bir zamanda rahatlıkla savurabilmişti. Yine her gün bir bakan yardımcısının, danışmanların üç, dört farklı yerden çok yüksek meblağlarda ücret aldığını öğreniyoruz. Yani, hem korku salmak hem de bir nevi rüşvet mahiyetinde menfaat temin etmek toplumu büyük oranda bozabileceği için insan hakları ihlalleri en büyük felaketlerden daha ağır sonuçları olur bir toplum için.
Bu itibarla mevcut hükümetin insan haklarına saygı göstermesi gerektiği çağrısını bir de bu kesimin referans verdiği demokrat hukukçulardan olan Ali Fuat Başgil’i hatırlayarak, merhumu rahmetle anarak ve elli yıldan fazla geçtikten sonra mezarında ters döndürecek hareketlere son verilmesini dileyerek yapıyorum: Kendi ülkenizin vatandaşlarının menfaatine hareket etme sorumluluğunun bilincinde olarak, AİHM’in lehlerine verdiği kararı iki yıldır uygulamamanın mahcubiyeti içinde bir an önce Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş kararını uygulayın!